Ali İhsan Aydın
08 Aralık Cumartesi günü “Osmanlı’da Bilgi ve Tecrübenin İntikali Çalıştayı” düzenlendi. Çalıştay Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği (ODAF), Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi (FSMVÜ) ve Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (ORDAM)’nin ortaklaşa düzenledikleri bir programdı.
Bu çalıştayın ardında, çeşitli üniversitelerde ve disiplinlerde öğrenimlerini sürdüren doktora öğrencilerin iki yıldır sürdürdükleri bir atölye çalışması bulunuyor. ORDAF bünyesinde bir araya gelen bu öğrenciler, Osmanlı’da yönetim anlayışı, hukuk, askeri yapı, vakıf ve şehir konularında yaptığı okumalar okumalardan çıkan sonuçlar tartışıldı. İki yıl boyunca her bir konuda yapılan okumalardan çıkan soru ve sorunsallar o okuma döneminin sonunda, konunun uzmanı olan akademisyenler nezaretinde daha önce tartışıldı. Bu çalıştay da o çalışmaların son halkasını teşkil etti.
Osmanlı klasik dönemi ve modern döneminin birbirinden ayrılarak ele alındığı atölye çalışmasının sonunda her bir konu için şu temel sorunsal ortaya atılmıştı: “Osmanlı klasik döneminde üretilen ve kullanılan bilgi ve tecrübenin kaynakları nerede idi ve klasik dönemin bilgi ve tecrübesi modern döneme ne şekilde ve ne ölçüde aktarılabilmişti?” Bu sorunun cevabının aranabileceği en uygun ortamın ancak her bir konuda uzman olan akademisyenlerin katılımlarıyla gerçekleştirilecek olan bir çalıştay olduğu anlaşıldı.
Bir gün boyunca dört oturum halinde gerçekleştirilen çalıştayda ilgili konuların uzmanları tebliğci ve müzakereci olarak bulundu. Sunulan tebliğlerin ardından müzakereciler, diğer uzmanlar ve katılımcıların katkılarıyla geniş bir müzakere ortamı oluştu.
1. Oturum: Osmanlı’da Devlet Tasavvuru ve Dönüşümü
İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Zahit Atçıl tarafından sunulan tebliğ 16. yüzyılda Osmanlı dış politikasının dönüşümü üzerineydi. Sunumun temel iddiası; Osmanlı Sultanları ve yönetici elitinin, 16. yüzyılın ortalarından itibaren yani genişlemeler ışığında, uygulanan politikaların sürdürülebilir bir politika olmadığını anladıkları bir anda diplomasiyi dış politikanın temel amacı olarak kullanmaya başladıkları idi.
Tebliğde genel olarak şu konulara değinildi: Kanuni döneminin başlarında devletin evrensel bir imparatorluk haline getirilmesi konusunda sultanın kendisi ve İbrahim Paşa gibi önde gelen devlet adamları genişlemeci politikalar takip ettiler. Bu dönem dünyada da büyük imparatorluklar kurma fikrinin canlı olduğu dönemdi. Avrupa’da Habsburglar ve Şarlken ile doğuda İran’ın giriştiği faaliyetler de bu yönde idi. Fakat dönemin silah teknolojisi ve savaş yetenekleri göz önüne alındığında Osmanlı’nın Avrupa’nın ortalarını ve İran’ın içlerini fethedip elde tutamayacağı anlaşılmıştı. Yüzyılın ortalarında Osmanlı’nın genişleme politikası yerini eldeki toprakların yönetiminde yapılacak değişikliklere bıraktı. Aynı anda da Habsburglar ve Safeviler ile barış anlaşmaları yapıldı. 1568’de imzalanan Edirne Antlaşması Osmanlı ile Habsburglar arasındaki ilişkileri bir buçuk yüzyıl boyunca belirleyen temel bir metin oldu.
Tebliğin ardından, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nden Prof. Dr. Fahameddin Başar başkanlığında gerçekleştirilen müzakere ortamında ise şu konulara değinildi: Klasik dönemin başlarından itibaren Osmanlı’nın gaza ideolojisi motivasyon unsuru olmuştu. Daha sonra doğunun ve batının büyük güçleri ile rekabet safhasına girildi ve bu rekabet ise beraberinde barış anlaşmaları ile diplomasi devrini başlattı. Bu dönem aynı zamanda savaşlarla elde edilen geniş coğrafyaların ve uç kısımların, beylerbeyilik gibi idari kurumların geliştirilerek daha sıkı bir şekilde kontrolünün sağlanmaya başlandığı dönemdi. Devlet en uçlarda bile otoritesini çok daha görünür bir şekilde sağlama çabası içindeydi. Ancak bu dönüşümüm kaynaklar üzerinden hala yeterince takip edilemediği ve yeni araştırmalara muhtaç olduğu fikri ortaya kondu.
İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Prof. Dr. Abdulhamit Kırmızı; 19. yüzyılda Osmanlı devlet idaresinde gayrimüslim istihdamında yaşanan dönüşümü ele aldı. Tebliğde değinilen hususlar genel olarak şu şekildedir: Tanzimat Fermanı ile gayrimüslimlerin Müslümanlar ile eşitliği gündeme gelmiş fakat bu durum asıl Islahat Fermanı ile teyit edilmişti. Bu durum ise gayrimüslimlere bürokrasinin kapılarının açıldığı yorumlarına sebep oldu. Bu iddiada olanlar hem İslam tarihinde ve hem de Osmanlı tarihinde gayrimüslimlerin Müslüman olmaları zorunluluğu olmadan bürokraside yer alabildikleri gerçeğini reddetmiş oluyorlardı. Osmanlı klasik döneminde dahî bürokraside pek çok gayrimüslim sayılabilmektedir. Bu yanlış anlayışın kaynağı muhtemelen 1821’de Rum isyanı ile gayrimüslim istihdamında geçici bir duraklamanın yaşanmasıydı. Tanzimat ile gayrimüslimlerin tekrar bürokrasiye dahil edilmeleri o dönemki nesil için yeni bir olgu idi. Bu sebeple de daha önce gayrimüslimlerin bürokraside yer almadığı ilk kez bu dönemde gayrimüslim istihdamının ortaya çıktığı söyleniyor. Sicill-i Ahval kayıtlarına göre Osmanlı bürokrasisinde 1879-1909 yılları arasında yaklaşık elli bin memurdan söz edilmektedir. Bunların ise üç bini gayrimüslim memurlardır. Ermeniler bu istihdam oranında ilk sırada yer almakta ve onları Rumlar takip etmektedir. Islahat Fermanı ile gayrimüslimlerin istihdamı artmıştır, II. Abdülhamid devrinde ise bu oran daha da artmıştır. Fakat bu daha önce var olan gayrimüslim istihdamını ve bu konudaki devamlılığı ortadan kaldırmamaktadır.
Sunulan tebliğin ardından gerçekleştirilen müzakere esnasında ise şu konular ortaya kondu: Islahat Fermanı ile bürokraside gayrimüslim istihdamı ne kadar artmışsa askeriyenin içinde de bir o kadar düşmüştü. Birkaç yerde teknik mevkilerde bulunanlar hariç genel olarak askeriye içinde Islahat Fermanı’ndan sonra gayrimüslimlere pek rastlanamıyor. Fakat 1821 öncesinde askeriyede özellikle de deniz kuvvetlerinde çok fazla gayrimüslim –özellikle Rum- bulunuyordu. Osmanlı gayrimüslimlerinin Avrupa’da eğitim görüp burada istihdam edilme oranlarının yüksek olduğu düşüncesi yanlıştır. Avrupa’da eğitim görüp istihdam edilen gayrimüslim sayısı oldukça azdı, bunlar genel olarak Osmanlı eğitim sisteminden geçmişlerdi. Bunların yarısı kendi millet mekteplerinden mezundu. Diğerleri de Osmanlı eğitim sistemi içinde farklı okullardan mezun olmuştu. Gayrimüslimlerin daha çok hariciyede bulundukları bilinir, fakat hariciye gayrimüslim istihdamında ancak dördüncü veya beşinci sırada gelir. Dil bilmelerinin memuriyette öne geçmelerini sağladığı kanaati de yanlış bir bilgidir.
2. Oturum: Osmanlı Askeri Yapısının Kökenleri, Tekamülü ve Dönüşümü
Oturumun ilk tebliği İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Dr. Feridun Emecen tarafından sunuldu. “Klasik Dönem Osmanlı Askeri Sistemi: Kökenler ve Değişim” başlıklı tebliğde şu konular üzerinde duruldu: İlk Osmanlı savaşlarından olan Pelekanon Savaşı’nda (1329), Bafeus Savaşı’na (1302) göre piyade gücü daha etkiliydi. Bafeus’ta tipik bir vur-kaç taktiği kullanılmışken, Pelekanon’da daha düzenli ve planlı bir savaş taktiği kullanılmıştı. İlk tüfeklerin 1430’larda Avrupa’da görüldüğü söylenmektedir. Ancak bu tüfekler savunma amaçlıydı ve çok da hantaldı. Aynı zamanda kullanım zorlukları vardı. Bu tüfeklerde yılankavi ve fitilli ateşleme mekanizmalarının geliştirilmesi tüfek kullanımını çok hızlı ve etkin bir hale soktu. Bu kullanımların da ilk kez II. Bayezid devrinde kullanılmış olduğunu biliyoruz. Osmanlı’da tüfeğin ilk kullanıldığı tarih 1448 II. Kosova Muharebesi olarak anlatılsa da aslında 1444 Varna Muharebesi’nde de tüfek kullanılmıştı. Ayrıca bu savaş şunu da gösterir ki; Osmanlı’nın Roma tipi büyük demir kalkanlar kullanmadığı iddiası doğru değildir. Çünkü bu savaşta yeniçeriler düşman askerlerine yaklaştıklarında büyük demir kalkanları yere yaslayarak bir siper işlevi yüklemişler ve arkasından ok ve tüfek atışı gerçekleştirmişlerdi. Yine atlı tüfekli birliklerin ilk kez Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları esansında kullanıldığı söylenir ancak 16. yüzyılın ortalarında Osmanlı atlı tüfekli birlikler kurup nizamnamelerini çıkarmıştı. Avrupa tarih yazıcılığı bu tür örnekleri arızî örnekler olarak açıklamaktadır. Halbuki Avrupalılar Osmanlı askeriyesinin Avrupa’dan etkilendiğini savunurken Avrupa’daki orduların da Osmanlı’dan etkilenmiş olabileceklerini görmek istemiyorlar.
İlk tebliğin hemen ardından geçilen ikinci tebliğ Milli Savunma Üniversitesi’nden Doç. Dr. Gültekin Yıldız tarafından sunuldu. Tebliğ Osmanlı’da askeri bilginin üretilmesi ve yayılmasındaki dönüşümü konu aldı. Tebliğde öne çıkan hususlar şu şekildedir: Osmanlı klasik döneminde bilginin aktarımına biz pek şahit olamıyoruz. Çünkü mesleklerde olsun askeriyede olsun bilgi usta-çırak ilişkisi ile aktarılıyordu. Yalnızca bu aktarım yazıya yeterince dökülmediği için biz bugün takip edemiyoruz. Daha sonraki dönemlerde ustadan öğrendiğiniz bilgiyi kitaptan öğrenmeye başladığınızda bilgi demokratikleşiyor, ustanın otoritesi ortadan kalkıyor. Lale Devri’nden itibaren Osmanlı askeri sisteminin Batı temelli olarak yeniden dizayn edilmeye başlandığı söyleniyor. Getirilen yabancı uzmanların yeni teknolojiyi öğretmesi ve bunlar için nizamnameler hazırlaması yalnızca o teknolojinin kullanım şeklini belirler. Tümden askeri sistemin değişmesi gibi bir durum söz konusu değildir. 19. yüzyılın başlarından itibaren hazırlanan askeri nizamnameler Avrupa dillerinden çeviridir. Askeri alanda kendi nizamname ve usule ait eserlerin hazırlanabilmesi için bunu yapacak kişilerin klasik ilimlere hâklim olması, öz eleştiri kültürünün olması, vakit ve alana sahip olması gerekir.
Sunulan tebliğin arıdan Antalya Bilim Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mesut Uyar ile Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hasip Saygılı’nın başkanlığında yapılan müzakerelerde askeri teknolojilerin elde edilmesi ve kullanılması konuları tartışıldı. Ayrıca Osmanlı modern döneminde hazırlanan tüm talimname ve nizamnamelerin çeviri olduğu vurgulandı. Bireysel olarak bazı subayların ya da paşaların hazırladıkları talimname veya layıhalar mevcut olsa da bunların çoğaltılıp genel kullanıma sunulması mevzu bahis olmadığı için nizamname hüviyetine giremeyeceği anlaşıldı.
3. Oturum: Osmanlı’da Hukukun Kaynakları ve Dönüşümü
Oturumun ilk tebliği Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet İnanır tarafından sunuldu. Tebliğde genel hatlarıyla Osmanlı ulemasının kökenlerinin genel olarak Orta Asya’dan gelen veya Mısır’a giderek orada eğitim aldıktan sonra Anadolu’ya gelen kişilerden oluştuğu vurgulandı. Osmanlı hukuki geleneğinin bu yönüyle İslam dünyasının farklı yerlerinde oluşan birikime dayandığı ve Osmanlı dünyası ulemasının İslam dünyasından devraldığı hukuku, güncel meseleler karşısında sürekli olarak yeni yorumlar ile zenginleştirdiği anlatıldı.
Oturumun ikinci tebliği ise Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi’nden Prof. Dr. İlhami Yurdakul tarafından sunuldu. Tebliğde genel hatlarıyla şu meselelere değinildi: 19. yüzyıl modernleşmesi Şeyhülislamlık makamını da kapsar. Daha önce farklı konaklar makam olarak kullanılıyorken Ağa Kapısı’nın tahsis edilmesiyle kurumsallaşma arttı ve kazaskerlikler de Şeyhülislamlık bünyesinde yer aldı. Modernleşmenin getirisi olarak Şeyhülislamlık meclisi kurulmuştu. Kurtuluş Savaşı döneminde Ankara’da ihdas edilen Şeriyye ve Evkaf Vekaleti Şeyhülislamlık ile aynı statüdeydi. Ancak evkaf işlerini de uhdesine devralması ile daha geniş yetkilere sahip oldu. Fakat daha sonra bu vekalet uhdesinden vakıflar, medreseler tekke ve zaviyeler çıkartılarak Diyanet İşleri Riyaseti’ne dönüştürüldü. Böylece yalnızca camiler ve müftülükleri idare eden bir makam haline gelmiş oldu. Aynı zamanda da statü bakımından alt dereceye çekilmişti. Fakat 1950’lerden sonra derece-derece yine genişlemeye başladı. Merkez, taşra ve yurtdışı teşkilatlarında güçlenme ve genişleme süreci yaşadı.
Medipol Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet Akif Aydın ile Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi’nden Prof. Dr. Zekeriya Kurşun yaptığı müzakereler esnasında ise şu konular üzerinde duruldu: Cumhuriyet döneminde vakıfların bağlı olduğu devlet bakanı ile diyanetin bağlı olduğu devlet bakanı hep ayrı olmuştur. Bu durum muhtemelen diyanetin mali açıdan sisteme muhtaç olmasını devam ettirmek amaçlı idi. Osmanlı’da Şeyhülislamlık ilmiye idi ve ilmiye güçlüydü. Cumhuriyet döneminde bürokrasi ve askeriye güçlü olmasına rağmen ilmiye güçlü olmadı. Üniversiteler ve hukukçular bu konuda geri planda kaldı ve adalet mefhumu güçlü hale gelemedi. 19. yüzyılda Evkaf Nezareti’nin kurulması ile vakıf gelirlerine devletin ihtiyaç duyması gibi Cumhuriyet döneminde de devlet vakıf gelirlerine ihtiyaç duymuştu ve ilk zamanlardan itibaren vakıfların gelirleri kontrol altına alınmıştı. Vakıfların Diyanet ile ayrılmasının nedenlerinden biri de buydu.
Diyanet İşleri Riyaseti kurulurken mecliste bir tartışma vardı. Bu yeni kurumun adı din işleri riyaseti mi yoksa diyanet işleri riyaseti mi olmalıydı. Din, yargı da dahil olmak üzere hayatın her alanını içine alabilecek bir kavram olduğu için fetva ve memurların idaresini temsil edecek olan diyanet ismi bilinçli bir şekilde seçildi. Aynı zamanda diyanet tüm dinleri kapsayan bir tabirdir. II. Mahmut döneminde nezaretlerin kurulmaya başlanması ile her nezarette bir müftü görevlendirilmişti. Müftülerin bu istihdamı bir anlamda nezaretlere hukuk danışmanlığı sağlamak için gerçekleştirildi.
4. Oturum: Osmanlı’da Vakıf Hukuku ve Vakıfların Sosyal Hayattaki Yerleri
Oturumun ilk tebliği Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Süleyman Kaya tarafından sunuldu. Tebliğ genel olarak Osmanlı klasik dönenimde vakıf hukukunun hangi kaynaklara dayanarak nasıl oluşturulduğunu konu edindi. Tebliğin ana hatları şu şekildedir: 12 ve 13. yüzyıllarda Orta Asya’da yaşamış Hanefi fakihleri Osmanlı ilmiyesi çok net bir şekilde otorite olarak kabul ediyordu. Meşayih (Orta Asya fakihleri) denen bu fakihler para vakfını meşru görmüyordu ama kabul edenler ile reddedenler vardı. Ebussud Efendi verdiği fetvada örf haline geldiği için para vakfını caiz gördü. Osmanlı vakıfları nakit sermayeyi iki türü işlettiler bunlardan birisi muamele-i şeriyye diğeri ise bey’ bi’l-istiğlal. Muamele-i şeriyye usulüne Osmanlı öncesi Anadolu meşayihi cevaz vermişti ve Osmanlı uleması ise bu otoritelerin meşru kabul ettiği bir konuyu tekrar tartışmaya açmadan kabul etti. Bey’ bi’l-istiğlal ise bey’ bi’l-vefanın geliştirilmiş haliydi. Osmanlı öncesi meşayih bey’ bi’l-vefayı meşru görmüştü. Vakıfların bey’ bi’l-vefayı kullanamayacağından dolayı yeni bir usul olarak bey’ bi’l-istiğlal geliştirildi. Ebussud Efendi de dahil olmak üzere Osmanlı uleması bu usule de cevaz verdi. Böylece 16. yüzyılda Osmanlı uleması bu iki para vakfı uygulamasına da cevaz vermiş oldu.
Osmanlı uleması yukarıdaki meselelere benzer diğer vakıf hukuku meselelerinde kendilerinden önceki meşayihin kararlarına çok dikkat etmişti. Meşayih tarafından ortaya konan hükümlere çoğu kez bağlı kalmıştı ve tartışmadan aynı şekilde uygulamaya devam etmişti. Bazı meselelerde mezhebin kurucu imamları ile meşayih farklı düşünüyor ve Osmanlı uleması ise geleneğin kendilerinden önceki son halkası olan meşayihin kararını kabul ediyordu. Bazı meselelere hem kurucu imamlar ve hem de meşayih olumsuz baktığı halde Osmanlı uleması yeni hükümler çıkartma yoluna gitmişti. Bir de o zamana kadar hiç ortada olmayan uygulamaları Osmanlı uleması ortaya çıkan durumlar karşısında geliştirdi. Osmanlı hukuku geleneğe bağlılığını pek çok yönden sürdürse de özellikle vakıf hukuku alanında yeni uygulamaları içinde barındırmaktadır.
Oturumun ikinci tebliği ise Medipol Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mehmet İpşirli tarafından sunuldu. Bu tebliğin genel hatları ise şu şekildedir: Vakıf İslami bir kurumdur. Vakıflar tüm yönleriyle asıl kimliğine Memlukler, Selçuklar ve Osmanlılar zamanlarında kavuştu. Vakıflar her ne kadar dini kurumlar olsa da aynı zamanda ticari kuruluşlardır. Bu yönüyle bu kurumlarda da birtakım yolsuzluklar meydana gelebilmekteydi. Vakıflarda yönetim ve tayinler kurucuların belirlediği usullere göre gerçekleştiriliyor ancak bu kararlar Divan-ı Hümayun’dan çıkıyor ve kaydediliyordu. Vakıfların tüm gelir ve giderlerini ihtiva eden muhasebe kayıtları kadılar tarafından muhafaza ediliyordu. Hemen hemen tüm fetva mecmualarının en geniş bölümlerini vakıf meseleleri oluştururdu. Evkaf Nezareti’nin kurulması ile birlikte vakıfların gelirlerinin önemli bir kısmı devlete gitmeye başladı. Bazı cami vakıfları imam veya müezzinlere maaş ödeyemez hale geldi. Cumhuriyet döneminde ise vakıflar daha da büyük bir darbe yedi ve vakıf ismi ortadan kaldırılarak tesis ismi ikame edildi.
Sakarya Üniversitesi’nden Prof. Dr. Azmi Özcan’ın başkanlığında yapılan müzakere ortamında ise şu sonuçlara değinildi: Geçmişte insanların ihtiyacı olan paranın bir kısmı vakıflar aracılığıyla temin edilmişti. Para vakıfları faizsiz olarak kredi vermişti. Fakat daha çok vakıfların gelirlerinden elde edilen paralar vâkıfların işine yaradı. Herhangi bir sebepten dolayı bir vakfın meşrutun lehi (vakıftan faydalanacak kimseler) yok olduğunda o vakıf fakirlere yardım vakfına dönüşürdü.
Çalıştayın bundan sonra da yapılması konusunda karar birliğine varıldı. Bundan sonra yapılacak çalıştaylarda bir tek konunun seçilmesi ve daha etraflıca tartışılması benimsendi.
İki yıldır okumalarını sürdüren ORDAF okuma gurubu için de çok yararlı ve yol gösterici olan bu çalıştaya destek veren hocalarımıza minnetlerimizi, emek verenlere de teşekkürlerimizi bildiriyoruz.