Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu süreci sadece gündelik problemlere yoğunlaşarak aşması mümkün değildir. Yükselen ve sözünü dinleten bir güç olabilme yolundaki Türkiye, mevcut problemler ile birlikte geleceğini ve özellikle de dışardaki mevcudiyetini yeniden kurgulamak zorundadır.

15 Temmuz darbe girişiminin iki temel amacı vardı. Darbeyi başarıp, Türkiye’yi karanlık bir zihniyetin kıskacına terk etmek ve bu zihniyetin kendi meşruiyetlerini sağlayabilmesi için Türkiye’yi dış dünyadan soyutlaştırıp yalnızlaştırmak; kaynaklarını, enerji geçiş güzergahlarını ve Türkiye’nin geleceğini peşkeş çekmek. Bu hain girişimin B planının olmadığını varsaymak mümkün değildir. Zaten içeride özellikle işbirliği yaptıkları terör ile yaratılmak istenen kaos B planının hayata geçirildiğinin açıkça işaretidir. Milletimizin sağduyusu, devlet refleksinin hızlı bir şekilde normale dönmesi, icra erkinin ve muhalefetin dayanışması ile bu süreç atlatılacaktır. Elbette bu süreçte milletimizin her ferdi ve her kesimimin özveri göstermesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi birikiminin bunu yapabilecek kudrete malik olduğu açıktır.

Ancak bu birikimin önünde durmak isteyenlerin birebir ilişki içerisinde olduğu medya grupları da derhal harekete geçerek büyük bir algı operasyonu başlatmıştır. Nitekim son bir buçuk aydır Türkiye bu bağlamda da büyük bir saldırı ile karşı karşıyadır.  Türkiye’nin yükselen bir güç olmasına tahammülü olmayan aleyhtarları; aslında para ile her yöne döndürülmesi mümkün olan ama Türkiye aleyhtarlığında daima gönüllü olan uluslararası lobiler; Türkiye’nin değerlerini koruyup geliştiren ama aynı zamanda demokrasiyi de benimseyen bir ülke olmasından hoşlanmayan sözde müttefikler veya en azından onların içindeki kimi kesimler harekete geçti/geçirildi ve büyük bir algı operasyonu başlatıldı. Müdahaleler ile Dünyayı kendi keyiflerine göre şekillendirmeyi amaçlayan Şahinler; onlara yol açan yumuşak güç unsurları ve özellikle FETÖ ile işbirliği içinde olan çeşitli coğrafyalardaki yerel unsurlar harekete geçti. Bütün bunlar az çok bilinmekte ve zaten geçmişte de benzeri durumlar yaşanmaktaydı.

Türkiye’deki olumsuz her gelişmeden en çok etkilenen ve etkilenecek olan İslam dünyasının; Ortadoğu ve Afrika coğrafyasının ve hatta Orta Asya ülkelerinin darbe girişimi sonrası beklenen tepkiyi ver(e)memesi ise daha vahim ve üzerinde düşünülmesi gereken bir vakadır. Bu çerçevede Türkiye’nin Ortadoğu ve İslam Dünyasına karşı kurguladığı politikaları eleştirilebilir ancak unutulmamalıdır ki Türkiye 15 Temmuz öncesi net bir şekilde bu politikalarını gözden geçireceğini ilan etmiş ve ilk girişimlerini de bu doğrultuda başlatmıştı. Hatta biz de 3 Temmuz’da “Dış Politikada Bilgi ve Esneklik İhtiyacı” yazımızla bu yeni tavrı desteklemiş idik. Türkiye’nin özel olarak Arap Baharı ile birlikte ama tedrici olarak 2012’den sonra özellikle bazı Ortadoğu ülkelerinde gerileyen imajı şekil değiştirmeye ve olumlu yönde yükseliş göstermeye başlamıştı. Dolayısıyla darbe girişiminin önemli bir boyutu da kuşkusuz Türkiye’nin İslam ülkeleri, Ortadoğu ve Afrika’da yeniden yükselmeye başlayan imajına da zarar vermek ile ilgilidir.

Buradan hareketle bugün Türkiye’nin Ortadoğu, Afrika ve genel olarak İslam Dünyasına karşı politikalarının her zamankinden daha fazla önem arz etmeye başladığı gerçeğini hatırlatmakta yarar vardır. Ancak artık geçmişteki enstrümanlar ile yetinmemiz mümkün değildir. İşe yarayan eski araçları ve imkanları kullanırken bu konuda yeni yaklaşımlar, daha yaratıcı politikalar geliştirmek zorundayız.

Arap dünyasında özellikle Körfez ülkelerinde halkın Türkiye’yi anlamasına çalışılmalı fakat daha da önemlisi krallar, emirler, idareciler nezdinde ciddi girişimlerde bulunulmalıdır. Aslında bu kişilerin gözlerinin Türkiye’den ziyade ABD ve kısmen Avrupa’da olmasına rağmen, sık sık yapılacak diplomatik ziyaretler ile bakışları Türkiye’ye çevrilmelidir. Körfez sermayesine eskisinden daha fazla kapı aralamalı ve bu ülkelere Türkiye’de kendilerinin stratejik ürünlerini üretmelerine imkan sağlanmalıdır. Müşterek AR-GE çalışmaları yapılmalı bu maksatla TÜBİTAK görev üstlenmelidir. Kısa, orta ve uzun vadeli politikalar ile ilgilerinin sürekliliği sağlanmalıdır. Kısa vadede mutlaka Türk-Arap Üniversitesi fikri hayata geçirilmelidir.

Afrika’nın FETÖ’nun cirit attığı bir coğrafya olmaktan çıkarılması için Türkiye kıtanın her noktasında görünürlülüğünü artırmalıdır.  THY bu konuda 15 Temmuz öncesi önemli bir misyon üstlenmişti ve Afrika’nın pek çok yerine uçarak Türkiye’yi görünür kılmıştı. Ancak şimdi yeni bir yaklaşımla, sunacağı promosyonlar ile Türkiye’yi Afrika için vazgeçilmez bir destinasyon yapmalıdır. Tabi ki dış temsilciliklerimiz ve vize politikalarımız da buna göre revize edilmelidir. Özellikle İstanbul’daki 3. havaalanının hizmete geçeceği süreçte Afrika’da da büyük kampanyalara imza atılmalıdır. Belki diğer sosyal projelere ayrılan paylar bir süreliğine promosyonlarda kullanılmalıdır.

Şer odağının geçmişte Türkiye’nin ismini kullanarak elde ettiği avantajlar ile kurdukları eğitim kurumlarının birden yok edilmesi mümkün değildir, ancak bu durum büyütülecek bir mesele de değildir. Afrika’daki eğitim faaliyetlerinin bulundukları ülkelerin nüfusuna oranla binde birlik bir oranı teşkil ettiği ortadadır. Fakat burada önemli olan husus ise eğitiminde odak aldıkları kesimlerdir. Genel olarak elit ve idareci kesimin çocukları eğitilirken, onlar aracı kılınarak veya ortak edilerek meydana getirilen ticari hacmin büyüklüğü bilinmemektedir. Bu yüzden ticaretin yaygınlaştırılması için de teşvikler, serbest ticaret anlaşmaları, vergi muafiyetleri ve kredilendirme imkanları geliştirilmelidir.

Eğitim noktasında bu boşluğu doldurmak adına kurulan Maarif Vakfı, sosyal mühendislikten ziyade bölge ihtiyaçlarını dikkate alan, özellikle ara ve teknik eleman yetiştiren meslek okulları açarak Afrika’da yaygın büyük bir hizmet sunacağı gibi Türkiye’nin imajının yükselmesine de katkı sağlayabilir. Maarif Vakfı’nın öncülük edeceği bu eğitim kurumlarının doğrudan Türkiye’nin sermayesi ile değil, aksine mutlaka  yerli girişimciler tarafından yaptırılmasına özen gösterilmelidir. Kısa vadede Türkiye Üniversiteleri ile Afrika Üniversiteleri müşterek programlar açarak, Afrikalı bilim adamı ve öğretim üyelerini de ülkemize getirip Türk Üniversiteleri Afrikalılar için cazip hale dönüştürülmelidir. Uzun vadede mutlaka Türkiye-Afrika üniversiteleri de kurulmalıdır. Özellikle diasporadaki Afrikalılardan istifade yolları aranmalıdır. Böylece hem Afrika’da ve hem de Afrika dışında Türkiye’nin imajının yükselmesine imkan sağlanmış olacaktır.

Ortadoğu’da ve Afrika’da yapılacak faaliyetlerde mutlaka Türk markaları yaratılmalıdır.Hizmet ve müteahhitlik ya da Türkiye’de üretilen bir ürünün pazarlanması mümkündür. Fakat bu sürdürülebilir bir politika değildir ve kolay unutulur. Diğer taraftan her zaman sunduğunuz ürün ve hizmette rekabetin olacağı düşünüldüğünde, ilgili ülkelerde markalar oluşturulmadan rekabette avantaj sağlanması mümkün değildir. Kısa ve uzun vadede, iğneden ipliğe, hafif sanayiden ağır sanayiye kadar her alanda özellikle Afrika ülkelerinde Afro-Türk veya Türk-Afrika markaları yaratılmalıdır ki Türkiye’nin adı ve politikaları süreklilik kazanabilsin.

Önemli bir dönemece giren ve hayati önemi haiz sorunlar ile boğuşan Türkiye için bu saydıklarımızın ikincil önemde olduğu iddia edilebilir. Fakat unutulmasın ki Türkiye’nin başına gelenler zaten Türkiye’yi sınırları içinde tutma girişiminden başka bir şey değildir. Bu yüzden bu saydıklarımız bugün yaşanan sorunun özünde yatmaktadır ve öncelikli konular arasında yer almaktadır. Büyük ülke olabilmek her halükarda çok yönlü ve büyük düşünmekten geçer.