Tarihi birlikteliğe sahip olduğu bugünkü Ortadoğu coğrafyası ile Avrupa arasında yer alan bir ülke olarak Türkiye, Batı’da ve Doğu’da yaşanan gelişmelerin her türlüsünden doğrudan etkilenen bir ülkedir. Avrasya güzergahında yer alan bu bölgede din, mezhep, etnik ve milli davalar ve kavgalar üzerinden yaşanan sosyo-ekonomik gelişmeler çoğu zaman bölgenin jeopolitik konumuyla alakalı olmuştur. Son günlerde Batılı çıkar guruplarıyla Ortadoğu’nun geleceğini şekillendirmek için masaya oturan Suudi idareciler arasında yapılan hesaplar da bu jeopolitiğin bir parçası olarak görülmelidir. Suudi tahtının müstakbel veliahdı Muhammed bin Selman (MBS), son dönemde ABD ve Avrupa merkezli küresel çıkar guruplarıyla yaptığı toplantılarda gerek kendisine yapılan teklifler gerek kendisinin yaptığı tekliflerle sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda İslam aleminin de gündemine oturmuştur. Suudi Devleti’nin yükselişini borçlu olduğu Vehhabi hareketinin reform edileceğinden başka Suudi Arabistan’ın da Batı tarzı sosyo-ekonomik bir yapıyla şekillendirileceği iddiaları gündemdeki yerini korurken Fransa’dan gelen bazı açıklamalar üzerinden Kur’an-ı Kerim’in “ıslah” edilmesi teklifi sahaya sürülmüştür. Peki, İslam dünyasında asla kabul görmeyeceği belli olan bu tarz teklifler ve haberleri medya gündemine taşımakla kimler neyi hedeflemektedir? Ve bu gelişmeleri nasıl okunmalıdır?

Fransa’dan Gelen “Ayetleri Kaldırma” Teklifi

22 Nisan günü yayınlanan Le Parisien gazetesi, Fransa eski cumhurbaşkanı N. Sarkozy, eski başbakanı M. Valls ve aktör G. Depardieu gibi meşhur isimler tarafından imzalanan bir teklif bildirisini neşretti. Bu teklif bildirisi, Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer gayrimüslimler aleyhinde bilgi veren ayetler ile cihadın tanımını yapan bazı ayetlerin artık kaldırılması gerektiği görüşünü savunuyordu. Aslında bu tarz meseleler eskiden beri Avrupalı Şarkiyatçıların ilgi alanı olmuştur ancak günümüzde siyasetçiler ve medya mensuplarının bu tarz yazılara imza atmaları dikkat çekicidir. Her ne kadar Fransa’da Yahudilere saldıran Müslüman kökenli sokak serserileri bahanesiyle gündeme getirildiği iddia edilse de teklifin zamanlaması dikkat çekici bulunmuştur. Zira Batılı çevrelerce eskiden beri “radikal İslam’ın kalesi” olarak görülen Suudi Arabistan’ın yeni liderliğinin Vatikan, Paris, Londra ve Washington ile yoğun temas halinde bulunduğu ve İsrail ile Ortadoğu’da büyük bir ortaklığın aynı paydasında buluşmaya başladığı günlerde gelen bir tekliftir. Arabistan’da “radikal İslam”dan uzaklaşma reformları konuşulurken Fransa’dan radikal reform talebi gelmesi elbette dikkat çekici görülecektir.

Fransız siyasi düzeni ile İngiliz ve Amerikan siyasi düzenlerinde dine bakış ve dinden bağımsız siyaset anlayışları arasındaki büyük farka baktığımızda bu tarz tekliflerin Paris’ten yapılması şaşırtıcı değildir. Fransız laikliği, A. Comte’un pozitivist görüşleriyle uyumlu bir modelde dini kamu hayatından olabildiğince söküp atmayı öncelemektedir. Anglo-Sakson sekülerliği ise siyaseti dinden bağımsız yapmayı kabul etse de dini guruplara ve inanç sistemlerine doğrudan müdahalenin uzun vadeli problemlere yol açacağı görüşünü benimsemektedir ve herhangi bir dini aşağılamaya izin vermemektedir. Bu yüzden Fransa’da peygamberleri aşağılamak veya karikatürize etmek “basın hürriyeti” olarak görülürken ABD ve İngiltere’de böyle hareketlere asla izin verilmez ve bu gibi davranışların “nefret suçu” olduğu kabul edilir. Dolayısıyla yukarıda zikredilen teklif, Batı’nın en “laisist” ülkesi olarak bilinen Fransa üzerinden yapılmıştır.

Burada tarihe de kısa bir atıf yapmamız gerekir. Şurası kesindir ki asırlarca aynı Kur’an-ı Kerim’in emirleriyle amel ederken siyasi, içtimai ve iktisadi yapısını bu mukaddes kitabın hükümlerine göre belirleyen Emevî, Abbasî, Selçukî, Osmanlı devletleri gibi İslam tarihinin unutulmaz siyasi yapıları dönemlerinde Yahudiler (son iki asırdır Anglo-Sakson ülkelerdeki konumları hariç) en rahat ettikleri çağı yaşamışlardı. Hz. Ömer’in Kudüs ve çevresini Hıristiyanlardan almasına, Filistin’de yaşayan Yahudiler sevinmiş ve bunu kutlamışlardı. Oysa Hz. Ömer, Yahudileri Arap Yarımadası’ndan süren zatın bizzat kendisiydi ve Yahudiler de bunu iyi biliyorlardı. Buna rağmen İslamiyet’in Filistin’e gelişine Yahudilerin sevinmesi, bu dini sevdikleri için değil, Hıristiyan zulmüne karşı Müslümanların tatbik ettiği idari düzen ve amme hukukunun daha adil olduğuna inandıkları içindi. Keza Yahudi bankerlerin ve kitlelerin on altıncı yüzyılda Avrupa’dan Doğu’ya doğru göç edip Osmanlı liman şehirlerine yerleştikleri ve asırlarca bu şehirlerin iktisadi hayatında Müslümanlar ve Hıristiyanlarla birlikte hürce yer almış olmaları dönemin Batılı seyyahları ve elçileri tarafından hayretle karşılanmıştır.

Ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam dünyasında yaşanan buhranlar ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra Filistin’de Yahudi Devleti’nin kurulması gibi gelişmeler, eskiden Hıristiyan dünyada kabul gören Yahudi karşıtlığının İslam alemine yerleşmesine yol açan sebepleri hazırladı. Bu şartlar karşısında devreye giren Suudi Arabistan’daki Vehhabi ulema ile Mısır’daki Sovyet yanlısı bazı ulema çevrelerinin yorumladığı İslam anlayışı, İsrail’e karşı Ortadoğu’daki Müslümanların (ve özellikle Arapların) direniş başlatması için fetvalar yayınladı. Bu fetvaların ilham kaynağı, İbni Teymiyye’nin Irak’ı işgal eden Moğollara ve Suriye’ye gelen Avrupalılara karşı direniş anlayışı ile Muhammed bin Abdilvehhab’ın cihad anlayışından mülhem idi. Bu anlayış, sürekli olarak Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler hakkında haberler içeren ayetlere atıf yapıyordu. Aynı ayetlere Abbasiler ve Osmanlılar döneminde aynı mantıkla atıf yapılmamış olmasına rağmen “modern dönem Müslüman ulema” tarafından antisemitizmin teşvik edilmesi elbette dönemin Ortadoğu jeopolitiği ile alakalı olduğu kadar yorum anlayışında benimsenen usul ile de alakalıdır. Bu yazıda işin İslami usul ve ilahiyat kısmı değil jeo-politik kısmına bakacak olursak önce kısaca Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki konumuna bakmamız gerekir.

ARAMCO Şirketi’nin Gölgesinde Vehhabiliğin Yükselişi

MBS’nin Vehhabi yayılmasına desteği azaltacaklarına dair son dönemde dile getirdiği bazı sözler zahiren Suudi Devleti’nin yükselişini hızlandıran Vehhabi yayılmacılığı ile zıtlık içermektedir. Zira Suudiler, on sekizinci yüzyıl sonlarından beri Muhammed bin Abdülvehhab’ın reformist tezlerini sahiplenerek bu minvalde kendilerinden başka tüm Müslümanlara “ıslah edilmesi gereken sapkınlar” gözüyle bakıyorlardı. “Vehhabi cihadı”, ıslahat ideolojiyle çevredeki tüm kabilelere saldıran Suudilerin Arabistan çöllerinde ganimetlere ve komşu kabilelerin mülküne el koyarak yayılmasını sağladı. Bölgenin güvenliğinden mesul olan Osmanlı Hükümeti, nihayet Mısır’daki orduyla çöle düzenlediği operasyonlarda Vehhabi liderleri tevkif edip İstanbul’a getirtti. Burada asılan Suudi liderlerin ortadan kaldırılmasıyla ilk Suud Devleti sona erdi. Ancak Abdülaziz bin Suud’un yarım asırlık iktidarı (1902-1953) döneminde Suudi Arabistan yeniden yükselmeye başladı. Abdülaziz, 1914’te Osmanlı’nın Necd Valisi olmayı kabul etse de İngilizlerle gizlice temas halinde bulunarak 1915’te antlaşma imzaladı. Bu antlaşmayla İngilizlerden silah, gıda ve para yardımı alarak elini güçlendirip Arabistan’daki rakibi ve Osmanlı müttefiki Reşidiler ile savaşa başladı.

Aynı günlerde Hicaz’daki Haşimilerin de İngiliz safına geçerek Osmanlı karşısında yer almaları, Arabistan Yarımadası’nda Osmanlı nüfuzunu kıran İngilizlerin 1917’de Irak’ı işgal etmeleri için Basra Körfezi’ndeki stratejik ortamı hazırladı. İngilizler, savaştan sonra Haşimileri Arabistan’dan çıkarıp Suriye ve Irak’ta kullanma stratejisine sıcak baktıkları için Suudiler Hicaz’dan Şerif Ailesi’ni kolayca çıkarıp bu bölgeyi ele geçirerek hac gelirleriyle kalkınmayı hedeflediler. Ancak ganimet ve siyasi rant paylaşımında yaşanan anlaşmazlıklar üzerine Suudi idaresinin tarihi teşkilatı İhvan ile Abdülaziz’in arası açılmaya başladı. İhvan, Soğuk Savaş döneminde ortaya çıkacak olan El-Kaide’nin eski versiyonuydu ve Abdülaziz’i tekfir etmeye başlamıştı. Nihayet İngiliz silahlarının ve hava kuvvetlerinin yardıma gelmesiyle Abdülaziz bin Suud 1929’da İhvan’ı dize getirdi, 1932’de Suudi Arabistan bağımsız bir devlet olarak tanındı. Ancak borca batmış Suudi Hükümeti zor durumdaydı. Bir yıl sonra Amerikan Standard Oil’e verilen petrol-maden arama imtiyazıyla nihayet hükümetin kasasına altın girmeye başladı. Bu altınlar, Amerikalıların Londra’dan getirdikleri ve sonradan ARAMCO olarak bilinen Arap-Amerikan Petrol Şirketi’nin altınlarıydı. Şirketin Kral Abdülaziz’e gönderdiği altınlar zamanla Suudilerin ülke içinde ve çevredeki komşulara karşı otoritelerini kabul ettirmelerine yardımcı olduğu gibi Soğuk Savaş döneminde Vehhabi anlayışını esas alan dini itikadın Ortadoğu, Afrika ve Asya’da açılan yayın, propaganda ve eğitim merkezleri vasıtasıyla yayılmasına katkı sağlayacaktı. Asya, Afrika ve Arap ülkelerinden toplanan “Vehhabi mücahidler” Sovyetler Birliği’ne karşı organik silah gibi kullanıldılar.

ARAMCO’nun Suudi Arabistan’da ve Ortadoğu’da giriştiği büyük çaplı işler bazı zamanlarda İngiliz ve Fransız çıkarlarıyla uyuşmazlığa yol açtığı için Londra – Paris – Washington arasında tartışmalara da yol açmıştır. Şirket, ABD’nin Basra Körfezi’nde söz sahibi olmaya başlamasına ve Ortadoğu’da güçlenmesine yardımcı olmuştur. Günümüzde de Suudi – Amerikan ilişkileri bu şirketin potansiyeli hatırına yürütülmektedir ve Ortadoğu jeo-politiğinde çok belirleyici bir yere sahiptir.

Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki Yeni Rolü

Yakın tarihe baktığımızda ABD’nin Ortadoğu projesinde Türkiye’ye liderlik rolü biçildiğine dair gelişmeleri hatırlamamız gerekir. Soğuk Savaş döneminde Suudi Arabistan üzerinden “radikal İslam” yorumunun yayılmasına destek veren Amerikan siyaseti, Soğuk Savaş sonrasında Moderate Islam (Ilımlı İslam) projesini Türkiye üzerinden yükseltmeyi planlamıştı. Bu politika, eski CIA şeflerinden Graham Fuller’in Ortadoğu’da uzun yıllarını verdiği araştırma ve uygulama çalışmalarının sonucuydu. Türkiye’nin Osmanlı geçmişi ve “ılımlı Müslüman” insan kaynağı Afrika ile Asya’daki Müslüman topluma yönlendirilecek ve Ortadoğu’ya model olarak gösterilecekti. Böylece Sünni İslam dünyasında Suudi merkezli Selefi-Vehhabi yayılmacılık karşısında Türkiye merkezli Sufi kökenli yayılmacılar ile denge kurulmuş olacaktı. Dolayısıyla Türkiye üzerinden ABD, Avrupa ve Vatikan’ın küresel gücüyle temas halinde geliştirilmesi planlanan bu proje, Ortadoğu’da sadece Sufiliği yaymak için değil Vehhabiliğin alternatifi olan farklı bir Müslüman sosyo-ekonomik yapı ihdas etmek için kullanılacaktı.

Bu proje, Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmelere ve ABD’nin Türkiye siyasetindeki başarısızlığına bağlı olarak çökme noktasına gelince Türkiye’nin rolü Suudi Arabistan’a kaymaya başladı. Bu durumda Sünni dünyada Riyad’ın ağırlığının artması ve Ortadoğu’da Türkiye’ye biçilen rolün Suudilere devredilmesi için Riyad merkezli Vehhabiliği yayma projesinin rafa kaldırılması veya yavaşlatılması gerekiyordu. Zira mevcut şartlar altında Suudiler, sadece Selefiliğin değil tüm Sünnilerin liderliğini üstlenebilmeleri için Vehhabi geçmişlerini masanın altına saklamak mecburiyetindedirler. Bu minvalde MBS, Trump ile neredeyse eş zamanlı olarak siyaset sahnesine çıkmaya başladığı günlerden itibaren “Suudi Arabistan’ı ılımlı İslam’a döndüreceğim” diyerek aslında bu durumu özetlemiş oldu. MBS, ARAMCO’nun geleceği ve Ortadoğu’nun geleceğine dair yeni proje çalışmaları için çıktığı Batı turu esnasında görüştüğü tüm liderlerden bunun için destek istedi.

Suudi Sarayı’nın Ortadoğu’daki yeni rolü, Trump’ın damadı ve New York – Londra – Paris eksenli küresel bankerlerin temsilcisi Jared Kushner idaresinde yürütülen ve Balfour Deklarasyonu’ndan tam 100 yıl sonra ilan edilen “Yüzyılın Antlaşması”nda aktör olmaktır. Bu proje, Ortadoğu’da İsrail’in sınırlarının Müslümanlar tarafından kabul edilmesi, İsrail karşıtlığını kullanan Arap milliyetçiliğinin bastırılması ve yeni enerji koridorlarının inşası için bölgede güvenliğin sağlanmasını hedeflemektedir. Proje, 1940’lı yıllarda inşasına başlanan ve 1950’den itibaren Doğu Arabistan’daki zengin petrol kaynaklarını Doğu Akdeniz’deki limanlara pompalayan Tapline enerji koridorunun yeniden canlandırılması ve Basra Körfezi’nde Katar ile İran arasındaki zengin gaz yataklarının aynı koridora bağlanması için saha düzenlemelerinin yapılmasını gerektirmektedir. Saha düzenlemeleri, bu enerji-politikte güzergah olarak yer alacak tüm ülkelerin projenin güvenliği gereği Ortadoğu’daki küresel yatırımlara tehdit teşkil etmeyecek hale dönüştürülmelerini gerekli kılmaktadır. Son dönemde Lübnan, Ürdün ve Suriye gibi ülkelerde yaşanan gelişmelerde Suudilerin daha aktif rol oynayarak radikal hamlelerle öne çıkmalarının sebepleri bununla alakalıdır. Ayrıca bu projede Riyad’ın tarihi rakibi Katar’ın yeni enerji alanındaki konumu sınırlandırılmakta, İran ise İngiltere – Fransa – ABD merkezli konsorsiyuma uyum sağlayıp sağlamamasına bağlı olarak belirsizlik ekseninde tutulmaktadır. Suudi politikasında Katar ve İran’ın Körfez’deki enerjinin geleceğinden pay almasını önlemek ve Ortadoğu’da Türkiye’nin eski rol modelini ele geçirerek hareket etme isteği göze çarpmaktadır.

Ayrıca bölgenin tarihinde eskiden beri Rockefeller’ın kurduğu Amerikan merkezli şirketler ile Rothschildlerin finanse ettiği İngiliz ve Fransız şirketler arasında rekabet yaşandığını da unutmamak gerekir. Bu rekabet, her ne kadar son yıllarda Rockefellerlar petrol sektöründeki yatırımlarını azaltırken Rothschildler bu sektörde yatırımlarını artırsalar da geçmişin bir parçası olarak bazı zamanlarda nüksetmektedir. Ayrıca bölgesel aktörlerin sisteme uymakta zorlanması gibi gelişmelere bağlı olarak Ortadoğu’da büyük dönüşümleri başlatmak, sürdürmek ve sonuca ulaşmak zaman almaktadır.

Sonuç olarak, İslam Dünyası’nda asla kabul görmeyeceği belli olan Fransız tarzı dinde reform anlayışı, teklifleri ve haberlerinin, Ortadoğu’da Suudilerin yapmayı hedefledikleri siyasi ve sosyal reformlarla eş zamanlı olarak gündeme getirilmesi sadece Fransa’nın iç piyasasıyla alakalı gibi yahut tesadüf gibi görünse de aslında bir kamuoyu tepki testi mahiyetindedir. Ayrıca bu gelişmeler, İslam dünyasında yeniden reformculuk politikalarının gündeme getirilmesiyle devlet – toplum – din üçgeninde nasıl ve hangi ölçüde bu işin yapılması gerektiğine dair ortaya atılan görüşler ve tartışmalar ortamının mahsulüdür. Yeni nesil Suudi-Vehhabi ulemasının ayetleri yeniden yorumlaması (siyasi dizaynı meşrulaştırmak için “zamana uydurma”yı düşünmesi) çok büyük bir sürpriz olmasa da Kur’an-ı Kerim’den kaldırmaya sıcak bakması muhtemel değildir. Durum Avrupa’daki Müslümanlar için sosyo-ekonomik iken Ortadoğu’da jeopolitiktir. Dolayısıyla ABD – Suudi ortak çıkarları gereği yeni anlaşmada, Suudi Arabistan’ın her türlü iç ve dış tehdide karşı Amerikan güvenliğini garanti etmesi karşılığında Suudiler esas Ortadoğu jeopolitiğini reforme etmeyi hedeflemektedirler. Bunun için İsrail ile işbirliğinde ve Ortadoğu’daki Hıristiyan azınlıklar nezdinde kabul görmeleri gerekmektedir. Ayrıca Batı’nın Ortadoğu’daki yeni operasyonlarında müttefiki, büyük ortağı ve tüm bölgeye tavsiye edebileceği rol modeli olmak için “radikal” olmayan gayet “ılımlı” bir ülke olduğunu göstermesi gerekir. Bunun için kadınların araba kullanması, sinemaya gitmeleri, ülkede eğlence sektörüne kapıların açılması ve ülkeye gelen yabancıların kullanabileceği temsili bir kilisenin açılmasına karar verilmiştir.

Tüm bunlar olurken Körfez’de ABD ile İngiltere ve Fransa arasında şimdilik göze çarpan görüş ayrılığı, Suudilerin rakibi İran’ın Ortadoğu jeopolitiğindeki geleceği üzerinde yaşanmaktadır. ABD’nin Suudilerle işbirliği İran’ı şimdilik köşede tutmayı gerektirse de İran’ın bölgede yeni yatırımlar yapacak olan Batılı enerji konsorsiyumuna daha fazla taviz vererek kendi enerji pazarını bu küresel yapıya açması dengeleri yeniden değiştirebilir. Ancak mevcut durumda Suudiler tüm kartları kullanarak öne geçme aşamasındadırlar.