Heyecan verici Arap Baharı geçtikten sonra yaşanan krizler karşısında Türkiye ile Arap ülkeleri arasında soğuk rüzgârlar esmişti. Son aylarda ise Körfez ülkeleri ile Türkiye ilişkileri, yeniden dikkat çeken bir ivme kazanmaya başladı. Bir yanda Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi ve İran’ın bölgedeki askeri varlığıyla Körfez’i kuşatması; öbür yanda ise Amerikan Congress tarafından kabul edilen JASTA (Terör Destekçilerine Karşı Adalet Yasası), İslamofobinin yükselişi, Avrupa’nın Suriye’deki yokluğu ve Trump’ın tartışmalı başkanlığı, bölge ülkeleri arasında işbirliğinin gerekliğini bir kez daha hatırlatmıştır. Ancak yeniden canlanan Türk-Arap ilişkileri daha güçlü esaslar üzerine inşa edilirse bu sefer ilişkiler kalıcı ve istikrarlı olacaktır.

Türk-Arap ilişkilerinin, İslam, Selçuklu ve Osmanlı ortak tarihine dayandırılması elbette mümkündür. Buna rağmen bu ortak miras aynı zamanda Türkiye ile Arap dünyası arasında güçlü bir bağ kurmaktansa bir ayrım sebebi olabilir. Nitekim Arap dünyasında Osmanlı mirasının değeri yeniden anlansa da rakip ve milliyetçi söylemler devam etmektedir. Ayrıca Arap elitler arasında Türkiye karşısında (tamamen temelsiz diyemeyeceğiz) bir “Yeni Osmancılık” çekincesi bulunmaktadır.

Benzer bir yorum ortak dini değerler hakkında da yapılabilir. İki halkın da Müslüman olması şüphesiz güçlü bir bağ ve yakınlık oluşturmaktadır. Fakat farklı dini anlayışlar bazı sorunlara yol açabilmektedir. Örneğin Türkiye’de benimsenen Maturidiye, Tasavvuf veya Hanefi mezhebi, bazı ülkelerin (Körfez ülkelerde daha çok) resmi dini anlayışlarında pek hoşgörü ile karşılanmaz ve hatta şiddetle Tasavvuf’u veya Maturidiye’yi kınayan Arapça yayınlara rastlanmak mümkündür. Ayrıca Türkiye’de de toplumun farklı kesimleri tarafından, belli bir tarih anlayışına veya İslam kardeşliğine dayanan ilişkileri benimsenemediğini hatırlatmamızda fayda var.

Bu yüzden Türk-Arap İlişkilerini, yeniden tesis ederek daha istikrarlı ve uzun ömürlü olabilmesi için önce karşılıklı saygı üzerine dayandırmak ve daha çok ekonomik, siyasi ve kültürel ortak menfaatler üzerine oturtmak zorundayız. Aslında Türk hükümetinin resmi yaklaşımı bu yöndedir. Dışişleri Bakanlığı “Türkiye’nin Arap ülkeleriyle geleceğine yönelik vizyonu da, kalıcı ve sürdürülebilir bir siyasi ve güvenlik istikrar ortamında, sosyal, ticari ve kültürel etkileşimin kazan-kazan ilkesi temelinde geliştirilmesi ve bu sayede, ülkemiz dahil, tüm bölge ülkeleri halklarının refah ve huzurunun artırılması yönünde” olduğunu ifade etmektedir.1 Ortak menfaatlere dayanan yaklaşım karşılık bulabilir çünkü bölgenin Batı veya diğer büyük küresel aktörlerle kurduğu ilişkilerin eşitsiz olduğu ve sık sık bir dayatma ile ilerlediği düşünülmektedir.

En önemli ortak menfaat şüphesiz ekonomi. Türkiye’nin perspektifinden bakılacak olursa ülkenin ihracatının %50’sinden fazlası Avrupa ülkelerine doğru gitmektedir ve şüphesiz Avrupa ülkeleri, Türk malları için en önemli pazarı oluşturmaktadır. Ancak 2013’ten sonra Avrupa’da yaşanan ekonomik durgunluk Türkiye’nin yeni pazarlara açılması gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Aşağıdaki grafiğe bakarsak 2011’den beri Asya’da bulunan Arap ülkeleri ve İsrail en dinamik ve en hızlı büyüyen pazardır. Burada elbette en büyük rolü sınırımızı paylaşan Irak ve Suriye oynamaktadır. Fakat ana bağlantı yollarını kestiği için DAEŞ’in ortaya çıkışı ve Suriye sivil savaşı ticari hacmin büyümesine bir engel oluşturmuştur. Bu durum aynı zamanda Türkiye ile Arap dünyasını bağlayan altı yapının zayıf olduğunu hatırlatmaktadır.

Türkiye coğrafi konumu itibariyle Ortadoğu ile bağlantılıdır. Bu ortak coğrafya ne kadar tartışmasız olsa da senelerce ihmal edilmiştir. Nasıl Avrupa Birliği ile ulaşım koridorları oluşturulması veya son zamanlarda Çin’in İpek Yolu’nun yeniden canlanması için planlar yapılıyor ve ciddi yatırımlar yapılıyorsa; Türkiye’nin de, gıda gibi az dayanıklı ürünlerin ithali potansiyelini daha iyi kullanabilmesi için ulaşım koridorlarını geliştirmek adına bölge aktörleriyle beraber çalışması gerekmektedir.

Türkiye ile Arap Dünyası’nı bağlayan başka önemli ekonomik alan şüphesiz turizmdir. Turizm ekonomik bir alan olmakla beraber Türk yumuşak gücünü artıran bir unsurdur. Maalesef sektör, terör olaylarından ve 15 Temmuz darbe girişiminden aşağıdaki tabloda göründüğü gibi olumsuz etkilenmiştir. Ancak DAEŞ’in Arap ülkelerinin vatandaşlarını hedef almasına rağmen Arap ülkelerinden gelen ziyaretçi sayısı azalsa da diğer bölgelere nazaran ziyaretçi sayısı daha az azaldı ve son haftalarda büyümeye başladı.

Elbette turizm ve ekonomik ilişkiler bölgedeki barış ve istikrara bağlıdır. Irak ve Suriye’deki istikrarsızlık ve iç savaşlar maalesef Türkiye’yi etkilemektedir. O ülkelerden sızan terör örgütleri veya Türkiye’ye sığınan mülteciler bu krizin en bariz sonuçları. Bu iki krizde küresel aktörlerin pasif kalmaları veya kendi ajandasına ve iç kamuoyunu odaklı bir stratejiye göre hareket etmeleri uzun vadeli olumlu bir etki yaramaktansa çatışmayı şiddetlendirmektedirler. Bu yüzden Türkiye, bölge ülkeleriyle angaje olmak zorunda. Ancak görüyoruz ki Türkiye ve Arap ülkeleri ancak bir bölgesel örgütte buluşmaktadırlar: İslam İşbirliği Teşkilatı. Elbette Türkiye ve Arap ülkeleri Birleşmiş Milletler çatısında buluşurlar ancak Ankara’nın, ikili ilişkiler yanında daha fazla bölgesel işbirliği ve diyaloğu artıran bölgesel örgütler oluşturmak veya var olan başarılı örgütlere (örneğin Körfez İşbirliği Konseyi) ortak veya üye olması gerekmektedir.

Şimdiye kadar devletlerin ne yapması gerektiği üzerinde durdum. Fakat Kuveyt’te yapılan Arap Türk İlişkileri Konferansı’nın da hedeflediği gibi devlet dışındaki örgütlerin de kalıcı ilişkiler oluşturmakta önemli bir role sahip olduğunu hatırlatmak lazım. Birbirine bu kadar yakın ülkeler maalesef çok az birbirini tanımakta ve anlamaktadır. Bunu yapabilmek için ilk aracı tabi dil ve kültürdür ve bu iki aracı yaygınlaştırmak gerekir. Türk devleti Yunus Emre Enstitüsü ile Türkçe öğretimini yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Fakat görüyoruz ki halen Arap Birliği’ne üye olan 22 ülkenin sadece altısında faaliyet göstermektedir ve örneğin Körfez ülkelerinde veya Irak’ta bulunmamaktadır. Öbür tarafta Türkiye’de dini eğitim dışında Arapça eğitimi yaygınlaştırmak gerekmektedir. Arapça Milli eğitim okullarında seçmeli ders olarak bulunmaktadır ve bazı yükseköğretim kurumları da ciddi gayretler içindedirler. Ancak 2016’da ülke genelinde üniversite bünyesinde lisans eğitimi veren sadece 4 Arapça Mütercim-Tercümanlık bölümü vardı (bunların arasında sadece 2 tanesi İstanbul’da). Bu sayının arttırılması gerekir ve (Batı dillerinde olduğu gibi) standart bir seviye belirleme sınav üzerine çalışılmalıdır.

Aynı zamanda halkları birbirini daha iyi tanıyabilmek ve dil becerilerini arttırmak üzere Türkiye ile Arap Dünyası arasında öğrencilerin hareketliliği programlarını geliştirmek gerekmektedir. Üniversiteler arasında ikili ilişkilerin kurulması lazım ve aynı zaman Bologna süreci gibi eğitimde hareketliliği teşvik etmek için ortak eğitim standartlarına doğru gitmek gerekir. Bu faaliyetler bölge uzmanları yetiştirmek için de önemlidir. Bunun için de Türkiye’de Orta Doğu araştırma merkezlerini teşvik etmek gerekmektedir. Coğrafi konumuna rağmen Büyük Britanya’da birkaç tane Körfez Çalışmaları merkezi bulunmakta ama Türkiye’de herhangi bir Körfez ülkeleri araştırma merkezi bulunmamaktadır. Benzer bir şekilde Modern Türkiye araştırma merkezlerini Arap dünyasında oluşturmak gerekmektedir.

Son olarak şüphesiz bir önemli iletişim aracı Türk dizileridir. Bu diziler hem Türkiye’de hem de Arap dünyasında bir tartışma kaynağı olmuştur. Buna rağmen kültürel değişimler için önemli bir araçtır. Örneğin, bu dizilerde Arap karakterlerin teşvik edilmesi hem Arap ülkelerindeki rağbet artırabilir hem de Türk seyirciler arasında bazı önyargıları ortadan kaldırmak için bir vesile olabilecektir.