Merkezi Ortadoğu’da yıllardır süren işgal, iç çekişmeler, mezhep savaşları yüksek yoğunlukta çatışmalar; Yemen’i bitiren savaş, Libya’daki fiili bölünmüşlük gibi sorunları tartışırken bu bölgelere göre jeopolitiği daha yüksek olan Basra Körfezi’nde barıştan ve istikrardan kısmen söz edilebilmekteydi. Çoğu kere bu göreceli barışın kaynağı olarak, ABD gibi dış güçlerin bölge kaynaklarına bağımlılıkları ile yerel monarşilerin bu güçler ile uyumu gösteriliyordu. Ama birden durum değişti ve bölge sıcak çatışma ortamına çekildi. Aslında barışın bozulması ve çatışma eşiğine gelinmesinde de kural değişmedi. Yine ABD ile yerel monarşilerin (özellikle Suudi Arabistan (SA), Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn) uyumu barışı bozdu. Ancak bu sefer söz konusu uyumda her zaman kullanılan araçlar değiştirildi ve yeni bir oyun sahası belirlendi. İşte bugünlerde konuştuğumuz Katar krizi bu şekilde yaratıldı. ABD Başkanı Trump’ın seçim sonrası Körfez’e yaptığı ilk yurtdışı ziyaretinin adeta bir sonucu olarak Katar hedef tahtasına konuldu. Ardından Körfez’de hiç görülmemiş bir şekilde kara, deniz ve hava bağlantıları kapatılıp dış dünyadan izole edildi. Basra Körfezi’nin küçük ülkelerinden biri olan ama gelişmiş dünya ülkelerini de kıskandıracak bir servetin üstünde oturan Katar, gerçekten dünya ve bölgesel barışını bozacak ilişkiler içine mi girmişti?

Krizin hemen ziyaret sonrası meydana gelmesi dikkatleri Trump’ın ve Suudi Arabistan kralı Selman ile Sisi’nin başında buluştukları küreye çekti. Bir tarafta Trump diğer tarafta Suudi Arabistan Kralı Selman b. Abdülaziz ve Abdülfettah el Sisi. Adeta oyunun başlama işaretini veriyorlardı. Esasında kürenin başında verilen sembolik poz sorunun başlangıcı değildi, fakat tırmandırıldığı nokta oldu. Küreden yayılan yeşil ışık S. Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) uzun zamandır bekledikleri desteği ve fırsatı verdi. Mısır zaten bu iki ülkenin arkasında yer alacaktı. Üstelik krizi tırmandırmada da kullanılacak en temel argüman Mısır kökenli İhvan’ın bazı liderlerinin Katar’da yaşıyor olmasıydı.

Aslında kürenin doğrudan gösterdiği hedef Katar değildi. Katar’ın diplomatik ilişkiler içinde olduğu, Körfez liderlerinin korkulu rüyası haline gelmiş ve Şii Hilali peşinde her tarafa Muharrem matemleri yaşatmaya niyetlenmiş hatta yemin etmiş İran idi. Kuşkusuz bu problemin tarihi çok geçmişe dayanmaktadır. Ama 2003’ten sonra ABD’nin Irak’ı işgali akabinde kangrene dönüşmüştü bu sorun. İran devlet başkanları veya dini liderleri konuştukça Körfez titredi, Körfez titredikçe de ABD silah endüstrisi çalıştı. Aslında bu durum bir tarafta eyleme geçirilmeyen sözlü bir saldırganlığı diğer tarafta da tehdit algısını alışkanlığa hatta bir histeriye dönüştürdü. Körfez ülkelerinin kendilerine en fazla güven duydukları bir dönemde ABD’de devlet başkanı olan Obama İran’a karşı yumuşak bir siyaset izledi ve Irak’ın işgalinin İran’a sağladığı avantajların adeta önünü açtı. ABD-Suudi ilişkileri çıkmaza girdi. Hatta ABD’de SA aleyhinde raporlar yayımlanmaya, “iflas ettiği” ileri sürülmeğe daha da önemlisi 11 Eylül olaylarının arkasında olduğuna dair raporlar art arda yayımlandı.

Oyunun sahneye konulması

Trump ile başlayan bu yeni dönemde, Obama dönemindeki ABD-Suudi ilişkilerinde yaşanan sorunların giderilmesi ve İran’a karşı güçlü ABD desteğinin sağlanmak istenmesi bugünkü krizin en temel sebeplerindendir. Krize giden süreç zannedildiği gibi ziyaret sonrası değil, bilakis Trump’ın seçilmesi akabinde Körfez temsilcilerinin ABD’ye yaptıkları tebrik ziyaretleri sırasında planlandığını varsaymak daha yerinde olacaktır.  Katar dışındaki Körfez ülkeleri İran’a karşı destek alırken, Trump da bunun karşılığında 110 milyarı silah olmak üzere 400 milyar dolarlık bir kazanç sağlayarak, ABD’deki muhaliflerine karşı önemli bir başarı sağladı. Trump bir taraftan ABD kamuoyunu (daha doğrusu silah üreticilerini) tatmin ederken ziyaret sırasındaki konuşma ve tavırları ile de Obama’dan farklı bir Ortadoğu politikası güdeceğinin açık işaretlerini verdi. Suudi Arabistan -adeti olduğu üzere konuyu zamana yaymak yerine- hemen bu desteği hayata geçirmek istedi. Zira uzun zamandır zaten büyük ekonomik bir kriz içinde idi. Üstelik Yemen Savaşında BAE ile birlikte istenen neticeleri de alamamıştı. Körfez kamuoyuna hızlı bir mesaj verilmesi gerekiyordu ve bu yüzden yanı başında olan ve İran ile diyalog kanallarını açık tutan ve bunun gerekliliğine inanan -hayati çıkarları için gerekli gören- Katar’ı hedef tahtası seçti.

Kuşkusuz bu gelişmenin ardında tarihi rekabetler ve bölgedeki monarşiler arasındaki eski hesapların da tahrik edici rol oynadığında hiç kuşku yoktur. Ayrıca -dillendirilmese de-, dünyanın en büyük doğalgaz üreticisi olması; gaz/petrol gelirlerinin dünyanın çeşitli yerlerinde yatırımlara dönüştürmesi ile Katar Körfez’deki ekonomik krizden etkilenmemişti. Bu yüzden Körfez’in ödemek zorunda olduğu diyetin en azından önemli bir bölümünü üstlenmeliydi. Bunun yanı sıra Katar Emiri Şeyh Temim ile bugün oldukça etkin ama gelecekte Körfez’i yönetmeye aday genç kuşaklar arasında (S. Arabistan’ın veliahdı Muhammed b. Selman ve BAE’nin veliahdı Muhammed b. Zayed) da uzun zamandır anlayış farkları ve hatta gizli rekabet bulunmaktaydı. Böylece kısa sürede dünyanın gözü önünde Katar ablukaya alınarak sorun tahmin edilmeyen boyutlara taşındı.

Diplomasi devrede

Yılların diploması ustası Kuveyt Emiri el Sabah devreye girdi. Ama o da sadece S. Arabistan’ın Katar’dan yerine getirmek istediği şartların taşıyıcısı olmaktan öteye gidemedi. Fakat en azından diyalog kapısını araladı. Nitekim Katar tarafı da diyalogdan yana olduklarını açıkladılar. Ama gel gör ki talep edilen on madde “yenilir yutulur cinsten” değildi. Medyada da geniş yankı bulan bu maddelerin özü aslında Katar’ın egemenliğinden feragat etmesi ve 2012 ve 2014 yıllarında Körfez İşbirliği Teşkilatı’nın ortaya koyduğu şartlara uymasıydı. Aslında bu ağır şartların getireceği ekonomik yükümlülükler bir şekilde altından kaldırılacak cinsten idi. Ancak Katar tarafından bütün şartların kabul edilmesi aynı zamanda işin başında yapılan ağır ithamları yani “terörü desteklediğini” kabul etmek anlamına gelecektir. İşte bu durum sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bu şartların tamamının kabul edilmesi halinde, “terörü destekleyen ülke” damgasını yiyip, 1995’ten beri ilmek ilmek ördüğü uluslararası meşruiyetini tamamen kaybetmesi anlamına gelecektir. İşte bu yüzden sorun, “tarihte bedevi Araplar arasında alışılmış kabile kavgaları nev’inden” kolay çözülebilecek bir sorun değildir. S. Arabistan ve BAE, Katar’ın burnunu sürtmek ve hızlıca sonuç almak niyetinde olsa bile Katar tarafı sorunu uzun yıllara yayarak geçiştirme arayışındadır. Geliştirdiği ilişkiler de kısmen bu imkanı kendisine vermektedir. Türkiye’den aldığı psikolojik destek ve özellikle parlamentodan geçen ve Katar’da daha önce kurulan Türk Askeri Üssü’nde daha fazla asker bulundurmayı öngören kanun ile bir kazanım daha elde ettiğini düşünmektedir. Katar’ın diyaloğu açık tutması ise en azından bazı şartları kabul edeceğinin işaretini vermektedir. Uzlaşı için bu yolun denenmesi de makul bir yöntemdir ve Türkiye tarafından da teşvik edilmelidir. Fakat temel problem ortadan kalkmayacaktır. Asıl sorun İran olduğu için Katar krizi İran’ı agresifleştirmek için kullanılacaktır. Yani Katar krizindeki yüksek tansiyon geçici olarak düşürülse bile bu sorun davam edecektir.

Türkiye’nin tutumu

Bizim açımızdan buradaki asıl sorun, krizin Türkiye’ye ve bölgeye kısa ve uzun vadedeki etkilerinin ne olacağıdır? Türkiye’nin sergilediği tutum nasıl sonuçlar doğuracaktır? Bu soruların cevabını hemen vermek mümkün değildir. “Krizin bir ucunda da Türkiye vardır” söylemi bir tarafta tutulacak olursa; Türkiye’nin soruna yaklaşımı büyük ölçüde ahlaki bir duruştan ibarettir. Esasında uluslararası ilişkilerde karşılığı olmayan bu duruşun sanıldığının aksine avantajları da büyüktür. Bir tarafa destek verirken diğer taraflara mesafe konulmakla birlikte zarar verilmeyeceği mesajını da içermektedir. Ancak bugün sorunun tarafları meseleye -en azından şimdilik- “ya benimle veya karşımda” şeklinde reel-politik ölçülerin dışında bir tavırla yaklaşmaları Türkiye’nin duruşunu hemen anlamlandırmalarına imkan vermeyecektir.

Zaten daha ilk anından itibaren krizin olumsuz etkileri Türkiye’ye yansımıştır. Bir taraftan 15 Temmuz’un ardından yeniden Suudi Arabistan ile geliştirilen iyi ilişkiler kuşkulu hale gelmiş, diğer taraftan Türkiye’nin bölgede stratejik ortağı bellediği Katar’a yapılan ithamların da zımnen muhatabı olmuştur. Bu büyük krizin Türkiye’ye ekonomik yansımaları da olacaktır. Türkiye’deki Katar yatırımları, ayrıca beklenen ve kısa süre önce olumlu yönde sinyal veren Körfez sermayesinin Türkiye’ye yönelmesi bu süreçten olumsuz yönde etkilenecektir. Diğer taraftan bu yıl Körfez’den beklenen turizmin düşme ihtimali  de kısa vadede beklenen olumsuz sonuçlardır. Nitekim Türkiye mallarına boykot ve Türkiye’ye gitmeme çağrıları hızlı bir şekilde sosyal medyada servis edilmeye başlanmıştır. Siyasi buhran ile uğraşırken, Türkiye’nin bu boyutu ihmal etmemesi büyük önem taşımaktadır.

Sorunun uzun yıllara yayılması halinde bu etkilerin artarak devam edeceği, Türkiye-Ortadoğu ilişkileri ve özellikle Suriye meselesinin yeni bir çıkmaza doğru sürükleneceği ihtimali gözden ırak tutulmamalıdır.

Her halükarda Türkiye’nin denge siyaseti gütmesi ve soruna gerilimi azaltıcı bir tarzda yaklaşması yerinde olacaktır. Katar’a verilecek desteğin diğer Körfez ülkelerinin düşmanlığını gerektirecek boyutta olmamalıdır. Meseleye öncelikle insani boyuttan bakarak ince bir diploması ile yaklaşmak gerekmektedir. Esasında gerek bölge ülkeleri ve gerekse hedef tahtasında olan Katar ve İran arasında diyaloğu kurabilecek potansiyele sahip yegane ülke yine Türkiye’dir. Türkiye bu avantajı mutlaka kullanmalıdır. Hangi şartlarda olursa olsun Katar ile ilişkiler sürdürüldüğü gibi muhalifleri ile de ilişki kanallarının açık tutulması zorunludur. Bu konuda Türkiye başından beri siyasi bir irade ortaya koymuştur. Ancak bu iradenin sokağa ve topluma da yansıtılması gerekmektedir.

Bu yazı ilk olarak Star Açık Görüş‘te yayınlanmıştır.