Mısır Devlet Başkanı Abdulfettah Sisi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak için gittiği New York’ta Almanya Başbakanı Angela Merkel ile gerçekleştirdiği görüşmede Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan gelişmeleri ve “terör” konusunu ele aldı. Terörle mücadelede güvenlik önlemlerinin yanında toplumsal ve iktisadi unsurların da kullanılması gerektiğini kaydetti. Ayrıca basına verdiği demeçlerde Mısır ordusunun “bölgede artan terörle mücadeledeki” rolünün önemine dikkati çekti.

Bu söylem ve demeçlere bakılarak Sisi yönetiminin uluslararası ve bölgesel dengeler bağlamında “terörle mücadele” konseptine göre kendini konumlandırdığını buradan hareketle konumunu sağlamlaştırmaya çalıştığı söylenebilir. Arap yarım adasında Amerika Birleşik Devletleri’nin liderlik ettiği uluslararası koalisyonun hedefi olan DAEŞ terörünün, Sina yarımadasındaki uzantıları (?) ile mücadele eden Sisi yönetimi, terörle mücadele ne kadar önemli bir partner olduğunu Batılı müttefiklerine gösteriyor. Ayrıca Kuzey Afrika’daki DAEŞ ve benzeri terör örgütlerinin tehlikesine dikkati çekerek, bunlarla mücadele Mısır’ın çok önemli roller üstleneceğine işaret ediyor.

Terör Konsepti Çerçevesinde Mısır’ın Libya Politikası

Bu bağlamda Arap basınında Sisi hükümeti yanlısı yayın yapan hatta yer yer Mısır istihbaratının verdiği hissedilen bilgileri kullanan yayınlar dikkatli bir şekilde okunduğunda Sisi yönetimin Libya politikasını aşağıdaki şekilde resmedebiliriz.

Libya İslam Savaşçıları Cemaati ve Müslüman Kardeşler teşkilatı, DAEŞ’e bağlı olduğunu duyuran (?) Ensaru’l-Şeria ve benzeri “İslamcı” tanımlaması yapılan terör örgütleri ile iç içe geçmiştir ve Libya’nın güvenliğini tehdit etmektedir. Bu terör örgütlerinin mensupları ya da destekçileri 2011-2012 ve 2013 yıllarında (yani devrimden sonra Libya, Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşlerin yönetimde bulunduğu süreçte) devlet bürokrasine girmiştir. Halk bu terör örgütlerinin tehlikesini fark ederek, bu terör örgütlerinin siyasetteki temsilcilerine gereken dersi vermiştir, ancak bu süreçte terörün siyasal uzantıları devletin iç işleyişine vakıf olmuş, devletin güvenlik birimlerinin çalışma prensiplerini öğrenmiştir.

Mısırlı radikaller Libya’da DAEŞ saflarında meşru Libya hükümetine (?) karşı savaşmaktadır. Ayrıca, Tunus ve Libya’daki Ensaru’l-Şeria örgütlerinin birbirleriyle organik ilişkisi bulunmaktadır. Derne ve Sirte’de Libya güvenlik birimlerinin gerçekleştirdiği operasyonlarda, Mısırlı ve Tunuslu teröristler ele geçirilmiştir. Libya’daki teröristler, Tunus’un iç güvenliğini tehdit eden teröristleri barındırmakta ve desteklemektedir. Bu nedenle “terörle mücadelede önemli roller oynayacak” Mısır ordusunun da desteklediği Sisi yönetimi liderliğinde Kuzey Afrika’da yeni bir stratejik yapılanmaya gidilmelidir.

Mısır’ın Libya’daki Müttefikleri

Mısır’ın “terörle mücadele” kapsamında kurgulamaya çalıştığı Kuzey Afrika politikası kapsamında yürüttüğü kamu diplomasinin Libya’daki birçok siyasi aktör tarafından benimsendiğini ve Libya siyasetinin bu bağlamda değerlendirildiğini görmekteyiz. Bu çerçevede Tubruk Parlamentosu Başkanı Danışmanı İsa Abdulmecid Londra’dan yayın yapan Şarku’l-Evsat gazetesine verdiği demeçte, Mısır, Libya ve Tunus’taki Müslüman Kardeşler hareketinin el-Kaide ve DAEŞ gibi terör örgütleri ile sıkı ilişki içinde olduğunu belirterek, bu iki yapının ayrılamayacak kadar iç içe geçtiğini dile getirmektedir. Bu noktada çevre ülkelerle ciddi güvenlik iş birliğine gidilmesi gerektiğini belirtmektedir. Aynı haber içerisinde Tubruk Parlamentosu Milletvekili İbrahim Amiş, “DAEŞ’in Libya’da çok hızlı bir şekilde yayıldığını belirterek, Tunus ve Mısır’daki olanlara bu gözle bakılması gerektiğini ifade etmektedir.

Milli Genel Kongre’ye darbe girişimde bulunan ve Tubruk Parlamentosunun Genel Kurmay Başkanı olarak atadığı Halife Haftar’ın, Abdulfettah Sisi’nin bölge açısından ne kadar önemli bir siyasal figür olduğunu vurgulayan, Mısır ve Libya Müslüman Kardeşlerinin aynı olduğuna dikkati çeken ve Müslüman Kardeşlerin terör örgütleriyle ilişkisini belirten açıklamaları dikkate alındığında Mısır’ın Libya’daki müttefiklerinin Libya siyasetini okurken Mısır’ın bölge politikasının ne kadar tesirinde kaldığı görülecektir. Tabi gerek Tubruk Parlamentosu Başkanı Ukeyla Salih’in gerek danışmanı İsa Abdulmecid’in gerek Halife Haftar’ın Mısır’a gerçekleştirdiği sürekli ziyaretler düşünüldüğünde Mısır ve Tubruk Parlamentosu saflarındaki aktörlerin ne kadar iç içe geçtiği de fark edilecektir.

Tubruk Parlamentosunun Durumu

Mısır’ın Kuzey Afrika’da ordu destekli “terörle mücadele” konsepti üzerinden kurgulamaya çalıştığı politikanın tesirinde olan Tubruk Parlamentosu yetkilerinin Birleşmiş Milletler Libya Özel Temsilcisi Bernardino Leon’un liderlik ettiği görüşmeler hakkında ciddi çekinceleri bulunuyor. Çünkü Tubruk Parlamentosu yetkililerine göre Leon diyalog sürecinde Libya halkının (?) isteklerine cevap verecek bir politika takip etmiyor.

Abdulmecid İsa, konuya ilişkin verdiği demeçlerden birinde Leon’u adil olmamakla itham ederek, Tubruk Parlamentosu’nun Libya’nın meşru temsilcisi olduğunu, bu nedenle yönetimi seçilmiş başka bir hükümete ya da ulusal uzlaşı hükümetine teslim edebileceğini kaydetti. Ancak ulusal uzlaşı hükümetinde Müslüman Kardeşler ve DAEŞ mensuplarının bulunmaması gerektiğini belirtti.

İsa’nın ifade ettiği bu görüşleri, Mısır’ın güvenlik merkezli bakış açısı çerçevesinde, ayrıntılarıyla incelersek Leon’un yürüttüğü görüşmelerin açmaz noktaları belirginleşecektir. Elbette Tubruk Parlamentosu’nu homojen bir yapı olarak nitelemek mümkün değil, ancak Tubruk Parlamentosu içinde güçlü bir grubun en önemli önceliklerinden birisi iki yıla yakın bir süredir Halife Haftar öncülünde kenetlenmiş Libyalı subayları ve onların etrafından toplanmış milis ve kabile birliklerini güvence altına almak. Görüşmeler kapsamında Genel Kurmay Başkanı olarak Halife Haftar üzerine vurgu yapılması Trablus tarafını oldukça rahatsız etmekte, çünkü Trablus tarafı Halife Haftar’ı “darbe girişimde bulunmuş bir suçlu” olarak görmekte ve Libya’nın geleceğinde yer almasını istememektedir.

Diğer taraftan Libya devrimine destek vermemiş önemli kent ve kabilelerin Libya’nın bundan sonraki siyasi hayatında yeri ne olacaktır? Devrimden sonraki ilk bir buçuk yılda Libya devrime katılmayan ya da destek vermeyen Beni Velid gibi kentler sistemin dışına itilmiş ve etkin bir aktör olmamıştı, ancak gelinen noktada yeni siyasi dengeler içinde eski konumlarını elde etmek istemektedirler. Bu noktada Tubruk Parlamentosu içinde bir grup Kaddafi rejimin elitleri ile iş birliği içinde bu kabileleri Libya dengeleri içinde etkin kılma mücadelesi vermektedir. Ancak Trablus tarafı bu kabilelerin bir siyasi aktöre dönüşmesini devrimin içini boşaltacağını iddia ederek bu aktörlerin güçlenmesinden rahatsızlık duymaktadır. Ayrıca bu ayın 20’si itibarıyla Tubruk Parlamentosu’nun görev süresi sona ermektedir, şimdiye kadar meşruiyetine ilişkin birçok tartışma bulunan Parlamento’sunun mezkür tarihten sonra meşruiyeti daha da tartışmalı olacaktır. Trablus hükümeti ayın yirmisinden itibaren Tubruk parlamentosunun bu durumunu ciddi olarak gündeme getirecek ve siyasal tartışmalarda meşruiyet konusu daha çok gündemi meşgul edecektir.

Ulusal Uzlaşı İmkanı

Bütün bunlar dikkate alındığında Libya’da Leon’un önderlik ettiği uzlaşı görüşmelerinin bir sonuç vermesi ne kadar mümkündür? Bu görüşmelerden tarafların üzerinde ittifak ettiği bir ulusal uzlaşı hükümeti çıkabilir mi? Bu soruların cevabı evet olsa dahi, yani görüşmelerden bir ulusal uzlaşı hükümeti çıksa dahi Libya’yı çok daha karmaşık sorunların beklediğinin bilinmesi gerekmektedir.

Çünkü ulusal uzlaşı, hükümet kurmakla değil toplumsal kesimler ve elitler arasında mutabakatla mümkün olacağı için Libya’da elitler arasında bir mutabakat şu an için mümkün müdür (?) aslında bu sorunun sorulması gerekmektedir.

Son bir buçuk yıldır Trablus ve Tubruk parlamentoları üzerinden kutuplaşan siyasal ve toplumsal elitler ve onlarla ilişki içinde olan silahlı grupların ortak bir devlet tanımı üzerinde uzlaşmadıkları dikkate alındığında Libya’nın en önemli sorunun siyasal mutabakat sorunu olduğu görülecektir. Örneğin Tubruk parlamentosu içinden bir grubun kabileler tarafından desteklenecek bir askeri meclis üzerinden Libya’yı yeniden yapılandırma çalışmaları (Libya’daki) geleneksel siyaset anlayışın tipik bir dışavurumu olarak değerlendirilebilir. Ya da cemaat-siyaset ayrımı noktasında halen kafası net olmayan İslamcı grupların devlet tanımlarının açık olmadığı görülmektedir. Bunun yanında Libya müftüsünün “anayasa-şeriat” bağlamında yaptığı açıklamaların Libya siyaseti üzerindeki etkisi ayrı bir tartışmanın konusu olacak kadar önemlidir.

Bu bağlamda kurulacak bir ulusal uzlaşı hükümetin Libya’da silah, din ve kabile bağları çerçevesinde ayrışan grupları ne kadar yönetebileceği önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü devrimden sonra büyük bir katılımla gerçekleştirilen seçimlerden sonra oluşan parlamento ve hükümetin iki yıl boyunca ülkedeki hiçbir grubu yönetmediği gibi ayrışmaya zemin hazırladığı dikkate alınmalıdır. Hal böyle olunca uzun bir iç savaşın ardından taraflarının hepsinin bir çekince belirterek kabul ettiği ulusal uzlaşı hükümeti bu kadar kutuplaşmayı hangi güçle ve hangi ortak zeminde idare edebilecektir? Asıl üzerine düşünülmesi gereken soru da bu olmalıdır.