Demokratlar, Amerikan seçimlerindeki yenilgiden toparlanınca Trump’ı Rus istihbaratı ile işbirliği yapmak gibi komik iddialar da dahil, çesitli yolsuzluklar ile suçlamaya başladılar. Demokrat parti ile güçlü bağlantıları olan ana Amerikan medya organları, Trump karşıtlığı tutumuna girdi. Devlet başkanının gözden düşürülmesi aktif bir şekilde sürdürülüyordu. Acele ile toplanan Trump’ın takımında dağınıklık ve telaş vardı.

Trump, itham yönünde gelişen saldırılara karşılık verirken iç ve dış politikasında otoritesini güçlendirebilen aynı zamanda ciddi hazırlığı gerektirmeyen atabileceği adımları acele ile arıyordu. Amerikan halkının büyük kısmının hoşuna gidecek cesur ve başarılı kararlara ihtiyaç vardı. İç işlerinde büyük başarılar beklenmiyordu. İş imkanlarının yaratılması, ithalatın azaltılması gibi seçim vaatlerinin yerine getirilmesi, çok zaman ve çaba gerektiriyordu. Yıkılmış Suriye ve gizemli IŞİD’e karşı zaferi ile bütün tehditlere kayıtsız kalan, anlaşılmayan Kuzey Kore de Trump’a pek başarı getirecek gibi gözükmüyordu.

Devlet Başkanı Trump, Beyaz Saray’daki haleflerinden Amerikan dış politikasının iki sorununu miras aldı: Çin’in ekonomik gücü ve Rusya’nın askeri gücü. Ancak ABD, ciddi bir şekilde Çin’in yükselmesi ve Asya’daki otoritesinin artmasına engel olamadı. Aynı zamanda Rusya’nın Avrupa ve Asya’daki otoritesi, Putin rejiminin neredeyse 20 yıllık iktidar sürecinde ne yazık ki elde edemediği ekonomik başarılarından ziyade silah gösterişine, Amerikan karşıtlığına ve dünyanın ilk sosyalist devleti olan SSCB’nin hatıralarına dayanıyordu.

Rusya ile yakın olmakla suçlanan Trump, suçlamaların haksız olduğunu ispatlayarak Rusya’yı bir şekilde zor duruma düşürmeliydi. Yoksulluklara alışan Rus halkını pek etkilemediği için yeni ekonomik yaptırımlar işine yaramazdı. Zaten iki nükleer gücün çatışma sınırına ulaşan ilerideki yüzleşme de olamazdı. Net ve aynı zamanda askeri açıdan güvenli bir şekilde dünyanın tüm Rus taraftarlarına eski güçlü devletin zayıflığını ve beceriksizliğini göstermek lazımdı. Dolayısıyla ABD’nin ekstra gücü budur. İşte o anda Trump, İsrail devletinin başkenti ile ilgili eski sorunu hatırladı…

Daha 1980 yılında İsrail parlamentosu, Kudüs’ü İsrail devletinin ‘tek ve bölünmez’ başkenti olarak kabul eden yasayı uyguladı. O zamanda BMGK, Altı Gün savaşından sonra Doğu Kudüs üzerindeki İsrail kontrolünü yasa dışı olarak nitelendirerek bu yasaya karşı cıktı.

1995 yılında ABD Kongresi, Amerikan Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınmasına dair karar aldı. Fakat ABD Devlet Başkanları, haklarını kullanarak bu yasanın yerine getirilmesini sürekli 6 aylık bir dönem için erteliyorlardı. Hiçbiri, İslam dünyasını kışkırtarak zaten gergin olan Filistin-İsrail Sorununu şiddetlendirmek istemiyordu. 2017 Haziran’ı başında Donald Trump aynı şekilde söz konusu altı aylık erteleme hakkını kullandı. Ancak Aralık başında altı aylık süresi bitince Donald Trump, 1995 yasasını yeniden ertelemek yerine yürürlüğe girmesinin tam sırası olduğunu belirtti. Bu açıklama, Yahudi Hanuka bayramına denk getirilip ABD Devlet Başkanı’nın Yahudi toplumuna hediyesi olarak değerlendirildi. Bu jestin, Trump’a yalnız İsraillilerin değil, ABD’de ve tüm dünyadaki güçlü Yahudi lobisinin takdirini getireceği tahmin ediliyordu. Trump’ın zayif statüsü için tam zamanlı bir başarı oldu.

Trump istediğini yaptı. Ancak böyle bir karar İslam dünyasını ilgisiz bırakamazdı. Burada da herkes bir şekilde menfaatlerini korumaya çalıştı. En yakın komşular, İsrail’i yeni bir intifada ile tehdit ettiler. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, İstanbul’da acilen İslam İşbirliği Teşkilatı zirvesini topladı. O zirvede yaptığı konuşmada İsrail’i terörist bir devlet olarak nitelendirdi. Aynı zamanda Filistinli aşırılar İsrail polisi ile silahlı çatışmalara başladılar. İslam dünyasının liderleri olan Türkiye ve İran bu jesti sert bir şekilde kınadılar. Türkiye ve Yemen’in teklifi üzerine BM Genel Kurulu, Kudüs ile ilgili durumu görüştü. Rusya dahil olmak üzere 128 devlet, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımaya karşı çıkan kararnameyi onayladılar. Aralarında İsrail ve ABD bulunan sadece 9 devlet bu kararnameye karşı çıktılar. 35 ülke ise çekimser oy kullandılar. Söz konusu ülkelerin tutumu, büyük ölçüde BM’de Amerikan çıkarlarına karşı çıkan ülkelerin tam olarak Amerikan maddi yardımına ümit bağlamaması ile ilgili ABD Devlet Baskanı’nın açıklamasından kaynaklandı. BM’de oy kullanan birçok küçük ülke, bu tehditi ciddi bir uyarı olarak algıladılar.

ABD’nin Kudüs Kozu ve Rusya’nın Tutumu

Kudüs sorununun gündeme gelmesi Rusya için rahatsızlık sebebi oldu. Tabii ki hiç kimse ‘tarihi adaleti’ sağlayarak Kudüs’ün gerçekten kime ait olduğunu tespit etmeye çalışmadı. O zaman, hem Ortodoksaların hem de Katoliklerin sahiplenmek istediği Kamame Katedrali’nin anahtarı ile ilgili meşhur tartışmayı pek kimse hatırlamadı. Oysa bu simgesel kutsal eşyaya sahip olması, Kırım Savaşı’nın (1853-1856) bahanesi olmuştu. Ve Kutsal topraklardan gelen herhangi bir haberin her Hristiyanın kalbini yakından ilgilendirmesine rağmen Rusya Ortodoks Kilisesi, ‘Kudüs Sorunu’ ile ilgili herhangi bir açıklama yapmaktan kaçınıyor.

Ancak tarihi hatıralar ve dini endişelerin dışında güncel siyasi koşullar da var. Başkentin ve büyükelçiliğin Kudüs’e gerçekten taşınması, Kudüs hayalini uzun bir süredir besleyen Filistinlilerin öz saygısı için şiddetli bir darbe olabilir. Ancak eskiden Yaser Arafat’ı destekleyen güçlü Brejnev figürü varken şimdi bu rol Putin’e geçti. Bu rolü üstelenecek yeterince siyasi gücü bulur mu? Nitekim Putin’in Rusya’sı ile Brejnev’in SSCB’si ile arasında kocaman fark var.

Öyleki, 4 Aralık 2017 tarihinde Trump, büyükelçiliğin Kudüs’e taşınması ile ilgili açıklama yaptı. Artık süreç başladı. Bir taraftan, Moskova sert bir biçimde İsrail’in Kudüs ile ilgili özlemlerini kınayamadı. Ekonomi siyaseti durduruyordu. Günümüzün Rusyası’nda Yahudi sermayesinin ve Yahudi uyruklu iş adamlarının faaliyetlerinin büyük önemini unutmamak lazım. Diğer taraftan ise, Kudüs sorununda İsrail ve ABD’nin tarafına geçiş, Kırım ve Donbas’ı ele geçirdikten sonra düştüğü uluslararası tecritten çıkmak amacıyla Putin’in başlamak zorunda kaldığı islam dünyası ile karmaşık siyasi oyunun sonunu ifade ederdi.

2017 Aralık ayının başında Putin’in aceleci Suriye, Mısır ve Türkiye’yi ziyareti dikkat çekicidir.

Rusya’nın Doğu’da harekete geçmesinin diğer bir örneği ise Rusya ile Türkiye arasındaki aktif temaslardır. Her tarafın bu temaslarda kendi çıkarlarını gözettiği muhakkaktır. Rusya-Türkiye yakınlaşmasının göstergesi, BM Genel Kurulu’ndaki oylama sırasında Rusya’nın Türkiye’yi desteklemesidir.

Rusya’nın Kudüs Tepkisi

Rusya’dan Kudüs sorununa ilk tepki, Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi. Resmi açıklamasında şu ifadeler yer alıyordu:

“Moskova’da, Vaşington’da açıklanan kararlar ciddi bir endişe yarattı. Eski İsrail-Filistin sorununun adil ve sağlam uzlaştırılmasının belli uluslararası hukuki temele dayanması gerektiğine inanıyoruz”. Sonra da Rusya’nın uluslararası toplumca tanınan sınırlar içerisinde İsrail’in sakin ve güvenli varolmasını sağlayabilecek ve aynı zamanda Filistin halkının kendi bağımsız devleti kurmakla ilgili isteklerini tatmin edecek Filistin-İsrail sorununun çözümünden yana olduğundan bahsediliyor. Yani, daha basit bir ifade ile, Moskova, Orta Doğu’daki eski kavgalarda haklı olanı tespit etmeye çalışmayıp, herşeyi olduğu gibi bırakma çağrısında bulunuyordu.

Bu diplomatik konuşmalar, 2018 yılının ilk gününde Türkiye liderinin BM’de Trump’ın girişimini kınayan Türk-Yemen kararnamesi ile ilgili oy kullanma sürecinde sağladığı destek için Putin’e teşekkür eden Erdoğan ile Putin arasında gerçekleşen telefon görüşmesine dair haber ile dolduruldu. Resmi bildirilere göre söz konusu telefon görüşmesinde, Suriye’de barış sağlanması konusunda da tarafların Kazakistan’ın başkenti Astana’da yakın zamanda görüşmelerin düzenlenmesinden bahsediliyordu. Moskova için önemli olan bu iki konunun Putin’in Türkiye Cumhurbaşkanı ile konuşmasında yakınlaşması oldukça dikkat çekicidir.

Rusya siyaset bilimcileri, karmaşık ve kaygan Kudüs sorununu oldukça temkinli bir şekilde görüşerek önümüzdeki gelişmelerin olası iki perspektiflerini çiziyorlar. Birinicisine gore; Devlet Başkanı Trump, herhangi bir bahaneden yararlanarak (Orta Doğu’da büyük terör saldırısı veya darbe gibi) Beyaz Saray’daki seleflerinin politikasına dönerek Amerikan vatandaşlarının yurtdışındaki güvenliğini hatırlatıp 1995 yılında çıkan yasanın yürürlüğe girmesini yeniden belirsiz bir süre için rafa koyacaktır. Rusya, doğal olarak olayların bu şekilde gelişmesine engel yaratmaya çalışmayacaktır.

Gelişmelerin ikinci perspektifi ise, organizasyon sorunlarının çözülmesi için Trump tarafından alınan üç aylık sürecin sonucunda Amerikan büyükelçiliğinin Kudüs’e fiilen taşınması. Bundan sonra uluslararası ortamda gerilim meydana gelecek. Trump, uygunsuz girişimi ile bir sürü sorunlara yol açtı. Üçüncü intifada başlıyor. Rusya’nın, uluslararası yaptırımları devam ederken, Suriye sorunu ve Küçük Rusya’da (Ukrayna) problemler ile uğraşırken SSCB gibi net bir şekilde Filistinlileri desteklemeyeceği anlaşılıyor.

Diğer taraftan Rusya, gelişmelere tarafsız izleyici olarak da kalamıyor. Son yıllarda ortaya çıkan Arap ve hatta İslam dünyasında faydalı bağlantıların kayboluşu, Putin için tam bir felaket olabilirdi. Bu durumda onun ideal rolü, çekişmeye giren her iki tarafın otoritesini tanımlayan arabulucu rolüdür. Bu rol yetenekli bir biçimde canlandırılırsa Rusya, yalnız Doğu’daki otoritesinin sağlamlaştırılması için değil Avrupa toplumuna tank veya askeri uçak ile değil ikili elverişli işbirliği yolları ile geri dönmesi için çok gerekli olan puanları kazanabilir.