Baskıcı ve mezhepçi siyasetiyle şimşekleri üzerine çeken Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, Amerikan kuvvetlerinin 2011’de ülkeyi terk etmesinden sonra bu tutumunu daha da şiddetlendirmişti. Bu siyasete ve dışlanmışlığa karşı ayaklanan Sünni kesimin, aşiretlerin, cihatçıların, eski Baasçıların ve daha birtakım muhalif unsurların desteklediği IŞİD militanlarının 10 Haziran’da Musul’u ele geçirmesiyle Irak, dünya gündemine bir kez daha oturdu. Ülkeyi, orta ve kuzeybatıdaki Sünni, orta ve güneydeki Şii ve kuzeydoğudaki Kürt blokları arasında parçalanmanın eşiğine getiren bu son gelişmeler, Irak Ordusu’nu da tartışmaların odağı haline getirdi.
Tarihler 10 Haziran 2014’ü gösterdiğinde, birkaç gündür şiddetlenen çatışmalar sonucunda, Musul’daki Irak ordu birlikleri vali Nuceyfi ile birlikte teslim bayrağını çekip kentten kaçtı. Amerikan yapımı Hummer jeepleri, tankları ve hatta askeri üniformaları bile sokak ortalarında bırakıp kaçan Iraklı subay ve askerler, böylece hem kendi ülkesini hem de tüm dünyayı şoke etti. Buradan hareketle, modern dönemde Irak ordusunu kısaca analiz etmenin, son gelişmeleri anlamada yararlı olacağını düşündük.
19. Yüzyılda Osmanlı Irak Ordusu
Taşrada bozulan merkezi otoriteyi yeniden tesis etmeye çalışan Osmanlı Devleti, İran’a karşı askerî harekatların merkezi olmak ve bölgede düzeni sağlamak üzere, 1848’de Irak ve Hicaz Ordusu’nu kurdu. Daha sonra adı 6. Ordu’ya dönüşecek olan bu ordu, Namık ve Midhat Paşaların Bağdat valilikleri döneminde düzene sokulmaya ve mevcudu arttırılmaya çalışılmıştır.
Bağdat merkezli 6. Ordu’nun en büyük problemi ise, yoğun aşiret yapısının etkisiyle asker kaçaklarının çokluğu ve dolayısıyla mevcudunun azalmasıydı. II. Abdülhamid döneminin Seraskeri Rıza Paşa’nın tespitine göre, Osmanlı Irak’ındaki Bağdat, Basra ve Musul Vilayetleri’ni kapsayan 6. Ordu’da önceki yıllardan birikmiş 49 bin bakaya, yani asker kaçağı bulunuyordu. Bu oldukça yüksek bir sayıydı ve nitekim, Irak’taki reform çalışmalarında, bu kaçakların toplanarak askere alınması ana hedeflerden biri olmuştur.
Yine, II. Abdülhamid dönemi ıslahat raporlarında; 6. Ordu’nun zayıf ve düzensiz durumu, kumandanların mülki işlere karışması, mahalli halktan bazılarını göçe zorlaması, artış gösteren aşiret ve asayiş problemleriyle başa çıkamaması yüzünden mevcut kumandan ve subaylarının yerlerine diğer ordulardan “ahlak ve âdât-ı Irakiye ile ta’alluk etmemiş” muktedir kumandan ve subayların istihdam edilmesi istenmiştir. Bu tür problemlerin yanında, yerel güçler/hanedanlar arasındaki mücadeleler; İran ile olan sınır anlaşmazlıkları ve İran’ın Şiiliği siyasî ve dinî bir koz olarak kullanıp Irak şiileri üzerinde nüfuz arayışlarına girmesi; Irak geneliyle 6. Ordu efradı arasında İran destekli Şiiliğin hızla yayılması gibi gelişmeler de yine 6. Orduyu zayıflatan etkenlerdi.
I. Dünya Savaşı başladığında Irak topraklarında düzenli bir ordudan ziyade, önemli bir kısmını Arap ve Kürt aşiret mensuplarının oluşturduğu 30 bin civarında bir kuvvet bulunuyordu. Bu yüzden İngilizler, Körfez girişindeki Fav’ı ve Kasım 1914’te de Basra’yı kolaylıkla ele geçirerek Bağdat’a doğru ilerledi. Bu süreçte, Irak ve Havalisi umum kumandanı olarak bölgeye gönderilen Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Süleyman Askeri Bey’in Basra Bercisiye’de alınan bir yenilgi üzerine intihar etmesi (14 Nisan 1915) ise, Irak cephesinin dramatik hadiselerinden biri oldu. Bununla birlikte, Bağdat’ın 160 km. güneyinde Kutülamare’deki uzun muhasaradan sonra General Townsend ile birlikte 13 bin İngiliz askerinin esir alınması (Nisan 1916), kuşkusuz bu cephenin en parlak zaferiydi. Sarsıcı yenilgi sonrasında zor toparlanan İngilizler, Bağdat’ı ancak 11 Mart 1917’de, Musul’u da Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra işgal ederek bütün Irak’ı ele geçirebildiler.
Modern Irak’ın Ordusu
I. Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci devletler tarafından çizilen Ortadoğu siyasi coğrafyasındaki diğer pek çok devlet gibi Irak da “yapay” bir devlet olarak kuruldu. Sahip olduğu petrol zenginliği sebebiyle, ülke üzerindeki emperyalist mücadele hep sürdü. Bu durumun etkisiyle ortaya çıkan darbeler, diktatörler ve savaşlar ise, ülke tarihinden hemen hiç eksik olmadı.
Osmanlı sonrası döneme bakıldığında, başlarda İngiliz etkisi altında şekillenen Irak Ordusunun, bilahare Milliyetçi-Baasçılık ve Komünizm gibi farklı ideolojilerin yuvalanıp birbiriyle mücadele ettikleri ve aynı zamanda darbelerin odağı haline gelen bir kurum olduğu görülür. Sözde bağımsızlığını kazanmasına (1932) ve milliyetçi subayların zayıf direniş hareketlerine rağmen, ülkedeki İngiliz vesayeti II. Dünya Savaşı sonrasında da devam etmiştir. General Abdülkerim Kasım liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi, 14 Temmuz 1958 darbesiyle kraliyetten cumhuriyet rejimine geçişi sağlamakla birlikte, darbeci geleneğin ordu içinde yerleşmesine de kapı aralamış oldu.
Aynı yıllarda ordu ve siyasette komünistlerin güçlenmesi, 1963 darbesiyle milliyetçi-Baasçı subayların, komünistlere karşı etkisiz buldukları General Kasım’ı idam etmesiyle sonuçlandı. Abdüsselam Arif liderliğindeki milliyetçi-Baasçı cunta, komünistlere karşı şiddete başvurduğu gibi kuzeydeki Kürt isyanlarıyla da mücadele etmek zorunda kaldı. Bu arada, 1966’da Abdüsselam Arif’in yerine geçen kardeşi Abdurrahman Arif de bir Baas darbesiyle düşürüldü. Baasçılar, bu dönemde orduda kilit roldeki subaylarla ittifaklar yaparak iktidarı ele geçirmeyi başardılar.
Eski Başbakanlardan General Hasan el-Bekr’in başında olduğu bir kısım Baasçı subayın 17 Temmuz 1968 darbesinden sonra SSCB ile 1972’de onbeş yıllık bir anlaşmanın imzalanması, aynı yıl Irak petrollerinin millileştirilmesi ve 1973 Arap-İsrail Savaşıyla artan petrol gelirleri, Baas’ın popülaritesini hızla arttırıyordu. 1974’e gelindiğinde, Irak ordusu ile Kürtler arasında yoğun bir silahlı çatışma dönemi başladı. İran desteği sayesinde Kürtlerin modern silahlara sahip olması, onları Irak Ordusu karşısında güçlü hale getirdi. Ancak, Cezayir Antlaşması (1975), Kürt sorununu merkezi yönetim lehinde çözünce Kürt direnişi de söndü.
Baas partisi içinde gittikçe güçlenen Saddam Hüseyin’in, 1979’da Hasan el-Bekr’in çekilmesiyle devlet başkanlığını ele geçirmesi, Irak ordusunun “saldırgan” bir karakter kazanmasında etkili oldu. Sağlanan yüksek petrol gelirleri sayesinde Ortadoğu’nun en güçlü ordularından biri haline gelen Irak Ordusu, İran ile savaşın (1980-1988) ilk yıllarında gücünü göstermesine rağmen, ilerleyen yıllarda İran ordusunun hamlesiyle bu üstünlüğünü yitirdi.
Saddam ve Baas Partisi, güçlerini, siyasi önemi gittikçe artan ordudan aldılar. Ekonomik olarak İran ile savaştan zararla çıkan Irak, askeri açıdan güçlü çıkmış, asker sayısını 1 milyona çıkartarak vurucu gücünü de arttırmıştı. Fakat bu güç, aynı zamanda Saddam’ın iktidarını sağlamlaştırmasına ve saldırgan tavırlarla Arap dünyasının liderliğine oynamasına yaradı. Nitekim, İran ile yapılan uzun soluklu savaşta önemli tecrübeler kazanan Irak Ordusunun ilk hedefi, bir başka petrol ülkesi Kuveyt oldu. 100 binlik bir orduyla 2 Ağustos 1990’da vuku bulan işgal ve ilhak sürecinde, Kuveyt’i ve petrolünü kurtarmak (!) isteyen ABD ve müttefiklerinin yoğun hava bombardımanlarından sonra başlayan kara harekatıyla, Irak ordusu Kuveyt’ten sökülüp atıldı (Şubat 1991). Bu sert darbeyle ordu ilk ciddi prestij kaybını yaşasa da, savaş sonrasındaki otorite boşluğunda patlak veren Şii ve Kürt isyanlarını bastırabildi. Bununla birlikte, orduyu bekleyen asıl kötü gelişmeler, Irak’a uygulanan uçuşa yasak bölgeler, ekonomik ve askeri ambargolar olmuştur.
Saddam Hüseyin sorununu kesin olarak çözmek isteyen ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinin 2003’teki saldırısıyla başlayan ikinci savaş ise, Irak Ordusunun bugün düştüğü durumun da asıl sebebini oluşturmaktadır. İlk andaki güçlü direnişten sonra gittikçe gevşeyen Saddam’ın savaş makinesi, çatışmalar bittiğinde tamamen dağılmıştı. Bu tarihten, ABD’nin Irak’tan çekildiği 2011 yılına kadar Irak’ta düzenli bir ordudan bahsedilemeyeceği gibi, ülke tam anlamıyla terör ve kaosun içine de düşmüştür. Derme çatma bir ordunun oluşturulmaya çalışıldığı bu dönemde, Iraklı askerler, ABD ordusunun bir nevi yardımcı sınıfı haline gelmiştir. Diğer yandan, Irak Savaşı öncesi ordunun silahları çoğunlukla SSCB yapımıyken, savaş sonrası batılı silahlar da kullanılmaya başlanmıştır.
Irak Ordusu IŞİD Karşısında Neden Başarısız Oldu?
IŞİD işgalleri karşısında neredeyse hiçbir varlık gösteremeyen Irak ordu birlikleri, daha önce vurgulandığı gibi Amerikalılar’dan kalan modern silahları ve hatta üniformaları da ortada bırakarak kaçtı. Musul’dan kaçanlardan Mahmud Nuri AFP’ye yaptığı açıklamada, “Ordu güçleri silahlarını bıraktı, kıyafetlerini değiştirdi, araçlarını terk etti ve kentten ayrıldı” diyordu. IŞİD’in, kaçamayanları yakalayıp kendilerine has yöntemlerle öldürmesi ise, ordunun düştüğü acıklı durumu bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermekteydi. Bu gelişmeler, yetenekli ve iyi eğitilmiş bir ordu olmadıkça, çok sayıda askerin ve gelişmiş silahların hiçbir işe yaramayacağını, hatta IŞİD gibi örgütlerin eline geçerek daha büyük tehlikelere sebebiyet vereceğini de göstermiş oldu.
Irak Ordusu’nun bugünkü durumuna baktığımızda, halihazırda silah altında 280 bine yakın askeri bulunuyor. 350 bine yakın da yedek askeri mevcut. Genel Kurmay Başkanı Kürt kökenli Babaker Şevket Zebari ve Savunma Bakanı da Casim el-Mifraci olup, ordunun bağlı olduğu en üst merci ise Başbakan, yani Nuri el-Maliki’dir. Bu büyük hayal kırıklığının ardından Maliki ordudan bazı generalleri emekli etti ve son haberlere göre de oğlunu silahlı kuvvetlerin başına getirdi. Mezhepçi politikalarıyla ülkenin bugünkü kaosa sürüklenmesinin başlıca müsebbiplerinden biri olan Maliki, ayrıca cepheyi terk eden askerlerin mahkemede yargılanacağını ve orduda geniş çaplı reorganizasyona gidileceğini de duyurdu.
Irak ordusunun kuzeyde ve özellikle de Musul’da ani çöküşü üzerinde yapılan spekülasyonlar bir yana, bugün gelinen noktada, 100 milyar dolara yaklaşan bir petrol gelirinin tek başına, ülke savunmasını üstlenebilecek bir orduyu vücuda getirmesi elbette beklenemez. Zira, gerçek anlamda bir ordu meydana getirebilme, her şeyden önce bir millet ve devlet olmaya/oluşturabilmeye bağlıdır. Yukarıda, Irak’ın yapay bir devlet olarak kurulduğunu ifade etmiştik. Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra Irak, yapay da olsa devlet olma vasfını büyük ölçüde yitirdiği gibi savaşma gücünü de kaybetti. Bu gelişmeleri, kozmopolit etnik, dini ve mezhebi yapının yanı sıra aşiret temelli sosyal yapının doğurduğu neticeler olarak da değerlendirmek mümkündür.
Zira, Arap, Kürt, Türkmen gibi etnik unsurların; Şabak ve Yezidi gibi heterodoks dini toplulukların; varlıkları çok eskiye giden Keldani, Nesturi, Asuri ve Musevi gibi gayrimüslim gurupların yanı sıra tarih boyunca etkisini sürdüren Sünni-Şii mücadelesi, modern anlamda bir “Irak Milleti”nin oluşumunu büyük ölçüde engellemiştir. Şüphesiz bunda, ülke üzerinde Osmanlı sonrası dönemde de varlığını sürdüren uluslararası petrol ve nüfuz mücadelesi önemli rol oynamıştır.
Burada zikredilmesi gereken bir diğer husus da, belli bir aşirete mensup olmayı, bir üst otoriteye yani devlete mensup olmaktan üstün tutan aşiret temelli sosyal yapının ülkede etkisini hala sürdürüyor olmasıdır. Millet ve devlet olmayı ciddi ölçüde engelleyen bu etken, doğal olarak, ülke savunmasını üstlenebilen ve ülkü birliği olan güçlü bir ordunun teşkiline de imkan vermemektedir.
Daha önce bahsettiğimiz, Osmanlı döneminde Irak (6.) Ordusu içinde Şiiliğin yayılmasına endişeyle bakılması, itikadi bir yaklaşım olmayıp daha çok İran’ın temsil ettiği politik yaklaşıma bir tepki niteliğini taşıyordu. Ordu içinde geçmişte yaşanan bu durumun günümüze yansıyan taraflarına bakarsak, Maliki’nin mezhepçi politikalarına bir kez daha dikkat çekmemiz gerekiyor. Maliki yönetimindeki son yıllarda oluşturulan yeni Irak Ordusunun özellikle kritik mevkiler ve subay kadrosu açısından Şii ağırlıklı dizayn edildiğinde şüphe yoktur.
Bu durumda, Irak asker ve subaylarının başta Musul gibi Sünni karakterli bölgelerde IŞİD’e karşı savaşmasını beklemek de biraz hayalcilik olur. Şii-Sünni ayrımının bu denli derinleştiği bir ülkenin ordusunda da benzer bir durumun ortaya çıkması, doğal bir netice olmakla birlikte, Irak’ın artık gerçekleşmesi çok zor olan bütünlüğünü sağlama önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. Başka bir ifadeyle Irak eğer tek bir devlet olarak varlığını sürdürecekse, siyaset ve coğrafyanın yanı sıra ordudaki dağınıklığı ve ikilikleri de ortadan kaldırmak zorundadır.