Ortadoğu’da bütün siyasi sorunlar birbiriyle bağlantılı hale gelmiş olmakla birlikte, bölgesel krizlerin ilk sırasında yer alan Suriye Savaşı, küresel aktörlerin siyaset tarzında ve ilişkilerinde dengesizliklere neden olmaya devam etmekte. Örneğin, 4 Nisan’da İdlib kentinde düzenlenen kimyasal saldırı sonrasında ABD, Suriye’de saldırıda kullanıldığı iddiasıyla El Şayrat hava üssüne füze saldırısı düzenledi. Buna mukabil Putin, Rusya ile ABD arasında Suriye hava sahasında karşı karşıya gelmemek için uygulanan Hava Güvenliği Anlaşması askıya aldı. 18 Haziran’da Suriye’de Amerikan-Rus mücadelesi, ABD savaş uçaklarının Suriye rejimine bağlı bir uçağı Rakka kırsalında düşürmesi ile yeniden tırmanışa geçti. Birkaç gün önce gerçekleşen G-20 zirvesinde ise Rusya ve ABD, Suriye’nin güneybatısında ateşkes anlaşması için uzlaşmaya vardılar ve bu uzlaşı vakit kaybetmeden yürürlüğe girdi.

Bu türden keskin siyasal gelgitlerin olduğu bir ortamda, dış politika stratejileri dönemsel taktiklerden kolaylıkla ayırt edilememektedir. Ancak, ABD ve Rusya arasındaki ilişkilerin niteliğinin belirlenmesi Ortadoğu’da muhtemel değişimleri anlamak açısından önemlidir. İki ülke arasındaki rekabete rağmen, Trump ve Putin’in karakter ve söylem olarak benzerlikleri birçok gözlemcinin dikkatinden kaçmamaktadır. Buna ilaveten Washington-Moskova İşbirliğinin artacağına yönelik beklenti, seçim kampanyası sırasında Trump’ın Suriye krizini Rusya ile birlikte çözmek istediğini ilan etmesiyle de ilgilidir.

Güncel tartışmaların dışında, ABD’nin Rusya ile yakınlaşması gerilerden gelen bazı dinamiklere dayanmaktadır. Söz konusu dinamiklerin başında ise, Batı ittifakına duyulan güvenin sarsılması gelmektedir.

Bir Soğuk Savaş alışkanlığı olarak Anglo-Sakson-Atlantik ittifakının istikrarlı bir düşünce ve çıkar ortaklığına dayalı olduğu varsayılırken, bu ittifak arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar “aile içi” kavga şeklinde değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmenin nedeni AB ve ABD’nin, pan-Avrupa değerleri olarak kabul edilen ekonomik ve siyasi liberalizm fikrine bağlı olduğu inancıdır. Buna karşın birçok siyasi analistin dikkat çektiği gibi, küresel ve bölgesel düzeyde pek çok “aile” dağılma aşamasına gelirken yeni ittifaklara da kapı aralanmaktadır.

Batı İttifakının Düşen Nabzı

Bugünlerde Avrupa Birliği’nin geleceği tartışmalı bir hal almış ve entegrasyon konusunda ciddi şüpheler ortaya çıkmıştır. Yalnızca İngiltere’nin AB’den ayrılma kararı, Avrupa’da yükselen sağ hareketler veya yabancı düşmanlığı ile Avrupa Birliği’nin çimentosu kabul edilen değerlerin erozyona uğraması nedeniyle değil, Birliğin ekonomik açıdan Almanya’ya nüfuz alanı sağladığı düşüncesi, Yunanistan’da yaşanan büyük kriz sonrası yine Almanya tarafından dayatılan “acı reçete”  ve Avrupa halklarında ekonomik ve siyasi entegrasyona duyduğu inancın giderek zayıflaması, AB’nin derin bir kriz içinde olduğunu göstermektedir. AB krizinin iç dinamiklerine bakıldığında, liberal devletlerin ekonomik ve siyasi entegrasyonu sağlayacak düzenleyici üst kurumları oluşturmak suretiyle barış ve istikrar adası haline gelebileceğine dayanan liberal enternasyonalizm fikrinin de kriz içerisinde olduğu sonucuna varılabilir. AB içerisindeki ortak çıkarlardan ziyade çatışmaya kaymakta olan eğilimin, AB-ABD arasındaki ilişkilerde de öne çıktığı görülmektedir.

Avrupa entegrasyonu kuruluş dönemlerinden itibaren bir ABD projesi olarak kabul edilir. Nitekim, Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik olarak yeniden ayağa kaldırılması Marshall Planı’nı çerçevesinde yapılan yardımlara dayanmaktadır. Siyasi açıdan ise, SSCB’ye karşı bölgenin askeri ve siyasi olarak korunması görevini NATO çatısı altında ABD üslenmiştir. Ancak bu dönemlerde bile gerek NATO’da gerekse ABD ile Avrupa devletleri arasında güç mücadeleleri içten içe devam etmiştir. ABD’nin Avrupa siyasetine doğrudan ve dolaylı müdahalelerine karşı özellikle Fransa’nın Charles De Gaulle döneminde itibaren direnç gösterdiğini belirmek gerekir. Hatta De Gaulle, 1966’da NATO üslerinin Fransa’da çekilmesi, ABD nükleer unsurlarının ülkeden çıkarılması ve ülkesinin NATO’nun askeri kanadından ayrılması kararı almıştır. Bu dönem Vietnam Savaşı sırasında ABD’nin sarsılan siyasal ve askeri gücünün ve meşruiyetinin, dünya kamuoyunu meşgul ettiği bir zamana tekabül etmektedir.

2000’li yılların başında AB ile ABD arasında en önemli kriz Irak işgali öncesinde yaşanmıştır. Bu dönemde BM‘de Fransa, Almanya ve Rusya’nın birlikte tavır alması ve ABD işgal kararına karşı deklarasyon yayınlaması, Amerikan siyasetinin önemli aktörlerinden Henry Kissimger’ın dünya sistemi yeniden 19. yy güçler dengesi sürecine mi dönüyor sorusunu sorması için yeterli olmuştur.

Buna ilaveten ABD’nin, Avrupa’dan yapılan ithalata yüksek vergiler koyması, AB’de faaliyet gösteren çok uluslu şirketlerin (Apple, Amazon, McDonald’s, Starbucks gibi) vergi oranlarının belirlenmesi konusunda anlaşmazlık, (ayrıca gelecek açısından Trump yönetiminin hedeflediği vergi sistemi Avrupa ekonomilerini yakından ilgilendirmektedir) İran’a uygulanan ambargonun AB’nin enerji piyasalarını Rusya’ya bağımlı hale getirmesi, İngiltere’nin hiç bir zaman para birliğine katılmaması ve tarım alanında yüksek sübvansiyonlarla AB içindeki rekabet sistemini dengesizleştirmesi gibi birçok nedenle, AB ve ABD ilişkileri müttefiklikten, rekabet ilişkisine dönüşme potansiyelini hiç kaybetmemiştir.

Batı bloğundaki bağlar bu denli zayıflamaktayken, ABD ve Rusya işbirliği arayışını canlandırma çabası içerisindedir. Ayrıca, geçmişte SSCB-Çin arasındaki gerilimleri kullanmayı doğu bloğunu dağıtma stratejisi olarak kullanan ABD’nin, aynı politikayı Rusya’ya yakınlaşarak İran’ın etkisini zayıflatmak için denemesi güçlü bir ihtimaldir. Rusya’nın ise, ABD-AB tarafından uygulanan ekonomik ambargonun kaldırılması ve Kırım’ın ilhakının kabul edilmesi gibi öncelikler bağlamında, İran’ın kontrollü olarak yalnızlaştırılmasına çok uzak olmadığı söylenebilir. Kısacası, Trump ve Putin yakınlaşması sadece taktiksel değildir, ikili ilişkiler orta vadede stratejik bir nitelik kazanma potansiyeline sahiptir. Bu yakınlaşmadan etkilenmesi muhtemel ülkelerin başında İran ve onun bölge siyaseti gelmektedir.

İran Suriye’de Çözümün Parçası Olabilir mi?

İran’ın bölgesel siyasetindeki değişimler analiz etmek için üç önemli milat belirlenecek olursa, 1989 yılına kadar süren Irak’la Savaş dönemi, 2003 yılı Irak İşgali ve 2010 yılından itibaren başlayan Arap Baharı süreci esas alınabilir. İran-Irak Savaşı dönemi, rejimin kurumsallaşmasının yanında kaybedilen bölgesel ittifaklara alternatif oluşturma süreci ile birlikte yürütülmüştür. 2003 Irak işgali sonrası İran, askeri ve siyasi olarak bölgede daha geniş bir alanda var olmak için ciddi imkanlara kavuşmuş, Arap baharı sonrası istikrarsızlaşan Ortadoğu’da, Suriye, Yemen, Bahreyn ve Suudi Arabistan’daki krizlerde İran etkisi gözle görünür şekilde artmıştır.

İran-ABD ilişkileri her üç evrede de tek boyutlu olarak şekillenmemiştir. Örneğin iki ülke ilişkilerinin son derece kırılgan olduğu İran-Irak savası sırasında, İran hükümetinin Hizbullah’ın elindeki Amerikalı rehineler karşılında, ABD kaynaklı silahları İsrail aracılığıyla satın alması, üç ülkenin pragmatik bakış açısını ve uluslararası ilişkilerde ideoloji ve diplomasinin farklı eksenlerde yürütülebildiği bir örnek olarak tarihe geçmiştir.

Irak işgali sonrası, ABD ve İngiltere’nin küresel ölçekte meşruiyet kaybı ve hatta Bush ve Blair’in savaş suçlusu olarak yargılanmasına yönelik sembolik adımlar, İran’ın hedef tahtasından uzaklaşmasına ve bölgesel faaliyetleri için alan açılmasına neden olmuştur.

Trump’ın başkan seçilmesinden sonra ABD-İran ilişkilerinin alacağı seyir, İran’ın bölgesel politikalarını da doğrudan etkileyecektir. Yeni dönemde İran’ın bölgesel siyasetinin test edileceği ilk mesele Katar krizi ise ikinci konu Suriye krizi olacak gibi görünmektedir.

G-20 zirvesinde Trump ve Putin’in gerçekleştirdiği görüşmeden sonra varılan uzlaşı, sahada kısa sürede hayata geçirilmiş ve Suriye’nin Der’a, Kuneytra ve Süveyde bölgelerinde ateşkes sağlanmıştır. İran, zirvede alınan ateşkes kararını çelişkili açıklamalarla değerlendirmektedir.  Ruhani, İran’ın bölgedeki itilaf ve gerginliğinin son bulmasına yönelik her türlü çabayı desteklediğini açıklamıştır. İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi ise, terörizm ve radikalizmden ABD’yi sorumlu tutarak varılan anlaşmanın İran açısından bağlayıcı olmadığını, Astana sürecine kapsamında Rusya ile işbirliğine devam edeceklerini ifade etmiştir.

Astana sürecinde Türkiye, İran ve Rusya öncülüğünde uzlaşı sağlanan çatışmasızlık anlaşması birçok kez bölgedeki çeşitli unsurlar tarafında ihlal edilmiş olmakla birlikte, bu üç ülkenin Suriye krizini bitirmek noktasında önemli bir inisiyatif sayılabilir. Şimdi bu inisiyatif Rusya, ABD ve sınır ülke olan Ürdün’e geçmiş gözükmektedir. Türkiye, Suriye’de ki denklemin bir parçası olmayı sürdürmektedir.

İran ise bölgede Esad rejiminin terörle mücadelesine destek amacıyla bulunduğunu iddia etmektedir. Bundan dolayı, Rusya’nın baskısı ile Esad rejiminin İran merkezli güçleri ülkeden ayrılmasını talep etmesi durumunda, İran’ın bu ülkede askeri olarak varlığını sürdürmesi oldukça zorlaşacaktır. İran’ın Suriye’deki varlığı, önce Putin, sonra Esad’ın yol haritası ile yakından ilişkidir.

Ateşkesin istikrarlı bir şekilde devam etmesi, farklı ülkelerin desteklediği grupların kontrol altına alınmasını gerektirirken,  Hizbullah veya İran’a bağlı güçlerin, sahadan çekilmeye veya Rusya veya Esad güçlerinin himayesinde hareket etmeye zorlayacaktır.

Küresel güçler arasında uzlaşıda ateşkes sonrası süreçle ilgili olarak Suriye’de nasıl bir siyasal proje öngörüldüğü henüz net değildir. Fakat Putin’in ifade ettiği  pragmatik bir çözüm veya paylaşıma bir çok aktör yakın durmaktayken, İran yönetiminde soru işaretleri ortaya çıkmıştır.

Suriye’de geçici ateşkes, güvenli bölge, siyasal müzakere ve anayasa tartışmalarında, İran’ın masada olmasını temin edecek siyasal ortam zayıflamıştır. Obama döneminde Suriye krizinin  çözümü için masada olan İran’ın, yeninden aynı masaya dönmesi uzak bir ihtimaldir.

Hasılı, kısa süre önce başlayan Katar krizinde, Doha yönetiminin çeşitli ittifaklarını güçlendirerek direnmesi ve ABD’nin bu konuda yaklaşımının çelişkili görünmesi nedeniyle İran’ı çevreleme politikası konusunda beklenen mesafe kat edilememiştir. Ancak, Suriye’de yeni ittifakların seyrine bağlı olarak, İran’ın yine aynı düzeyde şanslı olacağını söylemek kolay değildir.