Salih Münir Paşa Osmanlı Devleti’nin son döneminde yazdığı Diplomasi kitabında BM tarzı bir yapının eksikliğinden şikayet ederek şunları yazar: Devletler hukukuna göre medeni ülkelerin malik oldukları hukuk mukabilinde bir takım vazifelerle mükellef iseler de bunlar hep nazari şeyler olup fiiliyata gelince onları başka yerlere saldırmaktan men edecek kuvve-i câbire ve kâhireye mâlik bir Divân-ı Âli bulunmadığından her devlet kendi davasının hakimi ve hukuk ve menfaatinin muhafız-ı yeganesidir.

Salih Münir Paşa’nın ez-cümle ifade ettiği şuydu: Eğer bir yer haksız bir şekilde işgal edilirse onu şikayet edebileceğiniz bir merci yok. Bu durumda işgal edilen ülkenin yapabileceği şeyler sınırlı idi. Ya başka bir devletten siyasi, askeri, diplomatik yardım alacak ya savaşacak ya da işgale göz yumacaktı.

Bir de bunların yanında işgal edilen toprağın aidiyet meselesi vardı. İşgalci ülke sahipsiz bir bölgeyi işgal ettiğini deklare ediyor, işgale uğrayan ülke de işgalin hukuksuz olduğunu ispat etme durumunda kalabiliyordu. Osmanlı Devleti bu durumla Arabistan coğrafyasında birkaç kez karşılaşmıştı.

1891 yılında Basra Vilayeti Şehremini azasından Abdurrahman, Yıldız sarayına Bahreyn üzerindeki İngiltere ve Osmanlı Devleti rekabeti hakkında sunduğu raporda böyle trajik bir konuyu tafsilatlı bir şekilde anlatır. Bizzat Yıldız sarayına yazılan rapor birçok sorgulamayı ve tahlili içermektedir. Raporun yazarı her şeyden önce İngiltere’nin dostluğunu sorgulamaktadır.

İngiliz Politikaları

Kendi menfaatinden başka bir şey düşünmeyen ve küçücük bir çıkar için en eski dostunun hukukunu bile ayak altına alan İngiltere hükümeti son yüz yıldaki uygulamalarıyla nasıl dost olduğunu göstermiştir. Gerek Yunan isyanında, gerekse isyan sonunda imzalanan barış anlaşmasında hep Osmanlı Devleti’nin aleyhine çalışmıştır. Bunun yanında Anadolu’da yaşanan isyan hareketlerine de gizli destek vermiştir.

Mısır ve Mısır’ın anahtarı olan Kıbrıs’ı işgal etmiştir. Bununla da yetinmeyip Yemen isyanına silah ve lojistik destekte bulunmuştur.

İngiltere Hindistan’ın anahtarı hükmünde olan Arabistan kıtasını ele geçirmeye çalışmaktadır. Bu amaçla Aden, Şammar, Sır, Cezire-i Ebu Ali, Maskat gibi yerleri zabt etmiştir. Ancak bu yerler İngiltere için yeterli olmamıştır. Bu sebeple Necid ve Basra körfezinin en önemli yerlerinden biri olan Bahreyn ceziresine yönelmiştir.

İngiltere ilk başlarda Osmanlı Devleti’nin vereceği tepkiden çekinmişti. Bu sebeple Bahreyn’de bir takım faaliyetlerde bulunmuştur. Ancak herhangi bir tepki ile karşılaşmayınca da burayı doğrudan işgal etmiştir.

Peki İngiltere hangi meşruiyetle buraya müdahalede etmiştir. Osmanlı Devleti’nin itirazına karşı buranın Osmanlı’ya ait olmadığını mı iddia edecektir. Bunu bir şekilde denemiştir. İlk başta ada halkı arasında buranın eskiden İran’a ait olduğunu iddia etmiştir. Ancak buranın coğrafi olarak Osmanlı idaresindeki Necid bölgesine bağlı olmasından dolayı İran’a aidiyeti geçersiz kalmıştır.

Bahreyn Kime Aittir?

Rapora göre; Bahreyn’in Kanuni Sultan Süleyman’dan beri Osmanlı toprağı olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Bu kesin delillerle sabittir. Bu yüzden raporda Bahreynin ve bölgenin siyasi tarihine genişçe yer verilmiştir. Sadeleştirerek alıntıladığımız malumat aşağıdadır:

Ceziretu’l-Arap’ın bir parçası olan Bahreyn adası Necid sahilinin karşısında olup batısında Katif, güneybatısında Bender Ukayr (Uceyr) ve Kut, güneyinde Katar vardır. Bu sahil ile adanın arası tahminen 10 milden yirmi mile kadar genişlikte ise de her tarafı sığ olduğundan büyük gemilerin girmesi zordur. Bahreyn’de büyük küçük yetmiş kadar köy ve El-Mename ve El-Muharrik isminde iki belde (ada) vardır. Bu adanın Ahsa/Lahsa beylerbeyliğine (raporun yazıldığı tarihlerde mutasarrıflık) yakınlığı cihetiyle eski zamanda Ahsa ve Katıf kıtalarıyla birlikte idare edilmiştir. Birçok coğrafya kitabında Bahreyn vilayeti tabirinden Bahreyn ceziresiyle beraber Ahsa ve Katıf memleketleri ve bazen Ahsa vilayeti denilmesinden Necid sahili ile beraber Bahreyn adası kastedilmiştir.

Bin sene önce Ceziretu’l-Arap kıtasını yöneten Karmatîler tarafından idare edilen Bahreyn Ceziretu’l-Arap kıtasının sair taraflarında olduğu gibi bağımsız olup müstakil bir yönetim şekline girmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında yani 16. asırda Basra ve Ahsa vilayetleri Osmanlı Devleti’ne dâhil oldukları zaman Bahreyn adası yine müstakil ve başka bir hükümet ve idare hükmünde kalmaya devam etmiştir. Bu tarihlerde Portekizlilerin Maskat ve Umman taraflarına vuku bulan istilaları ve Hürmüz boğazını zabt etmeleri münasebetiyle ol-vakit Bahreyn hakimi bulunan Murat Han Kanuni Sultan Süleyman’a müracaat ederek Osmanlı Devleti’ne bağlanmak istemiştir. Hicri 970 (1563) senesinde Kanuni Sultan Süleyman bir ferman ile Bahreyn adasının yönetimi tekrar Murat Han’a vermiştir. Onun vefatı üzerine de kardeşi Şehabettin Han ve ondan sonra da bu aileden gelen kişiler burayı yönetmeye devam etmişlerdir. Bahreyn işte bu tarihten beri Osmanlı Devleti’nin mülküdür.

Aynı sıralarda, Portekizliler Hürmüz boğazından içeri girerek Katar, Katıf sahilleri ile Bahreyn’e tecavüzlerde bulunmuşlardır. Ancak yerli Araplar Portekizlileri buradan uzaklaştırmışlardır. Bu olaydan sonra her kabile değişik yerlere yerleşerek müstakil idare şekline girmişlerdir. O zamanın şartlarında, Osmanlı Devleti Ahsa’ya tam manasıyla hâkim olamadığından iç taraflar ve bazı bölgeler değişik kabilelerin tasarrufuna girmiştir.

17. asırda İran hükümdarı Nadir Şah, Basra ve Bağdat üzerine saldırdığı esnada Bahreyn’i de kısa süreliğine zabt etmiş ise de daha sonra Portekizlilerin kaderini paylaşmıştır. Tüm bunlar Bahreyn’in Osmanlı Devleti’ne katılmasından sonra olmuştur. Fakat daha sonra İran ile yapılan anlaşmaların hiçbirinde Bahreyn hakkında bir madde bulunmamaktadır. Bu da Bahreyn’in Osmanlı toprağı olduğunun en açık göstergelerinden biridir.

Bahreyn bir süre Murad Han ailesi tarafından yönetildikten sonra zamanla değişik Arap kabilelerinin eline geçmiştir. İlerleyen sürede de Kuveytlilerin idaresine geçmiştir. Kuveyt ahalisinden Bahreyn hakimi olan Muhammed Bin Halife, Osmanlı Devleti’ne bağlılığını göstermek için Babıali’ye müracaat etmiştir. Ancak Bahreyn’de yaşayan ve İran taraftarı olan Şii tebaa arasında tepkiye neden olmuştur. Bunu fırsat bilen İngiltere Benderbuşir konsolosu asayişi sağlamak bahanesi ile Bahreyn’e gelerek Muhammed Bin Halife’nin yerine kardeşi Ali’yi iktidara getirmiştir. Muhammed Bin Halife de Kuveyt’e giderek amcası Muhammed Bin Abdullah ile beraber Bahreyn’e dönüp kardeşi Ali’yi öldürmüştür.

Bunun üzerine Ali’nin oğlu İsa İngiliz konsolosu vasıtasıyla Hindistan’a müracaat etmiştir. İngiltere’nin Hind bürosu Basra körfezinin Fars sahilinde bulunan gemilerine emir vererek Bahreyn’e yönlendirmiştir. İngiliz desteğini alan İsa, Bahreyn’de yönetimi ele geçirmiştir. İngiltere bununla da yetinmeyerek Muhammed Bin Halife ve amcası Muhammed Bin Abdullah’ı Bombay’a götürerek kontrol altında tutmuşlardır. Ancak Osmanlı Devleti’nin talebi üzerine Cidde’nin dışına çıkmamak şartıyla iade edilmişlerdir. Ancak tüm bu yaşananlar Osmanlı Devleti’nin Bahreyn üzerindeki hukukunu zedeleyecek gelişmeler değildir.

1890 yılına kadar Bahreyn’e sınırlı müdahalelerde bulunan İngiltere bu yıldan sonra Bahreyn’e diğer sömürgeleri gibi doğrudan müdahalelerde bulunmaya başlamıştır. Bunun için öncelikle, Osmanlı Devleti tarafından İranlılara terk edilen Muhammara nehrini ele geçirmiştir.

İki Osmanlı’dan Birleşmiş Milletler Önerisi

Bu tarihi değerlendirmelerden sonra raporda bazı önemli önerilerde de bulunulmaktadır:

“Tüm bu yaşananlar göz önüne alındığında Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile savaşması mümkün ve münasip değildir. Bu meselenin dostane çözülmesi için harcanacak çaba devletler hukuku açısından daha uygun olacaktır. Bu da iki devlet arasında anlaşmazlık konusu olan bölgenin gerçek sahibinin kim olduğunun ispatı meselesidir. Eğer taraflardan biri bunu ispat edemezse ve iki taraftan biri bu duruma razı olmazsa bölgenin iki ülke tarafından yönetilmesi en uygun olanıdır. Medeni devletler hukuku da bunu gerektirmektedir. Eğer uluslararası bir mahkeme olsa idi dünyanın tüm mahkemeleri Bahreyn üzerindeki Osmanlı hukukunu teyit ederdi.”

İki sayfa olan bu rapor önemli bilgilerin yanında önemli dersler de vermektedir. Raporun yazarı Basra Belediyesi üyelerinde bölgeyi iyi bilen Abdurrahman bey, Salih Münir Paşa gibi uluslararası bir mahkemenin olmamasını eksiklik olarak görmektedir. Cemiyet-i Akvam’ın kurulmasından önce iki Osmanlının bu yaklaşımı oldukça önemlidir. Onlara göre tüm devletlerin tabi olacağı bir hukuk ile sorunlar adil bir şekilde çözülebilirdi. İlerleyen yıllarda Cemiyet-i Akvam ve sonra da Birleşmiş Milletler kuruldu. Savaş Suçları ve İnsan Hakları mahkemeleri oluşturuldu. Ancak bu kurumlar maalesef büyük devletlerin çıkarları aleyhinde bir yaptırım uygulayamadılar.

Dün olduğu gibi bugün de dünya barışı büyük devletlerin merhametine kalmış durumdadır. Hak, adalet, meşruiyet gibi kavramların güç karşısında acziyeti ortadadır. Bu durum açıkça şunu göstermektedir. Dünyanın en güçlü devletleri barış istemediği sürece hangi kurumu kurarsanız kurun, barış mümkün değildir.