İdealizmden ve hayalden uzak durarak durumu gerçek ve realist bir yaklaşımla analiz etmemiz ve gerçeklerle mümkün olduğunca daha yakından ilgilenmemiz gerekmektedir.
Bazıları vatanı doğup-büyüdüğü ve eğitildiği yer olarak tanımlar. Bazıları da vatanı, belli siyasi coğrafi sınırları ve bir lideri olan kara parçası olarak nitelendirir.
Bazıları ise, valizimizle alıp taşıdığımız, eşyalarımızla hatırladığımız yer olarak tanımlar.
Bir mülteciye göre vatan yiyeceği bir ekmek ve içi güvenli ve huzurlu bir odadan ibarettir.
İnsanlara vatanın ne olduğunu anlatmadan önce, dinin önce kalplerde sonra camilerde olduğunu öğretmek gerekmektedir. Çoğu insan kendini dini en çok bilen ve yaşayan olarak görürken gerçekte onlar dini sadece Allah’a iman, namaz ve oruç ve hac ibadeti olarak algılamaktadırlar. Aynı şekilde, Arap (Arap milliyetçisi) olmanın zirvesi gerçekten önce insan olmaktır. Sadece insan kostümü giyip vicdanının eksikliğini ötmeye çalışmak değildir.
Biz ancak değer sahibi olduğumuz zaman vatan sahibi olabileceğiz.
Ama gurbette vatanını insanların yüzünde görmen, iyi kıyafetler giymen, yeryüzünün renkleri, senin vatan susuzluğunu doyurmayacak, dedenin evine giden sokağın özlemini bitirmeyecektir. Annenin beyazlamış saçlarının kokusunu unutturmayacaktır sana.
Ramazan ayı bittiğinde ve evler şeker kokusuyla dolduğunda ve annenle babanın namaz kılarken eklemlerinden çıkan sesin özlemini bitirmeyecek. Olmayacak ve olmayacak..
Bu ne biçim bir vatandır ki ben onu taşırım o beni taşımaz. Ben ona kan ağlıyorum.
Bütün bu kalabalığın içinde, ruhum eski evlerin çatlaklarından uzanır ve insanlara ve yasalara ben mülteciyim ben mülteciyim demek ister.
Alın toprakları ve bana yuva olacak bir ev verin.
Uygarlığı alın ve bana bir valiz verin, oğluma bir seyahat verin.
Alın petrolü bana onur verin.
Güneşi alın bana bir mum verin.
Ben mülteciyim, ben mülteciyim…
Doğu halklarından olmamız bir kader miydi?
Kader midir, Tunus’un zeytin diyarı olması, Arap Şam’ın, uygar Bağdat’ın, Muhtar Libya’nın ağlaması kader mi? Tabi ki hayır.
Çünkü siyaset bir kader değil; iş bilmek ve iyi yönetmektir.
Siyaset bir kumar ve gece sohbeti değildir. Çünkü insanların kanı sabah kahvesi değil. İnsanların onuru ve özgürlüğü yediğimiz bir parça bisküvi değildir.
Siyaset bir irade, kararı ise bilgelik ve seçimdir.
Coğrafyamızın bu günlerde yaşadığı, onlarca yıl öncesinden hazırlanan ve bölgenin demografik ve jeopolitik yapısını değiştirmeyi amaçlayan bir plandır. Milyonlarca Suriyeliyi vatanından kovmak bir tesadüf değildir. Yıllardan beri uygulanan bir yol haritasıdır. Irak’ı dini, sosyolojik ve siyasi olarak yıpratan ve uçuruma gönderen de aynı planın diğer parçasıdır.
Libya’yı adeta bir vurguncunun eline ganimet olarak atan bu plan da bir tesadüf değildir.
Tunus’u Cezayir’i yolsuzluğa ve ayrışmaya ve kutuplaşmaya sürüklemek, hatta kendi ülkesinin kıyafetini giyemeyen birine ülke emanet etmek…
Mısır’ın Sina bölgesini kanunsuzluk ve çetelerin elinde kaybolmaya bırakmak bir tesadüf değildir.
Mülteci Olmak
Akla şu soru geliyor: İnsanları mülteci ve mülteci olmayan olarak nasıl ayırırız? Mülteci adlandırması sadece rüzgârlara teslim olan sahte pasaport ile kaçak tekneler ile bir insanın kaçışı mıdır? Yoksa bunun belli bir prosedürü var mıdır?
2015 yılında Avrupa’da patlak veren mülteci krizi bir tesadüf müdür? Söze başlamadan elbette kapılarını Arap sığınmacılara açan ülkelere teşekkür etmek gerekir. Ama sığınmacı diyemiyorum, zira isim duruma göre değişebiliyor.
En iyisi isimlendirmeyi değiştirmemiz olacaktır. Çünkü biz bugünkü halimiz ile Avrupa’da Araplar olarak kalıyoruz, basit bir nedenle mülteci değiliz.
Şimdi de şu Arapların yolculuğunu baştan sona kadar inceleyelim.
Vatanlarından ayrılırlar. Ve umulan cennet aşamalarla başlar. İlk önce Türkiye sonra Avusturya’da biter. Almanya, İsveç, Danimarka vs. girer devreye.
Çoğu sığınmacı için macera, bir ölüm teknesiyle denizden Yunanistan’a geçmekle başlar. Bazıları ölür ve bazılarına Allah hayat bahşeder. Ama bu açıklamadan önce Avusturya’da Viyana yakınlarında çevre yolunda yakalanan mültecilerle dolu kamyon konusuna bir göz atalım. Bu olay, Avrupa’nın yüz binlerce mülteciye kapısını açmasına bir neden olabilir mi? Hele gelenlerin kim olduğunu hiç bilmeden. Kaçak mahkûm mu, terörist mi, hırsız mı, katil mi mühendis mi, doktor mu? Avrupa gerçekten Arap mültecilere yardım etmek istiyorsa neden onları bu zorlu yolculuğu yapmadan Mısır, Suriye, Lübnan, Yemen vs. mülteci ofislerinden alıp direkt Avrupa’ya getirip bu yolculuğun tehlikelerinden kurtarmıyor?
Neden bir milyondan fazla Arap mültecinin bu kadar uzun yolculuğu göze almasını ve özellikle Türkiye’deki bazı çıkış yollarından geçmelerini bekliyorlar?
Elbette bir amaç ve önceden hesaplanmış sonuçları olsa gerektir.
Bu mültecilerin kaçış yolları uluslararası kuruluşlar tarafından görünüyor ve gözlemleniyor. Fakat bu kadar teknoloji varken hiç kimse Türkiye’nin bazı noktalarından, Akdeniz’den, Yunan adalarından İtalya’dan geçişe engel olmuyor ve itiraz etmiyor.
Hiçbir tarafa meyletmeden sadece hakikati anlamak için açık görüş çadırına girelim ve şimdi sesli düşünelim: Avrupa sınırları Türkiye’den itibaren Avusturya ortalarına kadar tek bir yoldur ve açık durumdadır. Her geçiş noktasında Kızılhaç Avrupa halkından gelen yardımları mültecilere ulaştırıyor, tren biletleri ücretsiz veriliyor, yemek-su ve ilaç bedava dağıtılıyor.
Bu tamamen nedensiz midir? Elbette hayır. Öyleyse biraz nedenlerinden de bahsedelim:
Mesela neden Almanya diğer ülkelerin aksine çok daha fazla mülteci kabul etti? Almanya’nın penceresini içeriden açıp, biraz tersten bakalım.
Almanya’da yeterli sayıda çocuk/öğrenci bulunmaması nedeniyle 1989-2009 yılları arasında 2000 okul kapandı. Almanya’da yılda 850 bin kişi emekli olurken, ancak 800 bin öğrenci okula başlayabiliyor…
Almanya nüfus konusunda ağır bir kriz geçirmekte. Alman halkı artık yaşlanmış bir halk olarak nitelendirilmekte. Zira çocuk sahibi olmaktan uzaklaşan Almanya’da orta yaş üstü nüfus her gün artmaktadır. Ayrıca çalışacak genç eleman sayısı da giderek azalmaktadır. Bu da doğal olarak ekonomiye de etki ettiğinden dolayı Almanya bir alternatif bulmak zorundadır.
Bu nedenle mülteci ve gurbetçi almaktan başka bir çaresi kalmamıştır. Almanya son dönemde Dublin anlaşmasını durdurup, diğer Avrupa ülkelerinde parmak izi olan kişileri bile kabul ederek nüfus eksiklerini, işgücü kaybını kapatmaya çalışıyor. Başka nedenleri de vardır elbette.
Fakat Suriyeliler neden diğerlerinden önce kabul edilmekte ve öncelikle alınmaktadır. Suriyelilerin çoğu bunun insani nedenlerden kaynaklandığını zannetmektedir. Fakat hala Suriye’de acı çeken; hala Türkiye’den çıkmak isteyen çok Suriyeli var. Onlara neden yardım edilmiyor?
Gelen Suriyelilere bakarsak, çoğunun Türkiye’de işlerini idare etmiş, kendi yaşamını kazandığı parayla yürütebilecek kalifiye elemanlar olduklarını görürüz. Fakat çaresiz Suriyeliler hala ülkelerinde mahrumiyet içinde yaşamaktadırlar.
Suriyelilerin Avrupa’ya girişi Avrupalıların Araplara karşı bakışını değiştirdi. On yıldır mülteci işlerinde çalışan birisi olarak artık farklı tipteki mültecilerin karakterini gözlemleyebiliyorum. Ayrıca biz Araplar bir birimizi tanırız fakat batı bizi tanımaz. Yaklaşık iki yıldır kanunsuz olaylarda artış meydana geldi. Maalesef bu durum bütün milletlerden mültecilerin arasında yaşanmaktadır, sadece Araplarda değil.
Ama Araplar her zaman Avrupa’da mültecilerin çoğunluğunu teşkil ederler. Bu yüzden dikkatler hep onların üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Avrupa’da yaşayan bir Suriyeli gencin telefonu Avusturyalı gencin telefonundan daha iyidir. Bu durum dikkatleri çeker. Oysa Suriyeli çalışkandır, dil öğrenip hemen topluma karışmak ve ve kazanmak ister.
Yardım alma konusunda da birçok haksız davranışlar sergilenmektedir. Ancak bugün Suriyeliler barınma ve sağlık alanlarında diğerlerinden daha çok haklara sahip olmuşlardır. Iraklılar iş imkanları olmasına rağmen aç kalır ama çalışmaz, çünkü dönmeyi düşünmektedirler. Irak’ta elde edecekleri, Avrupa’da yardım olarak aldıklarından çok daha fazladır. Ancak maalesef Iraklılar da yemek ve eğlenceye para harcamaktadırlar.
Nitekim önce sığınmacı olarak gelen pek çok Iraklı geri döndü, çünkü onlar yaşadıkları gerçeklerden kaçarak değil; adeta turizm amaçlı gelmişlerdi ve istedikleri zaman geri dönüp hayatlarını devam ettirebildiler. Çoğunun gerçek bir geliş nedeni yoktu. Çok sayıda rütbeli asker, tüccar Irak’tan Avrupa’ya gelip sadece farklı bir pasaport almayı hedeflemişti. Çünkü o pasaportla artık istediği deniz ticaretini rahatlıkla gerçekleştirecek, başka ülkelere de geçecek ve hatta o pasaportla Irak’a gidip ailesini ziyaret edebilecekti. Aynı şekilde Suriyelilerden bazıları da benzeri bir yöntemi benimsedi. En trajikomik olay ise bazı Müslümanların sığınmacı olabilmek için Hristiyan olmasıdır.
Durumunu değiştirmeye ve daha iyi bir sosyal seviyeye ulaşmak için çalışmak yanlış değildir. Fakat bu iyi hayat iki de bir karakterimizi değiştirmeye bazen eleştiren, küfür eden ve bazen övgüler yağdıran biri haline gelmemize değer mi?
İlla ki hırslı ve amaç sahibi olunmalıdır. Fakat onur her şeyden önemlidir.
Artık çoğu kişi üzerindeki perde kaldırılıyor, artık herkesin mülteci olmadığı, bazılarının sadece turist olduğu ortaya çıkıyor.
Sen mültecisin hak ve yükümlülüklerin var.
Mülteci önce bir onurdur, sonra bir vücuttur.
O, ileride insan ve ekmek devrimini anlatacak. O bir insanın kahvelerde ve sokaklarda, korku odalarında duyduğu ve onun için denizin zorluğuna katlanıp yola çıktığı “olabilir” vatanları anlatacak.
Yeni bir vatan ararken sanki yeni bir anne arıyor gibiyiz. Neden sınırlar geçilince vatan sevgisi ölsün ki? Peki ya evini yıkıp taşlarıyla düşmana vurmak nedir?
Önceden babaannem gurbetteyim diye bana üzülürdü, şimdi o vatanda ben onlara üzülüyorum.
Öğretmenim bu vatanın bana ait olduğunu öğretti, fakat ben insanlara benim de insan olduğumu öğretemedim. Ben bir mülteciyim.
Tercüme: A. Yasir Feten