Soçi’de 22 Kasım 2017 tarihinde, Rusya, Türkiye ve İran, Suriye krizinde ortak çözüm hedefini bir adım ileriye taşıdılar. Üçlü zirvede öne çıkan somut öneri, etnik ve dini grupların katılımıyla Suriye Ulusal Diyalog kongresinin toplanması ve bu kongrede alınacak kararlar doğrultusunda ülkenin geleceğine yönelik yol haritasının belirlenmesidir. Ayrıca zirvede, birleşik bir Suriye için anayasanın değiştirilmesi, serbest seçimlerin yapılması, illegal unsurların dışlanması ve çok taraflı diyalogun sürdürülmesi gereğine vurgu yapılmıştır. Ancak, kesin yol haritasının ortaya konulması için 2017 Aralık ayında Rusya’da yapılması planlanan (ve ertelenen) kongre adres gösterilmiştir.

Suriye’nin geleceği konusunda, Soçi zirvesinde sergilenen ortak duruşa rağmen her üç ülkenin de öncelikleri ve beklentileri farklılıklar göstermektedir. 2011 yılından itibaren İran, Suriye iç savaşında istikrarlı bir politikayı sürdürmüştür. Bu bağlamda Tahran’ın, Suriye krizinde temel önceliklerini anlamak, Soçi zirvesinin muhtemel geleceğini analiz etmek açısından önem taşımaktadır.

İran-Suriye İttifakı

Tahran yönetiminin Suriye’deki siyasi hedeflerinden en dikkat çekici olanı kuşkusuz 47 yıldır ülkeyi yöneten Esed ailesinin iktidarını sürdürmesidir. 1970 darbesinden sonra Suriye ve 1979 devriminden sonra İran, ABD ve İsrail’in jeopolitik düşmanları haline gelirken, güçlü bir işbirliğinin siyasi temellerini de oluşturmaya başlamışlardır. Örneğin 1979 sonrası İran’da kurulan yeni rejimi resmi olarak ilk önce tanıyan ülkeler, sırasıyla SSCB ve Suriye’dir.

Ayrıca Suriye, 1980-1989 İran-Irak Savaşı sırasında Tahran’a destek veren tek Arap ülkesidir. Ancak Şam ve Tahran dayanışması, 1987 yılında Arap ülkelerinin Irak’ı desteklemesi karşılığında Suriye’ye mali yardımda bulunmasıyla bir süreliğine ivme kaybetmiştir. Buna rağmen İran-Suriye ittifakı, zeminini korumayı sürdürmüştür.

Bu güçlü zeminin temel nedeni İran ve Suriye’nin, çeşitli dönemlerde İsrail ile yaşadığı gerilimlerdir. Tahran, İsrail’in işgali altında tutuğu Suriye’nin Golan tepeleri meselesinde Şam yönetimine tam destek vermiştir. Şam ise, İran’ın siyasi ve ekonomik olarak tecrit edilmesine karşı çıkmış ve nükleer kriz konusunda Tahran’ın yanında yer almıştır. İlave olarak 2011’de başlayan iç savaşta Suriye rejiminin en önemli siyasi ve askeri müttefiki, mali yardımla, istihbarat paylaşımıyla ve milis güçleriyle İran olmuştur.

Kısacası 1979’dan itibaren iki ülke arasında Ortadoğu’da gelişmeleri şekillendirecek düzeyde etkili bir işbirliği mevcuttur. Kurulan ittifakın stratejik niteliği, “hayatta kalma”,  rejim güvenliği ve “ortak düşman” esasına dayanmaktadır. Suriye rejiminin yerini ve gücünü koruması, Şam ve Tahran arasındaki işbirliğinin devam edebilmesi için kritik önem taşımaktadır. Soçi zirvesinden bir gün önce Putin’in, Beşar Esed’i samimi bir şekilde ağırlaması, Moskova yönetiminin de mevcut iktidarın devamı konusunda İran ile görüş birliği içerisinde olduğunun sembolik ama net bir kanıtıdır.

İran’ın Suriye’de Askeri ve Stratejik Hedefleri

Şam rejimi ile dayanışma içinde olan Tahran yönetimi, Suriye’de bulunan askeri unsurları aracılığıyla ülkede kalıcı bir güç olma potansiyeli taşımaktadır. Ruhani’nin “Suriye’nin meşru hükümetinin rızası olmadan herhangi bir yabancı gücün ülkede bulunmasının gerekçesi yok” açıklaması İran’ın, Şam yönetimi ile ittifaka dayalı olarak pekişen askeri yayılmacılığından kolay taviz vermeyeceğini göstermektedir.

Ancak Tahran yönetiminin, çatışma alanlarındaki askeri unsurlarının niteliği, faaliyetleri ve bileşenleri konusunda netlik bulunmamaktadır. İran’ın resmi iddiasına göre Suriye’de bulunun Devrim Muhafızları, orduya danışmanlık yapmakta ve faaliyetlerini Şam yönetiminin isteği ve onayı dâhilinde devam ettirmektedir. Diğer taraftan İsrail, Washington merkezli Suriye rejimine muhalif unsurlar ve uluslararası medya kuruluşları, İran’ın Suriye’deki askeri gücü ve etkinlikleri konusunda, çeşitli iddialar ortaya atmışlardır. Ortaya konulan iddiaları, süregiden savaşın küresel niteliğini ve İran’ın bölgesel güç olma arayışını göz önünde bulundurarak ve belli bir ihtiyat payı da bırakarak dikkate almak gerekir.

Çeşitli kaynaklara göre İran, rejime ve Hizbullah’a destek amacıyla Şam’ın 14 km güneyinde yer alan el Kiswah’da askeri üs kurmuştur. İran’ın Suriye’de ‘Cehennem Vadisi’  adı verilen bölgede askeri tesislerin ve kısa menzilli füze üretebilen bir fabrikanın kurulduğunu ve Hemedan askeri üssünü Rusya’nın kullanımına açan Tahran’ın, Suriye’de askeri tesislerde Rus güçleriyle ortak operasyonlar yürüttüğü de iddialar arasındadır. (Bu iddia Rus yetkililer tarafından şiddetle reddedilmektedirler.)  İlave olarak Suriye’de faal olan Devrim Muhafızlarına bağlı unsurların, Afganistan ve Pakistan’dan getirilen Şii milislerden oluşan vurucu güçleri organize ettiği düşünülmektedir.

Bu iddialar kanıtlanmış olmamakla birlikte, Tahran yönetiminin, Suriye’deki faaliyetlerini askeri danışmanlıkla sınırlı olmadığını kesindir. Çünkü İran, bir taraftan Şam yönetiminin askeri operasyonlarına desteğini açıkça ortaya koymuş diğer taraftan Suriye krizini kendi iç güvenlik meselesi haline getirmeye gayret etmiştir. Örneğin, 7 Haziran 2017 tarihinde Tahran’daki saldırılara misilleme amacıyla Suriye’nin Deyru’z Zur kentine füze saldırısı düzenleyen Devrim Muhafızları, Suriye’de İran’ın iç güvenliğini tehdit eden unsurlarla mücadele edileceğini açıklamışlardır.

Suriye politikasında İran tarafından gözetilen diğer bir konu, Tahran’ın bölgede ortak bir bakış açısında sahip olduğu ve Suriye’de milis güçleri bulunan Hizbullah’ın askeri veya siyasi olarak herhangi bir bağlamda sınırlandırılmasını önlenmesidir. Zira Hizbullah, Lübnan krizinin derinleşmesi yoluyla veya Astana ve Cenevre sürecinde alınabilecek kararlarla Suriye’den çıkmaya zorlanabilir.

İran’ın Suriye topraklarında bulundurduğu askeri unsurlar, ülke içinde ve dışında asimetrik mücadele veya savaş yapmak üzere eğitim almış Devrim Muhafızlarından oluşmaktadır. Tahran’ın, Suriye’de askeri hareket kapasitesi rejimin onayına ve lojistik unsurların desteğine ve koordinasyonuna bağlıdır. Bu bağlantılar, İran’ı Suriye’de az görünen ve güçlü bir baskı unsuru haline getirmiştir. Bu nedenle İran’ın, Suriye’de lojistik bağlantılarını feda etmesi beklenmemelidir. Tahran’ın, Suriye krizine çözümünde taviz vermekten kaçınacağı ana konular bu şekilde özetlenebilir. Soçi zirvesinde ortaya çıkan iyimser görünümüne rağmen, İran’ın ve diğer aktörleri kendi hesapları nedeniyle, Suriye’nin geleceği konusunda belirsizlikler devam etmektedir.

Soçi Zirvesi ve Belirsizlikler

Suriye’de siyasi çözüme dönük küresel bir anlayış birliği henüz olgunlaşmamıştır. Zira ABD cephesinden, zirvede benimsenen hedefler konusunda net bir açıklama yapılmamıştır. Ancak Tillerson, İran ve Rusya ile kurulan ittifakın Türkiye’ye fayda sağlamayacağını ifade etmiştir. AB ise, sürece temkinli bir şekilde yaklaşmaktadır.

Bunun yanında Rusya, Türkiye ve İran arasındaki görüş farklılıklarının altının çizilmemiş olması, bu farklılıkların aşıldığı anlamına gelmemektedir. Suriye’de, kapsamlı bir istikrar ve barış sürecinin net olmayan haritası ortaya konulmuştur. Buna karşın, harita netleştikçe aktörler arasındaki keskin farklılıkların yeninden ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenlerle üçlü zirveyi, küresel ölçekte yeni jeopolitik bir ittifakın doğumu olarak tanımlamak şimdilik mümkün değildir. Ancak jeopolitik ittifakların krizlere neden olacak düzeyde dengesizleştiği bir ortamda Soçi zirvesi, ülkeler arasındaki farklılıklarla birlikte yeni ve etkin bir güç merkezi tesis etmeye dönük önemli bir “resim” olarak nitelendirilebilir.

Diğer taraftan zirvede alınan kararların hayata geçirilebilmesi hususunda, çok fazla soru işareti bulunmaktadır.  Örneğin serbest seçimlerin yapılması kararına rağmen, Rusya ve İran açısından, Esed iktidarı dışında makbul ve kabul edilebilir bir alternatif görünürde yoktur. Zira mevcut Şam rejiminin devamı, iki ülkenin Suriye’deki varlığını meşrulaştırmaktadır. Ayrıca Moskova ve Tahran, Suriye iktidarın belli açılardan revize edilmesi dışında değişikliklere mesafeli görünmektedirler.

İlave olarak Suriye krizi, Rusya ve İran’ın Ortadoğu’da daha önce hiç olmadığı kadar güçlü bir askeri ve siyasi varlık göstermesine zemin hazırlamıştır. Örneğin Soğuk Savaş boyunca sürekli tekrarlanan SSCB’nin sıcak denizlere inme ideali, Suriye’de devam eden vekâlet savaşı sürecinde Putin’in “ulusal çıkar alanı” olarak tanımladığı Akdeniz’de Tartus Deniz üssünün kalıcı hale getirmesiyle hayata geçirilmiştir. Rusya’ın, zor ulaşılan bu hedeften kolay vazgeçmesi beklenmemelidir. Bu bağlamda Tahran ve Moskova’nın, öncelikli olarak bölgede elde ettikleri kazanımlarını korumayı hedeflemesi muhtemeldir.

Bu belirsizliklerin bir şekilde aşılması durumda ortaya çıkabilecek diğer ihtimal ise 2008 Lübnan krizinde izlenen yolun tekrarlanmasıdır. Hatırlanacağı gibi 2008 yılında Lübnanlı Şii gruplar Fuad Sinyora’nın hükümetinden desteğini çekmesiyle ülke yeninden derin bir krize girmişti. Katar’ın başkenti Doha’da Lübnan’dan siyasi partilerin ve BM’nin katılımıyla yapılan konferans soncunda anlaşmaya varılarak kriz çözüme kavuşturulmuştu. Ancak birçok gözlemci, bu anlaşmayı Hizbullah’ın zaferi olarak nitelendirmektedir. Zira İsrail savaşı sonrası Hizbullah’ın silahsızlandırılması hedefi sonuçsuz kaldığı gibi Akdeniz’de stratejik bir güç haline gelmesine hiçbir engel getirilmemiştir.

Benzer şekilde Suriye’de de krize çözüm arayışları, Şam rejiminin ülkeyi bütünüyle kontrol altına alması için zaman ve imkân yaratılabilir. Hangi ihtimalin ağır basacağı ise, önümüzdeki dönemde netlik kazanacaktır.