Modern anlamı ile Ortadoğu tanımını ifade eden sorunlar bütününün merkezinde yer alan Filistin-İsrail meselesi, Ortadoğu kavramının literatüre girişi ile aynı dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşında, dağılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğu coğrafyasında yeni bir harita çizen İngiltere öncülüğündeki batı ittifakı, “Ortadoğu” olarak tanımladığı bu coğrafyanın merkezine bir Yahudi Yurdu kurulacağını 1917 Balfour Deklarasyonu ile resmen ilan etmiştir. 1917’de Balfour deklarasyonu ilan edildiği zaman, Osmanlı devletinin bir parçası olan Filistin topraklarına Yahudi göçlerinde ikinci Aliyah (göç dalgası) tamamlanmıştı. Filistin’de çoğunluğu Doğu Avrupa’dan göç eden 40 bin kişilik Yahudi nüfusu oluşmuştu ve Yahudi yerleşimleri kurumlarını inşa etme sürecine girmişti. 1897’de Basel’de yapılan ilk Siyonist kongresinde ilan edilen Filistin’de Yahudi devleti kurmak hedefi 1948’de gerçekleştirilmiş, Filistin topraklarında İsrail devleti kurulmuştur.

Siyonistlerin, büyük sürgünlerle geçen binlerce yıllık Yahudi tarihi içinde yüz yılı bulmayan bu kısa zaman dilimi içinde hedefine ulaşma başarısı, küresel Siyonist örgütünün sistematik ve stratejik olarak gerçekleştirdiği yerleşim (işgal) faaliyetleri ile buna paralel olarak batıda özellikle İngiltere ve ABD’de yürütülen siyasi (lobi) faaliyetlerinin bir sonucudur. Siyonizm, Filistin’de İsrail devletini kurma hedefini gerçekleştirmesine rağmen Filistin’in tamamını İsrail’e katma hedefini henüz gerçekleştirememiştir. Bu hedefe yönelik olarak Filistin’de işgal bugün de çok boyutlu olarak devam etmektedir.  Uluslararası sistem tarafından tanınmayan ve kabul görmeyen devleti için Filistin tarafı, siyasi, kısmen askeri ve sivil alanlarda varoluş mücadelesi vermektedir. İşgal karşısında duran Filistin direniş hareketleri ise işgal gücüne güvenlik meşruiyeti zemini kazandırmaktadır. Böylece birbirini doğuran ve besleyen işgalci taraf ile işgal altındaki taraf arasında ciddi bir oransız savaş yaşanmaktadır. Güçlü ile zayıfın, haklı ile haksızın, zengin ile fakirin ya da avantaj sahipleri ile dezavantajlının savaşı bütün dengesizliği ile sürmektedir.

Filistin üzerindeki İsrail işgalinin bugün geldiği noktayı analiz etmek istediğimizde belli bir derinliğe nüfuz etmiş, genişleyen ve çeşitli uzantıları olan sistematik bir yapı ile karşılaşmaktayız. Bu yapıyı algılayıp tanımlamak için, bu çok yönlü ve boyutlu olan işgali üreten ve geliştiren düşünce sistematiğini ve stratejilerini, zaman içinde uğradığı değişimleri ve Filistin halkı ve insanların yaşamı üzerindeki etkilerini incelememiz gerekiyor. İşgalin medya üzerinden dünya kamuoyuna yansıyan şiddet boyutundan ziyade bu araştırmada medyaya yansıma oranı daha düşük olup belki de işgalin derinleşip kalıcı olmasında çok daha etkili olan diğer sivil alanlardaki boyutları ele alınmıştır. Bu yazıda, işgalin aslında her biri başka bir çalışma konusunu olabilecek farklı boyutlarını ana hatları ile bir araya getirip bir bütünün parçaları olarak değerlendirecek ve İsrail işgalini şekillendiren stratejik aklın yansımaları üzerinde duracağız.

Gerçek Sorun: Sürgün, Göç ve Kamplar

1948 Arap-İsrail savaşının Filistinliler için “Nakba” (felaket) ve İsrailliler için “istiklal” olarak sonuçlanması ile yeni İsrail devleti zaferini kazandı. 1949’da yapılan ateşkes anlaşması ile İsrail ve Filistin sınırları İngiltere mandası döneminde olduğu gibi yeşil hat olarak belirlendi. Buna göre Kudüs, Doğu ve Batı olmak üzere ikiye bölündü; Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze, Filistin bölgesi olarak uluslararası kabul gördü. İsrail sınırları içinde kalan bölgelerde yaşayan Filistinli nüfusu üzerinde İsrail’in sistematik olarak uyguladığı Arapları yerinden etme D Planı sonucu 750 binden fazla Filistinli göç etmek zorunda kaldı. Yerlerinden sürülen Filistinlilerin yerine, o dönem Doğu Avrupa’dan İsrail’e göç eden Yahudiler yerleştirildi. Böylece toprak ve mülklerini tamamen kaybetmiş olan Filistinliler için geri dönüş umudu kalmamış oldu. Diğer taraftan İsrail’de kalıp kaçamayan yaklaşık 160 bin Filistinli İsrail vatandaşı olmuşlardır. Bu durumun sonucu olarak bugün Filistinliler, Filistin kimliğine sahip olanlar ve İsrail vatandaşı olanlar olarak iki statü altında yaşamaktadırlar. Filistinliler arasında İsrailli Filistinliler, “48 sınırlarında” yaşıyor olarak tanımlanır. Bu iki statünün Filistinlilerin hayatlarına olan etkilerini sonraki bölümde anlatacağız.

Yer ve yurtlarından sürülen Filistinlilerin ise büyük bir çoğunluğu Batı Şeria, Gazze, Ürdün, Lübnan ve Suriye’de olmak üzere mülteci kamplarına yerleştirildiler ve böylece sonu hiçbir zaman gelmeyen “mülteciler sorunu” başlamış oldu. 1967 Arap-İsrail savaşından yine zaferle çıkan İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’yi ve bunlara ilaveten Sina ve Golan tepelerini işgal etmesi sonucu mülteci sayısı artmıştır. Buna bağlı olarak mülteci kampları da artarak bugün ulaştığı noktaya gelmiştir. Günümüzde Batı Şeria’da 19, Gazze’de 8, Suriye’de 10, Lübnan’da 12 ve Ürdün’de 10 adet mülteci kampı ve bu kamplarda yaşayan 6 milyona yakın Filistinli mülteci bulunmaktadır. Bu kamplarda yaşanan trajedi nesilden nesile miras olarak devredilmekte ve dünya buna bir çözüm bulamamaktadır.

Askeri İşgal

1967 savaşı ardından İsrail, Batı Şeria ve Gazze’yi işgal etmiştir. Bu topraklar İsrail için öteden beri iki noktada büyük önem arz etmekte idi. Birincisi; askeri güvenlik ile su güvenliği, diğeri ise din meselesidir (Yahudiler için kutsal olan mekanlar bu bölgede olduğu için aslında Yahudilere ait topraklar olduğu kabul edilmektedir) (Gordon, 2008). İsrail 67 savaşı sonrası bölgeyi askeri olarak işgal edip yönetime el koyarken bunun aslında işgal olmadığını çünkü Batı Şeria’nın savaş öncesi Ürdün idaresinde ve Gazze’nin de Mısır idaresinde olduğunu ve Filistin’in statüsünün tartışmalı olduğu iddiası ile uluslararası hukukta meşruiyet aramaya çalışmıştır. 1967-1994 arası İsrail, Filistin topraklarında yürüttüğü askeri yönetimle işgali normalleştirme stratejisini benimsemiş ve bu şekilde geçici olarak görünen işgali daimi hale getirmeyi hedeflemiştir.

İsrail 1967 işgali ile istediği topraklara sahip olurken, aynı zamanda istemediği Filistinli Arap nüfusuna da sahip olmuş oluyordu. İsrail işgal yönetimi, toprak ve insanı birbirinden ayrı değerlendiren bir strateji ile kurulmuş ve bu ayırıma dayalı olarak devam etmiştir. İstemediği bir milyon insanı yönetmek üzere İsrail işgal ettiği topraklarda askeri bir idare tesis etmiştir. Böylece hem sivil hem askeri alanlar askeri idareye verilmiştir. Askeri idare, merkezin geliştirdiği hukuk mekanizmaları ile bu insanları kendi vatandaşları olarak değil, kontrol altında tuttuğu yığınlar olarak yönetmiştir. Aynı zamanda hızla işgal altında tuttuğu bölgelerde İsrailliler için yeni yerleşim bölgeleri kurarak burada İsrail nüfusunu oluşturmuştur. İsraillilere verilen vatandaşlık hakkı Filistinlilere verilmemiş, aynı topraklardaki bu iki toplum farklı yönetimlerle ve birbirinden izole edilerek yönetilmiştir. Filistinliler için geliştirilen özel hukukta uluslararası insan hakları tarafından belirlenen en temel haklar dahi geçici izinlerle sınırlı tutulmuş, birçok önemli konuda Filistinlilerin hayatını ilgilendiren kanunlar belirsiz bırakılmıştır. Bu izinler çok uzun süren bürokratik işlemler, ücretler ve çoğunlukla GSS yetkilileri ile yapılan görüşmelere dayalı prosedürlerin sonunda alınabilmekte ve bazen de hiç mümkün olamamaktadır. Günlük hayatın yolculuk, ulaşım, ticaret vb. en basit uygulamaları bu izinleri gerektirmektedir. Bu izin sistemi, Filistinlilerin yaşam ve hareket alanını sınırlamakla kalmayıp işgal yönetimine muazzam bir kontrol ve izleme mekanizması sağlamıştır ki, asıl hedef de budur. İşgal idaresi Filistinlilerin insani gereksinimlerini karşılayabilmek için bağlı oldukları bu izinler üzerinden onları kendileri ile işbirliği yapmak zorunda bırakmıştır. Kanunen hiçbir yetki ve otoritesi bulunmayan GSS tamamen kanunsuz uygulamalarıyla sınırsız bir güç sahibi olarak Filistinlileri tutuklama, göz altı, mülk yıkma, işten atma, işe alma gibi uygulamaları üstlenmiştir.

Oslo Barış Anlaşmasını müteakiben 1994’te İsrail, Filistin toprakları üzerindeki idaresini bırakarak Filistin otoritesine teslim etmiştir. İsrail Filistin’e Filistin halkı üzerindeki sorumlulukları devrederken yetki ve otoritesini devretmemiştir. Filistin toprağını ve nüfusunu birbirinden ayrı gören İsrail yönetimi yeni otonom Filistin yönetimini özellikle ekonomi, hukuk ve güvenlik gibi stratejik alanlarda kendisine bağımlı kılarak Filistin toprağını yönetmektedir. Yapılan idari düzenleme ile Filistin ve İsrail yetki alanlarına giren bölgeler A-B-C bölgeleri olarak belirlenmiştir. Buna göre Batı Şeria’da %5lik nüfusuna karşılık toprağın %54’ünün yönetimini üzerine alan İsrail, nüfusun %95’ine karşılık toprağın %27’sinin idaresini Filistin yönetimine bırakmıştır. Filistin halkı üzerindeki sorumluluklarından kurtularak Filistinlilerin kontrolünü taşeronu olan Filistin otoritelerine yaptırma yolu ile hem kontrolün maliyetini düşürmüş hem de işgalini kamufle etme imkanı bulmuştur.

Bugün gelinen noktada askeri işgalin yerini almış olan sivil işgal, İsrail’in Filistin topraklarını ele geçirme hedefi yolunda, daha az fark edilir fakat çok daha derin, yayılmacı ve kalıcı sonuçlar üreten stratejilerle yürütülmektedir. İkinci İntifada ile başlayan süreçte, 2000’li yıllardan itibaren İsrail, Filistin halkı üzerinde çok büyük oranda şiddet uygulama politikası izlemektedir. Bunun sonuçları dünya kamuoyuna medya aracılığı ile yansımaktadır. Özellikle 2014’te Hamas ve El-Fetih liderlerinin bir araya gelerek anlaşma sağlamaları üzerine Gazze’yi havadan bombalayan İsrail, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 2000 insanı öldürmüş ve şehri tahrip etmiştir.

Yerleşimler

İsrail 1967’de Filistin’i işgalini müteakip Filistin’de yerleşim birimleri inşası programını uygulamaya başlamıştır. İsrail bu uygulama için öncelikli olarak Filistin topraklarına el koyması gerekiyordu. Askeri, güvenlik, kamu yararı (kamu ile İsrailli yerleşimciler kastedilmektedir) gibi çeşitli gerekçelerle Filistin toprağını istimlak ederek kamulaştırmak için kanuni alt yapı oluşturmuştur. Diğer taraftan hızla inşa edilen bu yerleşim yerlerine Yahudi nüfusunun göçünü teşvik etmek için, İsrail vatandaşlarına vergi indirimi, devlet yardımı, 3 kat fazla sübvansiyon ve daha birçok teşvik çeşitleri uygulamıştır. Bu şekilde hızla Filistin’de Yahudi yerleşimleri oluşturma projesi yürütülmüş; 1980’e gelindiğinde İsrail Batı Şeria’nın %20’sini ve Gazze’nin %40’ını yerleşim bölgesi haline getirerek 57 adet yerleşim birimi kurmuştur.

1994 sonrası, Filistin’de askeri idaresini geri çekmesine mukabil İsrail yerleşim projesine hız vermiş ve 1993’te 53 bin olan yerleşimci nüfusu 2000’de 87 bini bulmuştur. Yerleşim projesinin görünen sonuçları şunlardır:

  • Filistinlilerin hareket alanlarını daraltıp, yaşam alanlarını sınırlama ve ekonomik ve sosyal alanlarda ilerlemelerini önleme. Özellikle Filistinlilerin tarım alanları gasp edilerek tarım yapmaları engellenmiştir. Filistinlilerin komşu köy veya kasabalardaki akraba ve yakınları ile bağlantıları ve okul, sağlık gibi sebeplerle seyahat ve dolaşımları engellenerek çok dar alanlarda izole edilmişlerdir.
  • Filistin köylerinin aralarını açıp birbirlerinden koparma, birleşmelerini engelleme. Böylece Filistin içindeki toprak bütünlüğünün parçalanması sağlanarak, idari bir birlik oluşturmaları engellenmiştir.
  • Filistinlileri tepeden seyredip kontrol altında tutma, sürekli gözetleme görevi. Yerleşimcilere Filistinliler üzerinde polislik yapma görevi verilmiş ve buna dayanarak şiddet içerikli saldırılar gerçekleştirebilmelerine imkan tanıyan yetkiler verilmiştir. Yetişkin yerleşimcilere kendilerini savunma amaçlı silahlar tahsis edilmekle birlikte ayrıca yerleşimlerde oluşturulan askeri milislere askeri mühimmat sağlanarak “kendilerini korumak için” ne gerekirse yapabilmeleri yetkisi verilmiştir. 1994’te yapılan El-Halil katliamı gibi olaylar yerleşimci terörü ile gerçekleştirilmiştir. Bunun gibi diğer katliamların dışında Filistinlilerin günlük hayatı içinde ve süreklilik arz eden yerleşimciler tarafından yaralanma, camilerin yakılması, sağlık ekipmanlarına zarar verilmesi, gazetecilere saldırılması ve özel mülklerin, tarlaların, zeytin ağaçlarının tahrip edilmesi, hayvanlarının çalınması gibi olaylar yaşanmaktadır. Burada hedef genellikle Filistinlilerin yaşam kaynaklarıdır, yıldırmak, tahrik etmek ve topraklarını terk edip gitmelerini sağlamak politikası güdülmektedir (Gordon, 2008, s. 142). Bu tip saldırılara maruz kalan insanların haklarını arayabilecekleri bir hukuk sistemi mevcut değildir.

Bugün, İsrail’in 2005’te Gazze’deki yerleşimlerini boşaltması sonucu Batı Şeria’da toplam 144 yerleşim birimi bulunmakta ve 519 bin İsrailli yerleşimci yaşamaktır (IPPC, 2014). Doğu Kudüs’te ise 300 binin üzerinde İsrailli yerleşimci yaşamaktadır ve bu sayı her geçen gün artmaktadır. İsrail’in Filistin’de yerleşim projesinde Doğu Kudüs’ün çok önemli bir yeri vardır. Doğu Kudüs’ün Batı Kudüs’e dahil edilerek, Kudüs’ün tamamının İsrail’in metropol başkentine dönüştürülmesi hedefine yönelik olarak özellikle kutsal mekanları içine alan Eski Şehirde ve civarında yerleşim girişimleri yoğunlaşmaktadır. 1967’den itibaren Kudüs’ü çevreleyen ve Batı Şeria ile bağlantısını kesmesini sağlayan –bu şekilde Doğu Kudüs’ün Filistin başkenti olabilmesini engellemek hedeflenmiştir- çok sayıda Yahudi yerleşim alanları oluşturulmuştur. Bunlara ilaveten yeni yerleşimler de apartman ya da müstakil ev olabilen tek bir binadan müteşekkil “mikro yerleşimler” uygulamasıyla çok daha kısa sürede ve kolaylıkla yaygınlaştırılmaktadır. Özellikle Kudüs’ün kalbi olan eski şehirde (Müslüman mahallesinde) Filistinli Mahalleleri içindeki bu münferit yerleşimci binalarına İsrail tarafından 24 saat güvenlik hizmeti sağlanmaktadır (IPPC, 2012). İsrail Yerleşimleri baskısından nasibini en çok alan Batı Şeria şehri, bugün Hz. İbrahim makamına ev sahipliği yapan El-Halil şehridir. Şehrin dini önemine binaen İsrail’in, özellikle sağ kanadın, aidiyet iddiasında bulunduğu el-Halil şehrinin tam göbeğine İsrail yerleşimi konuşlandırılmış ve buradaki Filistinlilerin hayatını tahrip etmiştir.

1967’de başlayan yerleşim hareketleri 1972’de bizzat eski şehrin kalbine, İbrahim Camii’nin yanına askeri üs yapılanmasıyla kurulmuştur. Eski şehrin ekonomisinin ana damarı olan çarşılar boşaltılmış, insanların oturdukları yerlerden çıkarılmış ve birçok ev yıkılmıştır. 1994’te Kanlı Cuma olayında Ramazan ayında sabah namazını kılan 67 kişinin öldürülmesinin ardından, caminin 2/3’üne İsrail tarafından el konularak Yahudilere ayrılmıştır. Şehir, Müslüman bölümüne H1, Yahudi yerleşim bölgesine H2 adı verilerek ikiye bölünmüş ve Müslüman bölünün İbrahim Camiine geçiş yolları kapatılmış, tek bir askeri geçiş noktası bırakılarak, Filistinlilerin camiye gidişleri büyük bir soruna dönüştürülmüştür. Burada hedef İbrahim Cami ve çevresini tamamen Yahudileştirmek olduğundan, buranın sakinleri İsrail askerlerinin ağır güvenlik uygulamaları altında, günlük hayatın her alanına müdahale edilen bir ortamda yaşamlarını sürdürmektedir. Bunun sonucu olarak şehrin ekonomik ve sosyal hayatı büyük tahribat altındadır.

Açıkhava Hapishanesi: Ayırma Duvarı ve Kontrol Noktaları

Yukarıda anlatılan Filistin’de İsrail yerleşim düzenine bakıldığında, özellikle Doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın yerleşim bölgeleri ile iç içe geçerek paramparça olmuş, bütünlük ve düzenini kaybetmiş olan bir manzara ile karşılaşılmaktadır. Mekânsal olarak entegre olmuş görüntüsü veren bu haritada demografik olarak büyük bir ayırım ve izolasyon bulunmaktadır. İsrail, 1967’den itibaren Filistin topraklarında oluşturduğu her yeni yerleşim birimini ve onlara bağlı olan geçiş yollarını bariyerlerle çevirerek Filistinlilere kapatmış, bu şekilde işgal ettiği Filistin toprakları zaman içinde hızla genişledikçe, Filistinlilere kalan hareket alanı son derece daralmıştır. 2002’de 2. İntifada ile birlikte İsrail ayırma duvarı inşasına başlamış ve tüm Batı Şeria’yı ve Gazze şeridini kuşatacak şekilde kalıcı duvarlarla kapatmıştır. Filistinlilerin saldırısından korunma gerekçesiyle inşa kararı alınan bu duvar aslında İsrail için Filistin toprağını kontrol etmek üzere oluşturduğu sistemde çok önemli bir araçtır. İsrail bu duvarı, yeşil hat ile belirlenen Filistin sınırlarını ihlal ederek Filistin toprağından yüklü miktarda fazla toprak çalarak inşa etmiştir.

Duvarın toplam uzunluğu yeşil hattın uzunluğunun yaklaşık iki katına ulaşarak 680 km.ye ulaşmış ve Filistin toprağının %12’sini içine almıştır ki bu topraklar tarıma en elverişli olan bölümdür. Duvar ile yeşil hat sınırı arasında kalan Filistinlilerin yaşamı felç olmuş, çıkış noktaları kapatılmıştır. Batı Şeria ve Gazze arasındaki “güvenli yol”un kapatılması ile bu iki bölge arasındaki irtibat kesilmiştir. Duvarlar arasında sıkışan köy ve şehirlerde yaşayan Filistinlilerin kendilerine on dakika mesafedeki diğer köye gidebilmeleri ancak çok uzun yollarda ve uzun zaman içinde mümkün olabilmektedir. Bu duvar Filistinlileri İsraillilerden ayırmanın ötesine geçerek, Filistinlileri Filistinlilerden ayırmaktadır.

Filistinlilerin İsrail’e girişleri yasak olduğu gibi Kudüs kimlik kartına sahip olmadıkları sürece Kudüs’e girme izinleri de yoktur. Kudüs’e giriş için bir Filistinlinin sağlık vb. bir gerekçe ile özel izin alması gerekmektedir ki bu da hiç kolay olmayıp uzun bir prosedürü gerektirmektedir. Alınabilen izinler bir yada iki günle sınırlı olarak verilmektedir. Filistinli Müslüman bir kadının Mescid-i Aksa’yı ziyaret edebilmesi için 50 yaşın üzerinde olması gerekmektedir. Batı Şeria’dan Kudüs’e girmek isteyen bir Filistinli giriş iznini alabilmiş olsa bile aradaki duvara çarpacağından ancak İsrail’in tüm Batı Şeria bölgesinin giriş çıkış noktalarında konuşlandığı kontrol noktalarından geçerek girmesi mümkün olacaktır. Kontrol noktaları, aşırı güvenlik tedbirlerinin alındığı, birkaç demir turnike ve kapıdan yoğun silahlı askerlerin gözetiminde geçilen ve gerektiğinden uzun sürelerde insanların geçiş için bekletildiği ve aşağılandığı yerlerdir. Eğer kontrol noktasından geçiş otobüs gibi bir toplu taşıma aracı ile yapılıyorsa, araçtaki pasaport sahibi yabancı turistler ve İsrailliler kontrol edilmezler fakat sadece Filistinliler araçtan inerek kimlik veya belgelerini ibraz etmek sureti ile kontrol edilirler.

Ayrımcılık günlük şehir hayatının içinde gayet stratejik düzenlemelerle ince detayların içinde yerleştirilmiş olarak sürekli Filistinlileri karşılamaktadır. Mesela, şehir içinde ve dışında bulunan tabelalardaki yazılar İbranice, Arapça ve İngilizce olmak üzere üç dilde yazılı olmasına rağmen (zaman zaman Fransızcaları da bulunmakta), Arapça yazılar İbranice kelimelerin Arapça karşılığı olmayıp sadece İbranice kelimelerin Arap harfleri ile yazılışlarından ibarettir ve Arapça anlamları yoktur. İbranice bilmeyen Filistinlilerin bu yazıları anlama şansları yoktur. Dışardan bakınca çok kültürlü toplum imajı veren bu görüntü aslında Filistinlilerin maruz kaldığı etnisiteye dayalı ayrımcılığın bir örneğini göstermektedir. Filistinliler günlük hayatın akışı içinde bunlara benzer sayısızca ayrımcılığın hedefi olmaktadırlar. Toplum içindeki bariyerler sadece duvarlarla sınırlı olmayıp Filistinlileri izole etmeye yönelik hayatın her alanında mevcuttur.

Metropolitik İşgal

İsrail’in Filistin üzerindeki işgal sisteminde Filistin topraklarını kontrol etmek ve şekillendirmek üzere kullandığı araçlardan biri de şehir planlamasıdır. Yerleşimler ve bariyerler ile Filistin topraklarını küçültüp, parçalayıp izole eden ve burada Yahudi nüfusunu her geçen gün artırarak burayı İsrail toprağına dönüştürme stratejisi uygulayan İsrail, şehir planlaması ve iskân politikaları ile Filistinlileri azınlık durumuna düşürerek uzun vadede şehirleri Filistinlilerden temizleme yani etnik temizlik planının bir parçasını uygulamaktadır.

Özellikle İsrail için son derece stratejik olan Doğu Kudüs ve El-Halil gibi dini önemi büyük şehirlerde bu uygulamalar yoğunlaşmaktadır. Doğu Kudüs’te bugün İsrail toplam arazinin %80’ini kamulaştırarak burada mevcut olan evleri kaçak yapılar durumuna düşürmüştür. Bu bölgelerdeki Filistinli sakinlerin evlerini istediği zaman yıkma hakkına sahiptir ve sürekli yıkımlar gerçekleştirmektedir. Evlerini kayıtlı hale getirerek fiili mülklerine kanuni olarak sahip olmak isteyen Filistinliler izin almak zorundadır. Fakat ancak geçici olarak en fazla yirmi yıllık süreye kadar verilen bu izin karşılığında çok yüksek bedel ödemeleri gerekmektedir. Geri kalan %20lik arazide ise bir Filistinlinin ev yaptırması için yine yüksek bedeller karşılığında bir dizi inşaat izinleri alması gerekmektedir. Buna karşılık Filistinliler için uygun emlak kredisi sağlayan bir finans sistemi bulunmaması (Filistin bankalarının Doğu Kudüs’te şube açmaları engellenmiştir ve İsrail bankalarının kredileri Filistinliler için çok sayıda handikap içermektedir) Doğu Kudüslü Filistinlilerin emlak edinmeleri ve yaşamlarını sürdürebilmelerinin önünde büyük bir engeldir. Belediye hizmetlerinin çok azından faydalanabilen Kudüslü Filistinlilerden, İsrailli Kudüslülerden çok daha yüksek oranlarda vergiler alınmaktadır. Kudüslü Filistinlilerin İsrail sakini (resident) olma statülerine karşılık hiçbir devlet vatandaşlıkları mevcut değildir. Kudüslü Filistinlilerin sahip oldukları daimi sakin statüsünü eşlerine ve çocuklarına geçirmeleri ise 2003’te İsrail’in çıkardığı aile birleşmesini önleme politikası ile yasaklanmıştır ve bunun sonucu olarak bugün Kudüs’te yaşayan 10 binden fazla çocuk kayıt dışıdır (Elkhafif, 2013, s. 9).

İsrail kurumları eski şehrin bitişiğinde bulunan Filistinli Silvan semtinin altında arkeolojik kazı çalışmaları yaparak bölgenin altını tünellerle kaplamakta ve bölgeyi “City of David” İsrail ulusal Parkına dönüştürerek burada yaşayan binlerce Filistinlinin geleceğini sistematik olarak yok etmektedir (Ofran, 2011; Oppenheimer, 2011). Ayırma duvarı ile bölünmüş Doğu Kudüs’ün banliyöleri duvar ardında kalarak, fiziksel, sosyal ve ekonomik olarak entegre oldukları ve tamamen bağımlı oldukları Kudüs merkezinden koparak izole edilmiştir. Duvar ve belediye sınırları arasında izole edilmiş, 2010 yılı sayımlarına göre 55 binden fazla insan, belediye vergilerini ödemekle mükellef oldukları halde, duvarın içindeki Kudüslülerin almış olduğu; su, posta, çöp toplama gibi temel hizmetlerden faydalanmamaktadırlar (Elkhafif, 2013, s. 6). Bu politikalarının bir sonucu olarak Doğu Kudüs’teki Filistinlilerin ekonomik ve kültürel gelişmelerinin önü kesilmekte ve Kudüslü Filistinliler şehri terk etmek durumunda kalarak genellikle Ramallah olmak üzere Batı Şeria’ya göç etmektedirler. Kudüs’te Filistinli nüfusu her geçen gün azalmakta buna mukabil İsrailli yerleşimci sayısı hızla artmakta ve böylece İsrail gerçekleştirmek istediği %70/30 nüfusu oranı hedefine doğru yaklaşmaktadır (IPCC, 2012).

Kültürel İşgal

İsrail’in Filistin toprakları üzerindeki kontrolü ile yukarıda bahsettiğimiz iki temel sebepten biri olan dini amaçlara yönelik olarak, kutsal ve aynı zamanda tarihi merkezlerin Yahudileştirilerek İsrail’e katılması hedefinin gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Bu hedef doğrultusunda İsrail gerek askeri işgal döneminde ve gerekse 94’ten beri devam eden Filistin yönetimini uzaktan kumanda yoluyla Filistin toprağını ve kaynaklarını kontrol ederek sürdürdüğü işgal döneminde önemli stratejik uygulamalarda bulunmaktadır. İsrail’in kültürel inşa politikaları özellikle eğitim ve turizm alanlarındaki uygulamalarıyla Filistin işgalinin geleceğini şekillendirmeyi hedeflemektedir.

İsrail 1948’den bugüne Filistin Eğitim sistemine müdahil olarak kontrol altında tutmuş, ders müfredatını ve kitaplarını kendi politikalarına uygun olması için denetlemiştir. Bu politikaların başında Filistin ulus kimlik ve bilincinin oluşmasını engellemek gelmektedir. İşgal altındaki Filistinlilerin ne İsrailli ne Filistinli kimliğine sahip olmaları istenirken, sadece “Arap” kimliğini benimsemeleri hedeflenmiştir. Filistinlilerin bir millet oldukları iddialarını zayıflatmak ve Filistin milliyetçiliğinin oluşmasını engellemek üzere Filistin milliyetçiliğini içeren her türlü ifade ve bildiri yasaklanmış ve cezalandırılmıştır. Filistin ulusal sembolleri, Filistin tarihi ve Filistin coğrafyası silinmiş ve yasaklanarak kanun dışı ilan edilmiştir. Aynı politikalar İsrail vatandaşlığı altında yaşayan Filistinliler için de geçerlidir ve onların da ne Filistinli ne de İsrailli kimliği tanınmamakta, İsrail’e uyum sağlamak zorunda olan Arap azınlık olarak kendilerini tanımlamaları teşvik edilmektedir (Gordon, 2008, s. 57, 95).

Eğitim sistemine hakim olan tarih ve kültür inşası, turizm alanındaki uygulamalarla somutlaştırılarak pekiştirilmekte ve uluslararası bir platform kazanmaktadır. Arkeolojik kazı çalışmaları sonunda ortaya çıkarılan yeni tarihi sit alanları Yahudileri antik tarihlerine bağlayan köprüler olarak inşa edilerek ulusal İsrail bilincinin güçlendirilmesi sağlanmaktadır. Bu inşa faaliyeti iki boyutlu bir işgal yolu açmaktadır. Birincisi özellikle Doğu Kudüs, Silvan semtinde oluşturulan “city of David” Filistin mahallesinde Filistinliler yok sayılarak yapılmakta ve Yahudiler ile bu bölge arasında direk aidiyet bağları tesis edilmektedir ki, bu Kudüs’ün tamamının İsrailleştirilerek başkent yapılması hedefine giden önemli bir yoldur. İkinci ve buna paralel olarak, Yahudi İsrail antik tarihi inşası yine Filistin ve İslami dönem tarihi üzerine ve bu dönem yok sayılarak yapılmakta ve otantik olarak Yahudi ve İsrail atalarının mirası olduğu varsayılan bir Kudüs inşası yapılmaktadır. Bu çift boyutlu gösteri Kudüs’e gelen yabancı turistlere de sunulmakta ve böylece aynı tarih ve kültür algılaması uluslararası bir tanınma platformunda inşa edilmektedir.

Kudüs örneğinde anlatılan bu çalışmalar Beytüllahim, el-Halil gibi tarihi ve dini önemi büyük olan diğer kentlerde de yapılmaktadır.

Ekonomik İşgal

Filistin’in Oslo barışı ile idari özerkliğini almasının ardından İsrail’le 1994’te yapılan Paris protokolü ile ekonomisinin yönetimi İsrail tarafından kontrol altına alınarak İsrail’e bağımlı hale getirilmiştir. İsrail bu dönemden itibaren Filistin kaynaklarını kontrol altına alıp Filistin’in ekonomik gelişmesini engellemek üzere çok sayıda sınırlamalar getirmiştir. Filistin’in tüm gelirlerinin transferini İsrail kendi kontrolü altında tutarak, bunu Filistin yönetimi üzerinde önemli bir koz olarak kullanmıştır. Yapılan gümrük birliği anlaşması ile tamamen İsrail’in ticari düzenlemeleri güvence altına alınmış ve eşitsiz düzenlemelerle Filistin ürünlerinin rekabet gücü çok zayıflatılmıştır. Filistin’e kendi ekonomik çıkarları doğrultusunda kendi ticari rejimini seçme hakkı verilmeyerek, 67’den beri devam eden kolonyal sistem güvence altına alınmıştır. Mal dolaşımına büyük sınırlamalar getirilerek ticaret izninin alınması çok pahalı ve karmaşık bir düzene sokulmuştur. Bu dönemde Filistin ciddi bir ekonomik krize girmiş ve 1994’te Gayrisafi Ulusal Gelir 1850$ iken 2003’e gelindiğinde bu rakam 1.110$’a inmiştir.

İkinci İntifadanın ardından insan, mal ve hizmet dolaşımına getirilen sınırlamaların bariyerlerle ağırlaştırılması sonucu öncelikle ekonominin temel parametrelerinden olan iş gücü dolaşımı büyük zarar görmüştür. Örneğin, 2010’dan beri İsrail Batı Şeria’da üretilmiş ecza, kuru gıda ve et gibi belirli ürünlerin, İsrail standartlarına uygun olmadığı gerekçesi ile Kudüs’e sokulmasını yasaklamıştır. Bunun sonucu olarak Filistin ekonomisi yıllık 48 milyon dolarlık zarara uğramıştır. Kudüs’e sokulmasına izin verilen sınırlı sayıdaki Filistin ürünlerinin de ticari kontrol noktalarındaki “back to back” uygulaması sonucu transfer ve ulaşım maliyetleri çok yükselmekte ve ticareti zorlaştırmaktadır (Elkhafif, s. 8). Sadece ticaret sınırlanmakla kalmayıp, dış yatırımlar, sanayi girişimleri ve finans alanlarında da çok önemli oranda sınırlayıcı düzenlemeler yapılmıştır.

Bütün bu ekonomik ve finansal sınırlamalar yerleşimler ve bariyerler gibi yukarda anlatılan diğer işgal unsurları ile desteklenerek Filistin ekonomisinin gelişip güçlenmesini engelleyen ve İsrail’e olan bağımlılığını artıran bir sömürge ekonomisi oluşturulmuştur.

Sonuç Yerine

Filistin’de İsrail işgalinin yukarıda her biri ancak özet ve giriş mahiyetinde anlatılan göç, askeri, kültürel, metropolitik ve ekonomik boyutlarının bir araya gelmesiyle ortaya çıkan resme baktığımızda bunların tesadüfi değil fakat belli temel hedefler doğrultusunda ve stratejik, uzun vadeli planlar ile şekillendiğini görmekteyiz. İsrail işgalinin en temel hedefi Filistin topraklarını İsraillileştirmektir. Bu hedef 1948-67 arası; Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ün Ürdün idaresi ve Gazze’nin Mısır idaresi altında olduğu dönem, 1967-1994 arası İsrail sömürge dönemi ve 1994’ten bu güne gelen Filistin özerk idaresi dönemlerinde daima İsrail devletinin temel Filistin politikası olarak işgali şekillendirmiştir.  İsrail işgalinin, temel hedefi doğrultusunda geliştirilen temel stratejiler;

  • Filistin’in hem toprak ve hem de halk bütünlüğünü parçalara ayırarak bölmek ve her iki düzeyde de bu unsurların bir araya gelip bir bütün oluşturmalarını gelecekte bir Filistin devleti kurabilmelerini imkansız hale getirmek,
  • Nüfus politikası ile Filistin nüfusunu azınlık durumuna getirip Yahudi yerleşimleri ile İsrailli nüfusunu yükselterek Filistin topraklarının doğal yollarla İsraillileşmesini sağlamak,
  • Filistinlilerin ekonomik ve sosyal gelişimlerini önleyerek, sivil toplum dinamiklerinin güçlenmesini engellemek,
  • Filistin topraklarındaki tarihi ve kültürel dokuyu İsraillileştirmek.

Bu stratejileri uygulamak için yukarıda anlatılan yerleşimler, bariyerler, ekonomik yaptırım ve izolasyonlar gibi çok sayıda araç kullanılmaktadır. Her bir araç aynı anda bir çok amaca hizmet etmekte ve birbirini tamamlamaktadır. İşgalin bugün geldiği noktada Filistin direnişini engelleyemeyip bilakis güçlendirmesiyle birlikte, kendi hedeflerine giden yolda ciddi bir derinlik ve hacim kazandığını görmekteyiz. Bu sonuç, işgalin İsrail devleti tarafından stratejik planlama ve kurumlar arası koordinasyon ekseninde çok boyutlu olarak yönetildiğine işaret etmektedir. Filistin toplumu üzerinde geliştirilen bu sistematik işgal ile zamana yayılmış bir etnik temizlik operasyonu gerçekleştirilmektedir.