İslam dünyasında askeri, ekonomik, siyasi ölçekte güç sahibi olan devletlerin hemen hepsi dış politika ve askeri konularda süper güçlerden özellikle de ABD’den bağımsız politika izleyememek gibi bir açmazın mağdurudur. İslam ülkelerini yöneten iktidar elitlerinin bağımsız politika yapma amacı ve kapasitesi kendi ülke kaynakları ile birlikte zaten sınırlı olduğu için, ülke halklarını memnun edecek bir siyaset üretilmesi seçeneği sınırlı kalmaktadır.

Bu durum Ortadoğu’daki Arap ülkeleri söz konusu olduğunda çok daha belirgin şekilde göze çarpmaktadır. 2023 yılı Ekim ayı başından bu yana devam eden Gazze’deki katliam sürecinde Ortadoğu’da bulunan Arap ülkelerinin siyasi tavrı, sadece sınırlı güçle izah edilemeyecek bir umursamazlığın örneği olarak dikkat çekmiştir.

Bu ülkeleri yöneten siyasi elitlerin İslam dünyasının iki önemli kriz alanı durumundaki Gazze Soykırımı konusunda esaslı çözümler üretemediği gibi adeta İsrail’in işini çabucak bitirmesi konusunda ona adeta zaman tanıyan bir tutum takınması Ortadoğu’daki Arap rejimlerinin hanesine yazılan büyük bir kara leke olmuştur.

ABD ve AB’nin önde gelen ülkeleri Gazze konusunda uluslararası hukuku hiçe sayarak, kendi özgün politikalarını dayatıp, bunu küresel bir meşruiyete dönüştürebilirken, Ortadoğu’daki aktörlerin dış politika yapma ve etkin bir küresel aktör olarak varlıklarını gösterme kapasiteleri sadece krizlerin çözümünü zorlaştırmakla kalmamış, küresel bir güvenlik krizinin kurumsallaşmasına neden olmuştur.

ABD’nin küresel düzeyde egemenlik kurabilmesi ve Ortadoğu ülkeleri üzerinde hegemonyaya sahip olması, bu ülkeleri yöneten iktidar seçkinleri ile maddi kaynaklar, ideoloji ve kurumlar üzerinden güçlü ilişkiler geliştirmesinde gizlidir. ABD, yerel iktidarları; askeri teknoloji transferi, ekonomik çıkarların karşılanması, finansal yardım, askeri koruma, Batılı eğitim kurumları, kapitalist liberal ideoloji ve Batılı hayat tarzı üzerinden müttefiki haline getirmiştir.

Gazze konusunda doğrudan söz sahibi olan Müslüman ülkelerin tutumlarına bakıldığında, tekil düzeyde her bir ülkenin “çaresizliği” farklı dinamiklere dayansa bile, sonuçta tüm İslam dünyasının umutlarını karartan genel bir kolektif ataleti de ortaya koymaktadır.

Bu aktörlerden biri olan Mısır, Gazze konusunda tepkilerin en fazla yöneldiği ülkelerin başında gelmektedir. Orta Doğu’nun en büyük ordu ve nüfusuna sahip Arap ülkesi olan Mısır’da iktidar ordunun kontrolü altındadır. Mısır ordusu, ABD ile son derece güçlü siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilere sahiptir. 1970’li yıllara kadar Ortadoğu’daki Arap milliyetçiliği ve anti emperyalist mücadelenin kalesi durumundaki Mısır, Camp David Anlaşmasından (1979) itibaren pasifist bir politika izleyerek Batılıların en önemli müttefiki haline dönüşmüştür. Mısır’daki eski devrimci ordu yerini, dar sınıfsal çıkarlara ve Batılı ülkelerin bölgesel stratejilerine hizmet eden bir çizgiye bırakmıştır.

Bölgenin bir diğer önemli Arap ülkesi Suudi Arabistan sahip olduğu potansiyel itibarıyla küresel ekonomi ve siyaseti etkileyebilecek bir durumda olmasına rağmen güçlü olmayan sistemi onun için en büyük dezavantajdır. Bu devletin ana politik stratejisi, iktidardaki ailenin çıkarlarına iç ve dış tehditler karşısında sürdürme ekseninde şekillendiği için tüm bölgesel hamleleri bunun izlerini taşımaktadır. ABD eski Başkanı Donald Trump’ın hoyrat bir şekilde dillendirdiği “Biz olmasak İran karşısında iki hafta iktidarda kalamazsınız” sözü aslında Suudi rejiminin iç ve dış politikada ABD’ye olan bağımlılığını özetleyen kestirme hakaretlerden biridir. Tüm ekonomik zenginliğine rağmen Suudi Arabistan’ın siyasi çaresizliği Filistin meselesinde sadece krizi derinleştirmeye hizmet etmemiş, Batılı ajandanın rahatça uygulanması konusunda kolaylaştırıcı rol oynamıştır.

Riyad yönetimine benzer şekilde Körfezdeki diğer aile devletleri için de durum pek farklı görünmemektedir. Bu ülkeler fiilen ABD savunma yardımlarına muhtaç olmaları bir yana Batılı tüketim kültürünün ahlaki yozlaşması sebebiyle, Filistin konusunda devrimci bir dış politika geliştirmek şöyle dursun Araplar arası dayanışma şuurundan bile yoksun görünmektedir. Kimi körfez ülkeleri için belki de Siyonizmden ziyade Filistinliler daha büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Siyasi, askeri ve nüfus bakımından zayıf olan bu ülkeler, emperyalist güçler tarafından kurulmaları sebebiyle postkolonyal bir bağımlılık ilişkisine sahiptir.

Filistin’in hemen komşusu durumundaki Ürdün yönetiminin öteden beri izlediği politika Araplardan ziyade kendi monarşisini ayakta tutmayı hedefleyen İsrail yanlısı bir çizgide sürmektedir. Son Gazze katliamları Ürdün kamuoyunun aksine yönetimi katında çok büyük bir infial uyandırmadığı gibi, katliamların durması konusunda harekete geçirecek bir motivasyon da sağlamamıştır. Bununla birlikte monarşinin güvenliğini tehlikeye atmayacak dozda bir Filistin yandaşlığı korunmuş ve İsrail’in güvenliğini tehlikeye atmayacak bir muhalefet sergilenmiştir.

Suriye’nin kendi iç sorunları bugün için doğrudan Filistin meselesine ilgilisi azaltmış olsa da, bu ülkede konuşlu bulunan İran güçlerinin varlığı nedeniyle zaman zaman yaşanan İsrail saldırıları Şam yönetimini Gazze’deki krizin içine çekmektedir. Bu zoraki ilgi, Beşşar Esed yönetimi bakımından özgürlüğünü kısıtlayan bir unsur olsa da, İsrail saldırıları Şam yönetiminin Filistin savunucusu olduğu iddialarına hizmet ederek ülke içinde siyasal meşruiyeti bakımından oldukça kullanışlı bir argüman olmayı sürdürmektedir.

Gazze krizinin belki de en fazla gündeme getirdiği ülke Lübnan’dır. Hizbullah’ın Şam yönetimini savunmaktan fırsat bularak ara sıra gerçekleştirdiği füze saldırıları bir anda İsrail’in karşı hamlelerini getirmiş ve Beyrut yönetimi kendini hiç de hazır olmadığı bir gerilimin ortasında bulmuştur. Kendi ülkesindeki Filistinlileri insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkum eden Lübnan ülkesinin, öteden beri Filistinlileri savunmak veya Gazze için elini taşın altına koymak gibi bir derdi bulunmuyor. Bununla birlikte, kendisine yönelik varoluşsal tehditleri de Hizbullah milisleri sayesinde savuşturmak dışında bir seçeneğe sahip görünmemektedir. Ulusal ordusu tümüyle işlevsiz durumdaki Lübnan’ın İsrail’e karşı savaşmak gibi bir lüksü olmadığı gibi, Hizbullah’ın kontrolsüz milis savaşını durduracak bir kapasitesi de bulunmamaktadır.

Gazze krizi ve İsrail katliamları öteden beri yaşanagelen Arap çaresizliğini bir kez daha ortaya çıkarmıştır. Arap halklarının ortaklaşa paylaştığı Filistin hassasiyetine rağmen bütünlüklü ve fonksiyonel bir siyaset üretme konusunda başarısız kalan Arap rejimleri, durumu idare etme politikasını bir süre daha yürütecektir. Amerikan seçimlerine kadar bu şekilde gitmesi beklenen bu çaresizlik politikası, okyanus ötesinden gelecek yeni sinyallere göre yeni bir doz ayarlaması yapacaktır.