Hareketli iç ve dış mücadelelere sahne olan Ortadoğu’da, alışkın olduğumuz türden ama yine de belli yönleriyle yenilik arz eden çatışma alanları her geçen gün farklı şekillerde ortaya çıkıyor. Bu yeni çatışma alanlarının oluşumunda, uzun süredir uykuya yatırılmış sorunların mevcut konjonktür, geleceğe yönelik planlanan yeni adımlar veya müttefiklerle kurulan karmaşık ilişkilerin neticesinde ani olarak gündeme getirilmesinin de payı var. Nitekim, hasımlarına karşı her durumdan yararlanmayı ve bunun bedeli neyse finansal olarak da karşılamayı göze alan zengin ama insani gelişim ve uluslararası itibar bakımından zayıf sayılan ülkeler açısından da Trump ile başlayan yeni uluslararası düzen bir takım fırsatlar sunmakta ve dolayısıyla da çatışma alanlarını çeşitlendirmekte. Yakın dönemde başlamış olan ve Obama’nın Ortadoğu yaklaşımlarından son derece farklı bir perspektif vaat eden Trump dönemi, bölgedeki bazı ülkelerin düşman ve dost sınıflandırmalarının yeniden altını çizerek iç hesaplaşmalarda teşvik edici bir unsura dönüşmüş gözüküyor.
Anlatması zor ve çelişkileri de bol olan karmaşık bir ilişkiler ağı ile karşı karşıyayız. Bu karmaşıklığa tuz biber eken husus ise tarafı, desteği ve motivasyon kaynağındaki belirsizlikler nedeniyle artık ülkelerin birbirlerini karalamak için kullandıkları ve dolayısıyla da araçsallaştırdıkları IŞİD’in yarattığı kaos ortamı. Kaynağı belirli veya belirsiz IŞİD ve benzeri gruplar, mezhepsel bağlılık her ne olursa olsun risk ve suçlama zemini olarak kullanılmaya oldukça açık.
Ayrılıkçı iç hareketler ve demokrasiden uzak yönetimlerin bir yansıması olarak kendini tehdit altında gören azınlıkların kimlik ve yaşam mücadelesi verdikleri Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde yaşayan sıradan halk da, uzun süredir klasik “dış düşman” tanımlarını, yanı başlarında algıladıkları ülke içi ve bölgedeki diğer tehlikeli görünen gruplar için kullanıyorlar. Arap ülkelerinin kendi içlerindeki grup ve hizipler arası tehdit algıları o derece üst düzeyde ki, 2011 sonrası bölgenin değişen yeni yüzünde, Amerika ve İsrail’e yönelik geçmişten itibaren süregelen suçlamalar, diğer “iç düşmanlar” ve ötekileştirilen gruplar ile karşılaştırıldığında artık klişeleşmiş söylem ve hikayeler gibi dinleniyor. Zira İsrail’in dahi 2011 yılında tecrübe ettiği iç protestolar ve İran’ın maruz kaldığı son terörist saldırılar, bu ülkelerde dahi içerideki bütüncül görünen resmin aslında ne kadar kolay bozulabilir nitelikte olduğunun bir göstergesi niteliğinde.
Bunun en belirgin göstergesi olarak, Lübnan’daki Hıristiyan grupların Hizbullah ile ve dolayısıyla İran ile aynı çizgiye düşerken, Müslüman Kardeşler’in ve Hamas’ın Suudi Arabistan karşısında konumlanarak yine İran cephesine kayması gösterilebilir. Tabii bu karmaşık denklemde İsrail’in de dolaylı yollardan, Amerika’nın ise kendini daha belirgin bir şekilde hissettirerek Suudi bloku ile saflaşması, Bush döneminin “şer eksenini” dahi aratacak muğlaklıkta yeni eksenler ve bloklar dünyasını önümüze seriyor.
Suud-İran Bölgesel Rekabetinin Doğurduğu İttifaklar
Müslüman nüfuslu ülkelerin hem kendi içlerinde hem de büyük güçlerle yaptıkları ittifaklar, ister istemez bir tarafın uğruna ve diğerinin hilafına başka aktörler ile yakınlaşmayı da beraberinde getiriyor; dolayısıyla hem silah donanımı hem de müttefiklik arayışları yoluyla güç dengesi sağlanmaya çalışılırken, önceki dengelerin yıkılmasıyla yeni bir döngü de doğuyor. Bunun neticesinde ise görünür ilişkiler yerini görünmez ama hissedilir nitelikteki devlet dışı aktörlere bırakıyor ve beraberinde ani terör saldırılarını, oyunu bozan önemli aktörlere karşı dış ülkeler tarafından planlanan şüpheli suikastları ve ülke içi uyguladıkları baskıyı artırdıkça dışarıya ve özellikle de yakın bölgesine yönelik düşman söylemini artıran liderleri ortaya çıkarıyor.
Süregelen düzeni bozan her türlü yenilik, özellikle Suudi Arabistan açısından üzerine eğilmeyi gerektiren yeni bir vaka sayılıyor. Güçlü ve statükoyu bozucu nitelikteki baskın liderler Suudi yönetimi tarafından her daim alarm verici olarak algılanmakta. Bu yüzden kurulu düzeni yıkıcı/yıpratıcı her türlü dinsel grup ve söylem, kısa vadeli çözümlerle de olsa bertaraf edilmeli bakış açısı hakim. 1979 İran Devrimi’nden itibaren Suudi Arabistan’a yönelik meşruiyet krizini en yoğun hissettiren aktör ise İran oldu. Suudilerin Humeyni’nin kendilerine karşı suçlayıcı söylemlerinden itibaren eski müttefiki İran’a karşı on yıllardır teyakkuz halinde olması ve karşılıklı bu iki ülkenin diğer bölge ülkelerindeki krizlerde yan aktörler vasıtasıyla zımni bir savaş yürütmesi, üçüncü ülkeler hakkındaki analizlerde dahi Suudi-İran gerilimini dikkate almayı zorunlu kılıyor. Tabii 1990’larda ve 2000’lerde Irak boyutuyla ortaya çıkan krizin Körfez ülkelerinin saflarını güçlendirirken aynı zamanda İran’ı avantajlı bir konuma getirdiği de dikkatlerden uzak tutulmamalı.
Dışarıdan yapılan değerlendirmelerde mezhepsel rekabet yönlendirici bir faktör gibi görünse de, zaman zaman bunu da aşan bir ortak çıkar anlayışı mezhepsel bağları keserek ittifakların oluşumunu sağlıyor. Bunun en belirgin göstergesi olarak, Lübnan’daki Hıristiyan grupların Hizbullah ile ve dolayısıyla İran ile aynı çizgiye düşerken, Müslüman Kardeşler’in ve Hamas’ın Suudi Arabistan karşısında konumlanarak yine İran cephesine kayması gösterilebilir. Tabii bu karmaşık denklemde İsrail’in de dolaylı yollardan, Amerika’nın ise kendini daha belirgin bir şekilde hissettirerek Suudi blok ile saflaşması, Bush döneminin “şer eksenini” dahi aratacak muğlaklıkta yeni eksenler ve bloklar dünyasını önümüze seriyor. Nispi başarılı-başarısız Arap devrimlerinin gölgesinde hükümetlerin çoktan çatırdamaya başlamış yapıları ve sağlamlaştırmaya çalıştıkları iç meşruiyetleri için verdikleri kirli savaşlar karşısında, artık boru hatlarına, petrol piyasası ortaklıklarına ve hatta film endüstrisine atıfta bulunan yumuşak güç savunucularının söylemleri oldukça naif kalıyor.
Bu kirli blok savaşlarında, Suudi kampı içinde Katar kendini farklılaştırmaya çalışırken bir yandan da eleştirilerin hedefine oturmaktan kurtulamıyor.
Yıllardır Körfez bölgesinde medyaya ve dünya çapında adını duyuran spor ve kültürel faaliyetlere katkısı ne düzeyde olursa olsun, görünen o ki, Katar’ın izolasyondan duyduğu kaygı çok üst düzeylerde. Etrafını saran diğer monarşilerde rastlanmayan bir biçimde tahtın ölümle değil, selefi henüz hayattayken Şeyh Temim’e devri, diğerlerinden farklılaşan söylemi ve izlenen dış politikalar, Katar için komşularınca “uyum bozucu” bulunduğu 2014 yılındaki diplomatik uyarının da çok ötesine geçen bir cezalandırmaya dönüştü. Katar’ın terörizmi destekleyen ülke sınıflandırmasına alınması, Katar açısından uzun yıllardır yatırım yaptığı ülke imajının yerle bir edilmesi anlamına geliyor.
Kişi başına düşen dünyadaki en büyük gelire ve petrol ve gaz yataklarına sahip olmak, Yemen ve Mısır gibi açlıktan kırılan bir nüfusu barındırmakta zorlanan hükümetler nezdinde dahi Katar’ı Suudilere kıyasla daha tercih edilir bir konuma getirmedi. İŞID, HAMAS ve Müslüman Kardeşler gibi yan argümanlar şimdilik Katar tarafından sembolik sınır dışı etme tarzındaki bir takım adımlarla bertaraf edilecek gibi görünüyor. Tam da bu bağlamda, bu gruplar içinde bizleri tarihsel kökleriyle en fazla şaşırtabilecek hareket olarak karşımıza çıkan Müslüman Kardeşler‘in, Körfez ile ilişkileri bakımından daha detaylı incelenmesi gerekiyor.
Müslüman Kardeşler Tartışmanın Neresinde?
Son krizde Katar, son gelişmelerde diğer ülkelerin yanı sıra Mısır tarafından da ülke içi militan gruplara maddi ve istihbarı bilgiler vermek suçlamalarıyla zan altında bırakıldı ve bu noktada Mısır içindeki grup olarak da Müslüman Kardeşler işaret edildi.
Müslüman Kardeşler’in son yıllarda yaşadığı yıkım, hareketin geçmişten itibaren izlediği yöntem olan “şartlar izin verdiğinde görün, risk arttığında kaybol” döngüsüne yeniden dönülmesine neden oldu. Son yıllarda Mısır, karşı darbenin ve yetersiz bulunan Müslüman Kardeşler yönetiminin ardından, Tunus ile bolca yapılan kıyaslamalarda devrimin ve demokrasiye geçişin başarısız bir örneği olarak sunulan bir ülke konumunda.
Ekonomik sıkıntılar, iklim şartları ve liderleri nedeniyle içine sürüklendiği savaşlar neticesinde ilkesel değil, pragmatik seçimler yapmaya zorlanan Mısır halkı ise alternatifsizlik ve seçimlere duyulan inancın kaybolmasının da etkisiyle denemeye karar verdiği Müslüman Kardeşleri başarısız bulmasına rağmen hali hazırdaki iktidar nedeniyle de statükonun esiri olarak yoluna devam ediyor. Sisi liderliğinde yapılan darbenin Suudi teşviki ve finansal vaatleri olmaksızın ne kadar cılız ve hatta imkansız olacağı da tartışma götürmez bir şekilde kabul görüyor.
Yakın dönem tarihine baktığımızda, günümüz Katar krizindeki söylemlere de yansıyan Müslüman Kardeşler‘in Suudi Arabistan ile süregelen ilişkilerinin, aslında hep bugünkü düşmanlık düzeyinde olmadığını görüyoruz. 1954 yılında Cemal Abdül Nasır’a yönelik suikast girişimiyle gözden düşürülen ve yasaklanma sürecine giren Müslüman Kardeşler açısından, o dönemde artan kovuşturma ve cezalandırmalardan kaçış noktalarından birisi de Irak, Libya ve Suriye gibi ülkelere ilaveten Suudi Arabistan olmuştu.
Açıkça belirtmek gerekir ki, 1954 sonrasında Müslüman Kardeşler‘in yasaklı pozisyonu, ülke içinde dini yaklaşımı ne olursa olsun bu harekete temkinli yaklaşılmasını ve gizliliği de beraberinde getirdi; bu gizlilik ise yine döngüsel bir şekilde hareketin içinden çıkan engellenemez radikal kopuşları ve bilinmemesi dolayısıyla tehlikeli bulunan alt kolları nedeniyle dışarıdan yapılan suçlamaları artırdı. 1950’lerden itibaren yakınlaşan Suudiler ve Müslüman Kardeşler ise on yıllar sonra çıkarların ve ittifakların değişimiyle ayrı bloklara girdiler.
Mısır’daki kimi Arapça öğreticileriyle konuşulduğunda, zamanında Arapçayı dahi Suudilere kendilerinin öğretmiş oldukları ve kültürel üstünlüklerinin tarihten geldiği vurgusunun sıklıkla yapıldığı görülür. Geçmişte Körfez’e çalışmak amacıyla gitmiş olan kesimin günümüz Mısır’ında orta ve üst sınıfı oluşturuyor olmaları ve refah düzeylerinin artışına söz konusu Körfez deneyiminin yaptığı katkı da gözle görünür düzeydedir. Nitekim Nasır’ın baskılarından kaçan İslamcıların Enver Sedat dönemindeki azalan gerginlik döneminde ülkeye geri dönüşlerinde de Suudilerin katkısı inkar edilemez.
1971 yılında Kral Faysal tarafından Sedat ve Müslüman Kardeşler arasında görüşmeler ayarlandı ve bu sayede Yusuf El-Karadavi’nin de dahil olduğu hareketin önde gelen isimleri Mısır’a geri dönüş yaptılar. Sedat, geçmişten aldığı derslerle Müslüman Kardeşler’e asla tam özgür bir ortam sunmamış olmakla birlikte, geçmiş ile karşılaştırıldığında Müslüman Kardeşler’in görünürlüğünü Suudi desteğiyle da olsa ciddi ölçüde arttırdı. 1970’lerin sonunda özellikle Camp David görüşmeleri ile ifadesini bulan Sedat-Müslüman Kardeşler bozuşması da Suudi Arabistan’ı Müslüman Kardeşler ile birleştiren bir unsur olmuştu. Sermaye birikimiyle geldikleri Mısır’da yaptıkları kâr ve sosyal amaçlı yatırımlar da köklerinin devam etmesini sağlayarak hareketi bugünlere taşısa da Mübarek döneminde yine iyileşen ve kötüleşen ilişkiler döngüsü gelişti.
Ne var ki 1980’lerde İran-Irak savaşında Körfez ile birlikte hareket eden Mısır cumhurbaşkanı Mübarek’in daha güvenilir bir aktör olması, Suudi Arabistan’ın tercihini ülke içi muhalif gruplardan ziyade Mübarek’e ve dolayısıyla da Mısır’ın liderini ilişki kurulacak muhatap olarak kabul etmeye itti. 1991 İkinci Körfez Krizi de Müslüman Kardeşler’in Körfez ile hareket eden Batı Koalisyonu‘nu eleştirmesiyle örgütün bir kez daha dışlanmasını beraberinde getirdi.
Suudi Arabistan’ın Batı müttefikliğinin, Müslüman Kardeşler de her ne kadar zaman zaman Batı’dan demokrasi söylemlerini artırmasını isteyerek destek istese de, Doğu-Batı kampında iki tarafı zıt kutuplara itmekte olduğu görülüyor. Arap devrimleri de göstermiştir ki, Suudiler açısından seküler gruplardan ziyade dini bir alternatif yönetim modeli sunan Müslüman Kardeşler benzeri gruplar daha riskli bir kategoride. Bu yüzden, bugün Körfez’de yaşanan krize bir çok sebep yanında Suudilerin yakın tehdit algılarının da sebep olduğu açık. Ancak bu noktadaki can alıcı soru, bölge monarşilerinin meşruiyetlerini daha ne kadar zaman hipokrasi üzerine bina edebilecekleri.