Ortadoğu’da yaşananları sadece başlıkları ile saymak gerekirse karşımıza şöyle bir liste çıkar:

  • Suriye’de acımasızlığıyla artarak süren bir savaş ve her geçen gün artan bölünme riski,
  • Irak’taki mezhebi iç gerilim ve Kürt bölgesinden kaynaklı sıkıntılar,
  • Yemen iç savaşı ve kabaran insani bilanço,
  • Katar krizi ve bölgesel güvenlikle ilgili sonuçları,
  • Mısır’daki istikrarsızlık ve Doğu Akdeniz’deki yansımaları,
  • Filistin’de işgal ve yeni Siyonist provokasyonlar, vs.

Birbirinden tamamen bağımsız gibi görünen bu çatışma süreçleri ve iç gerilimlerin ortak noktalarına bakıldığında, her birinde İran ve Suudi Arabistan’ın bir şekilde rol oynadıkları görünmektedir. Çok büyük bir beceri gerektirmeyen bu çıkarımımızda, küresel güçlerin bölgesel hesaplarını ve halk hareketlerinden kaynaklanan iç dinamikleri bir an için analizin ikinci aşamasına koyduğumuzda, tüm Ortadoğu’da sürmekte olan çatışmaların Suud-İran çekişmesinden ibaret olduğu dahi söylenebilir. Burada söylenmesi gereken yeni tehlike ise, farklı ülkelerdeki vekiller üzerinden çatışan bu iki gücün yakın bir gelecekte kendilerine çatışma bölgesi olarak Lübnan’ı seçtikleri yönünde giderek güçlenen ihtimallerdir. Şu an ülke siyaseti iki büyük blok arasında bir denge savaşı veriyor: Bir yanda Hizbullah ve Maruni cumhurbaşkanı Mişel Avn ittifakı, öbür tarafta ise Sünni Başbakan Saad Hariri ve Maruni Semir Caca ittifakı.

Tüm Ortadoğu’yu sarmakla birlikte şu ana kadar Lübnan’ı sıcak çatışma içine girmekten koruyan ana sebep ise, ülkenin yakın bir geçmişte çok kanlı bir iç savaş yaşamış olması gerçeğiyle yakından ilgili. 1975-89 arasındaki savaşta binlerce insan hayatını kaybederken ülke yaşanmaz hale gelmişti. Şimdi ülke siyasetine bakıldığında bugün siyaset sahnesindeki aktörlerin neredeyse tamamı, o acı günleri bizzat yaşamış yaşlı kuşak siyasetçilerden oluşmakta ve bir daha böyle bir şeyin olmaması için azami gayret göstermektedir. Bununla bağlantılı bir diğer unsur, en güçlü siyasi hareket olan Saad Hariri’nin Mustakbel (Gelecek) hareketinin Suudi Arabistan’ın savaş baskılarına halen direniyor olması. Bir diğeri belki de Siyonist İsrail rejiminin bu ülkedeki olası bir kaosu kendi yayılmacılığı için fırsata dönüştürmesinden duyulan kaygılarla ilgili olabilir.

Lübnan’da Güvenlik Üçgeni

Yukarıdaki frenleyici unsurların yanı sıra bir diğer faktör kuşkusuz ülke güvenlik mekanizmalarının karışıklığından kaynaklanan denge durumudur. Lübnan ordusunun başında Maruni general Josef Avn, askeri istihbaratın başında ise bir diğer Maruni Tuğgeneral Antoine Mansour yer alıyor. Bu iki kişi cumhurbaşkanına yakın kişiler ve dolayısıyla onun müttefiki durumundaki Hizbullah’a karşı her hangi bir hamle geliştirecek durumda değiller. Öte yanda Sünni General İmad Osman’a bağlı olan iç güvenlik birimleri ile Sünni Tuğgeneral Halit Amoud’a bağlı iç istihbarat Saad Hariri’ye yakın. Kamu Güvenliği birimi adıyla faaliyet gösteren silahlı gruplar ise Şii general Abbas İbrahim’e bağlı. Böylece ülkenin başlıca güvenlik ve istihbarat birimleri Maruni, Sünni ve Şii siyaset şekillenişine uygun bir denge ile paylaşılmış durumda. Bu güvenlik denklemi, hiç kimsenin yenişemeyeceği bir savaşa karşı öteleyici bir rol oynamaktadır.

Hizbullahı Kim Vuracak?

Ülkenin geleceğini tehdit eden yeni tehlikeye gelince: Suudi Arabistan’ın, tüm Ortadoğu’da İran’a ait en büyük milis gücünü yani Hizbullah’ı kendi yuvasında vurmak için el altında savaş hazırlıkları yaptığı ve bunun için kesenin ağzını açtığı yönünde dedikodular ayyuka çıkmış durumda. Bununla birlikte, kendisi adına savaşacak grup bulmakta şimdilik zorlandığından, geçtiğimiz aylarda adeta rehin tutarak istifaya zorladığı Başbakan Saad Hariri’nin Mustakbel hareketini ikiye bölerek onun içinden militan bir yapı devşirme çabalarına odaklandığı söyleniyor.

Suudi Arabistan’ın, Cumhurbaşkanı Avn’ı Hizbullah’tan uzaklaştırmak ve olası bir savaşa ikna etmek için el altından büyük maddi ve manevi sözler verdiğine dair iddialar da dolaşıyor. Hali hazırda yıllık 4 milyar dolarlık bir paranın Lübnan bankalarına aktarıldığı söyleniyor. Bunun yanı sıra 400 bin Lübnanlı işçi Suud dahil değişik körfez ülkelerinde çalışmakta ve yıllık yaklaşık 8 milyar dolarlık bir parayı ülkelerine gönderip ailelerine bakmaktadır. Bu durum körfez ülkelerinin Lübnan’da operasyon yapmalarına imkan veren bir zaaf oluşturmaktadır.

Suudiler şu an üç şey istiyorlar: Hizbullah’ın kabineden atılması, Hizbullah’ın Ortadoğu’nun farklı cephelerindeki militanlarını çekmesi ve son olarak Lübnan hükümetinin Ortadoğu’daki olaylarda Suudi Arabistan yanında taraf olması.

Gerilimin öbür yanındaki Hizbullah ise; Suriye, Yemen ve Irak’taki güçlerinin en azında bir bölümünü Lübnan’a yeniden getirip “cephe gerisini” güvenceye almak üzere harekete geçmiş gibi bir izlenim veriyor. Bu çekilmenin söz konusu cephelerde her hangi bir zaaf oluşturmaması için dünyanın farklı ülkelerindeki Şii gençlerin militanlaştırılması İran devrim muhafızlarına kalmış durumda. Hizbullah, Lübnan içinde olası bir sıcak çatışma için şimdiden İsrail karşıtı retoriği de yeniden canlandırıyor. İsrail-Suudi-BAE arasındaki yakınlaşma, bu konuda Hizbullah’ın ekmeğine yağ süren bir işleve sahip.

Aslında Lübnan’daki aktörler 2014 yılında tüm bölgeyi kasıp kavuran IŞİD tehdidi nedeniyle çok nadir görülen bir “ortak dış politik tutum” içine girmişlerdi. Ancak şu anki konjonktürde Suudilerin hamleleri bu küçük ülkedeki görece sakinliği bozarak eski dinamikleri yeniden harekete geçirmiş ve dış müdahalelere çok daha açık hale getirmiş izlenimi veriyor. Mevcut denklemde, İran’ın eli rahat görünse de, Tahran yönetiminin yeni bir savaşı finanse edecek imkanları bulmakta zorlanacağına kuşku yok. Hariri, İran’la hesaplaşmanın tüm yükünü almak istemediğinden Riyad yönetiminin güçlü bir militan güce olan ihtiyacı sürdükçe, İran’ın Hizbullah’a ilave bir masraf yapmasına da şimdilik gerek görünmüyor. Denklemin diğer yanında ise İsrail faktörü bulunuyor. Lübnan’daki Filistin direniş potansiyeli Siyonistleri ürkütmeye devam ettiğinden olası bir iç savaşta, tıpkı öncekinde olduğu gibi, Filistinlilerin bu yeni iç savaşta gücünü harcayacağını çok iyi biliyor. Bununla beraber Siyonistlerin bizzat kendisi Suud için güney Lübnan’da yeni bir cephe açmayacaktır. Bu nedenle İsrail’in, hava operasyonları ile Hizbullah’ın vurulması dışında ilave bir adım atması beklenmemelidir.

Türkiye ve Lübnan

Tüm bu karmaşa içinde Türkiye’nin Lübnan siyasetini iyi organize etmesi kaçınılmaz görünüyor. Türkiye’nin bu ülkedeki potansiyeli ve olası müttefikleri hala çok fazla. Başta Mustakbel hareketi, Cemaati İslami (Müslüman Kardeşler) ve ona bağlı yüzlerce sivil toplum kuruluşu, eski başbakanlardan Necip Mikati ve onun el-Azm hareketi, sayıları yarım milyonu aşan Filistinli mülteciler Türkiye’nin görünen müttefikleri. Türkiye bir yanda bu ülkedeki Sünniler nezdinde sahip olduğu sempatiyi korurken, ülkede iç barışın korunması amacıyla diğer kesimlerle diyaloğu geliştirmelidir. Unutulmaması gereken husus, Lübnan’daki Sünni Müslümanların hoşnutsuzluk ve umutsuzluk halinde yaşadıkları gerçeğidir. Türkiye bu hoşnutsuzluğun Suudilerin kullanabileceği bir operasyon aracına dönüşmemesi için himaye siyasetini artırabilir. İran tarafından maddi ve siyasi olarak desteklenen Şii oluşumların ve diğer güçlerin karşısındaki Sünni liderlerin içinde bulunduğu gevşek ve zayıf durum,  Lübnan’daki Sünni kesime sahip çıkacak bölgesel bir destekçinin yokluğuna bağlanmaktadır. Suudi Arabistan’ın desteğine sahip Gelecek Hareketinin gençleri cezp etmek ve enerjilerini kullanmak için yetersiz kaldığını düşünenlerin sayısı az değildir. Buna ek olarak, meşhur Hariri’nin rehin kalma olayı sonrası, Suudi Arabistan ve Gelecek Hareketi arasındaki ilişkiler artık hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır.

Bu nedenle Türkiye, bir yanda Gelecek Hareketi ile ilişkilerini geliştirirken, diğer sivil toplumla da bağlarını artırmalı. İranlılar ve Suudilerle anlaşarak Lübnan’da bir Türk askeri üssünün kurulması fikrini ciddi olarak gündeme getirebilmelidir. Bu üssün görevleri; iç barışı sağlamlaştırmak, Lübnan ordusunu terörle mücadelesini desteklemek ve İsrail’in Lübnan hava sahasını ihlal etmesini engellemek gibi her kesimin kabul edebileceği koşullar olmalıdır.