İzzetullah İzzetî, 1969-1974 yılları arasında askerî görevli olarak Türkiye’de bulunmuş, bu esnada Ankara Üniversitesi’nde “Jeopolitik” konusunda doktora da yapmıştır. Asker kökenli yazar, İran siyasî coğrafyası uzmanıdır. İran İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarında danışmanlık da yapan İzzetî, Dış İşleri Bakanlığı Enstitüsü ve Askerî Akademi başta olmak üzere İran’ın üst düzey resmî eğitim kurumlarında öğretim görevliliği yapmaktadır. Dolayısıyla İzzetî’yi okurken, aynı zamanda bir ölçüde İran’ın resmî dış politikasının okunduğu söylenebilir. Bu nedenle belirgin bir şekilde gözlemlenen husus, çalışmanın kesinlikle tarafsız olmadığıdır. Kısmen bazı noktalarda akademisyen duyarlılığının gösterildiği görülmekle birlikte, İran’a ve siyasetinin yerindeliğinin vurgulanmasına yönelik bir pozitif ayrımcılık sergilendiği açıktır.
Kitapla ilgili değerlendirmeye geçmeden önce belirtilmesi gereken önemli bir husus, kitabın isminin Türkçe’ye çevrilirken orijinal isminden biraz farklı çevrilmiş olmasıdır. Orijinal ismi “Tahlîlî ber Jeopolitik-i İran ve Irak” (İran ve Irak Jeopolitiği üzerine bir analiz) olan kitap, Türkçe’ye “İran ve Bölge Jeopolitiği” olarak çevrilmiştir. Hâlbuki orijinalinden de anlaşılacağı üzere kitabın konusu İran’ın Irak eksenli olmak üzere jeopolitik kodlarının bir tahlilidir. Her ne kadar diğer bölge ülkelerinden de yer yer bahsedilse de kitabın temasının İran ve Irak’ın jeopolitik hususiyetleri olduğu açıktır. Türkiyeli okuyucuya daha geniş bir İran bölgesel jeopolitiği vaat edilerek kitabın daha fazla ilgi çekmesinin amaçlandığı düşünülmektedir. Fakat söz konusu uygulamanın yersizliği kitap okunduktan sonra ortaya çıkmaktadır.
Irak’ın 2003 yılında işgalinden kısa bir süre önce yayınlanmış olması dolayısıyla, bugünden bakıldığından farklı bir Irak profiline sahiptir. Ama bu özelliği de ilginç bir niteliği haiz olmasını sağlamış, işgal sonrası Irak’ının en önemli dış aktörlerinden biri haline gelen İran’ın bakış açısından Irak gerçekliğini okuma fırsatı sağlamıştır. Esasında özellikle kitabın son bölümlerinden de anlaşıldığı kadarıyla çalışmanın ana amacı mevcut koşullarda İran’ın Irak’taki jeopolitik kodlarının tarihi ve coğrafi verilere göre gerçekçi bir analizinin yapılması ve yine mevcut koşullarda olabildiğince İran’ın Irak’la işbirliği geliştirebilme imkânlarının ortaya konmasıdır. Kitabın son bölümündeki somut işbirliği önerileri, çalışmanın pratik bir amaca matuf olduğunu göstermektedir.
Kitapla ilgili teslim edilmesi gereken bir hak da kitabın öğretici vasfının da bulunmasıdır. Tarafsızlığı noktasında zafiyete sahip olsa da özellikle Körfez’in jeopolitik tarihi ile ilgili kısmen bir ders kitabı niteliğindedir.
İran devletinin rejim ve hükümet yapılarından bağımsız olarak birincil dış politika konusunun Körfez bölgesi olduğu bilinmektedir. Kitabın Irak bağlamında bir İran jeopolitik değerlendirmesi olmasının da doğal bir getirisi olarak çalışmanın Körfez jeopolitiği ve güvenliği ana çerçevesinde ilerlediği görülmektedir.
Dört kısımdan oluşan kitabın birinci bölümü Irak, ikinci bölümü İran, üçüncü bölümü ABD gözüyle İran ve Irak, dördüncü ve son bölümüyse İran ve Irak’ın işbirliği imkânlarına ayrılmıştır.
Çalışmanın ilk bölümünde, Soğuk Savaş döneminden itibaren Irak’ın siyasi seyri, coğrafyasının özellikleri, demografik yapısı, toplumsal yapısının nitelikleri, silahlanma stratejisi, petrol kaynakları ve meydan okumaları, Irak’ın komşularına ilişkin jeopolitik analizler, Şatt’ül-Arap (Ervendrud) meselesi ve bölgesel stratejilerde Irak’ın konumuna değinilmiştir. Yazarın siyasi coğrafya uzmanı olması dolayısıyla detaylı bir bölge coğrafyası okuması göze çarpmaktadır. Bu tür çalışmalarda tarihi ve siyasi özellikler ön plana çıkmakta, oysa en az bunlar kadar önemli olan coğrafi özellikler çoğunlukla göz ardı edilmektedir. Tarih ve coğrafyanın birbirinden ayrı değerlendirilemeyeceği de göz önüne alınırsa çalışmanın bu açıdan bariz bir üstünlüğü söz konusudur.
1973 yılında Arapların uyguladığı petrol ambargosunun ardından petrol gelirlerinin artmasıyla birlikte, Irak’ın bölgesel güç olma çabalarının hız kazandığına vurgu yapılmıştır (s. 17). Zaten gerek Irak yöneticilerinin bölgesel arzularını, gerekse dış güçlerin ülkeyle ilgili emellerini petrol faktörünün şekillendirdiği açıktır. Bu anlamda modern Irak tarihinin aynı zamanda bir petrol tarihi olduğu söylenebilir. Çalışma da bu bölümün ilerleyen sayfalarında petrol bağlamında Körfez jeopolitiğinin şifrelerini irdelemektedir. Yine Şatt’ül-Arap’ın Farsça karşılığı olan Ervendrud tabirinin ön plana çıkarıldığı bir diğer kısımda bölgenin önemi detaylı bir şekilde anlatılarak, hüküm süren anlaşmazlığın tarihi olarak emperyalist güçlerin bölgeye gelmeleriyle şiddetlendiğine dikkat çekilmiştir (s. 34).
Bölümün sonlarına doğru diğer bölge ülkelerinin etkileşimine değinilen kısımlarda ise gerçeklikten uzak bazı spekülatif tezler göze çarpmaktadır. Özellikle Türkiye’nin Kuzey Irak meselesine bakışı ve PKK ile mücadelesi bağlamında bu bölge ile ilişkileri farklı bir bakış açısıyla ele alınmış, Türkiye’nin Kuzey Irak’ı işgal etme çabası içinde olduğu iddia edilmiştir. Türk yetkililerin terörle mücadele kapsamında serdettiği sözler çarpıtılarak, kendince Türkiye’nin “emperyal güdülerinin” ifşa edildiği bir niyet okuma çabasına girişilmiştir. Oysa bilindiği gibi Türkiye’nin bölge ile stratejisinden bu tarz bir çıkarım yapmak oldukça zorlama olacaktır. Hele ki Türkiye’nin bahsi geçen yıllarda içinde bulunduğu son derece zorlu koşullar dikkate alınırsa yazarın bu çıkarımlarının tamamıyla kurgusal olduğu ortaya çıkacaktır. Muhtemelen kitabın bu bölümlerini okuyan zamanın Türk devlet adamları istemsiz bir istihza duygusuna kapılacaklardır. Irak’ta etkisiz bir azınlık konumundaki Türkmenlerin haklarının müdafaası bağlamında girişilen çabalardan, “Türkleştirme Siyaseti” bölümünde Türkiye’nin Irak’ı işgali senaryolarına kadar varan temelsiz ithamlarla bahsedilmektedir (s. 48).
İkinci bölümde İran’ın küresel siyasetteki konumu çerçevesinde, Soğuk Savaş’tan ABD’nin İran’ı da içine alan Çifte Kuşatma Stratejisi’ne kadar uzanan süreç ele alınmaktadır. Birinci bölümde Irak’ın ele alındığı bölümde Irak’la ilgili detaylı bir okuma ile karşılaşılmasına rağmen, bu bölümde İran için aynı metodoloji izlenmemiştir. Bu da kitabın İran merkezli yazılmasının sonuçlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer yandan bölüm başlığı “İran’ın Küresel Stratejilerdeki Konumu” olmasına binaen doğal olarak İran’la ilgili meseleler beklenmekteyken, bu bölümde de adeta birinci bölümün devamı niteliğindeki Irak meselelerinin anlatımının sürdürüldüğü görülmektedir. Bu açıdan çalışmanın metodolojik bir zaafı bariz bir şekilde göze çarpmaktadır. Belki bu konuda farklı bir değerlendirme yapmak gerekirse, çalışmanın aslında Irak odaklı olduğu, bu açıdan İran üst başlığı altında dahi Irak’ın öne çıkarılmasının bunun kaçınılmaz bir yansıması olduğu düşünülebilir.
Benzer bir metodolojik kusur, yine ikinci bölümde aslında üçüncü bölümün üst başlığıyla uyumlu görünen ve o bölümde anlatılması gereken, ABD’nin gözünde İran’ın konumuna ilişkin meselelerin anlatılmasıdır. Bu anlamda kitapta çok sayıda tekrar da göze çarpmaktadır. Örneğin “Çifte Kuşatma Stratejisi” farklı bölümlerde ilk kez bahsediliyor gibi tekrar anlatılmıştır. Bunun yazıma ilişkin metodolojik bir hatadan kaynaklandığı düşünülebilir. Bu husus aslında anlatımı bir ölçüde akıcı ve öğretici olan kitabı bir miktar sıkıcı hale getirmektedir.
Bu bölümde özellikle muhtelif ABD başkanlarının genel olarak Körfez, özel olarak da Irak ve İran’la ilgili politikalarının adlarıyla özdeşleşen doktrinler üzerinden tahlili yapılmaktadır. İran Devrimi öncesi ABD’nin başlıca bölge politikası olan “Çift Sütun” doktrinine geniş yer ayrılmıştır. Doktrinin üstün niteliklerine rağmen ABD’nin öngörüsüzlüğü sonucu iflas eden bu politikanın telafi çabaları üzerinde durulmuş ki bu da genel olarak Carter doktrini çerçevesinde ele alınmıştır.
İkinci bölümün ilerleyen sayfalarında İran-Irak Savaşı geniş bir şekilde aktarılmış, özellikle bu savaşta ABD’nin üstlendiği rol etraflıca analiz edilmiştir. ABD başta olmak üzere Batı dünyasının devrimci İran “tehlikesine” karşı dört elle sarıldıkları Saddam Hüseyin rejiminin sekiz yıllık savaş süresince bölgesel bir askerî güç ve tehdit haline gelişinin seyircisi olmalarından bahsedilmektedir. Bir anlamda elleriyle büyüttükleri bu “canavarın” çok geçmeden Körfez güvenliği için başlıca tehdit haline gelişinin hazırlık safahatı gözler önüne serilmektedir. ABD (ve dolayısıyla Avrupa ve Japonya) için kırmızıçizgi olan Hürmüz Boğazı’nın açık kalması politikasının temin edilmesi için atılan adımlar, bu bölgenin bir anlamda dünyanın can damarı haline geldiğinin de göstergesi niteliğindedir. İran’ın boğazı kapatacağına dair tehditleri uluslararası kamuoyunda ciddi endişeye neden olmuştur. ABD Başkanı Reagan’ın, “Ben özgür dünyanın Hürmüz Boğazı’nı ve Fars Körfezi’ni gemilere kapatmak isteyen herhangi bir devlete seyirci kalacağını sanmıyorum” derken, aslında bu özgür dünyanın petrole bağımlı durumunu anlatmak istediği de anlaşılabilir (s. 93).
ABD’nin Irak’a verdiği desteğin yetersiz kalması nedeniyle fiilen savaşa dâhil olmasından, Vietnam’dan sonra bir kriz bölgesinde gerçekleştirilen en geniş askerî güç gösterisi olarak bahsedilmektedir (s. 95). Özellikle Tankerler Savaşı’nın son dönemlerinde ABD’nin aktif rol alması üzerinde durulmuştur. İlerleyen sayfalarda ABD için Körfez’in önemi bütün yönleriyle irdelenmektedir. Uluslararası ilişkiler literatürüne “Körfez güvenliği” olarak yerleşen gerçekliğin ABD, Körfez İşbirliği Konseyi üyesi ülkeler, İran ve Irak için ne anlama geldiği ve birbiriyle uyuşan ve çatışan stratejilerinin farklı boyutları tahlil süzgecinden geçirilmiştir.
Ortadoğu’nun süper güçler için önemi üzerinde durulan sayfalardan anlaşıldığı kadarıyla, en azından seksenli ve doksanlı yıllarda bu bölge için yapılan askerî harcamaların kendileri açısından göze batmayacak mahiyette olduğu görülmektedir. Yani özellikle ABD açısından Körfez’de etkin olmanın maliyeti getirilerine nazaran önemsenmeyecek boyuttadır. Aynı zamanda Körfez’deki gerilim dolayısıyla ABD silah sanayisinin petro-dolarları tekrar kendisine çekmesinin de bölge ülkeleri açısından bir açmaz oluşturduğu vurgulanmaktadır. Yine Körfez’deki bu sürekli bölge içi gerilim ve tehdit ortamı dolayısıyla özellikle KİK üyesi ülkelerin ABD’ye olan bağımlılıkları tartışmasız bir vakıadır. Bundan daha önemlisi Körfez’e askerî olarak hâkim olan ABD’nin aynı zamanda Avrupa ve Japonya gibi ekonomi devlerine de egemen olduğu gerçeğidir. Körfez’de güç kaybeden bir ABD’nin dünya siyasetindeki ağırlığını bu denli muhafaza edemeyeceği belirtilmiştir.
Irak’ın Kuveyt’i işgaline geniş yer ayrılmış, akabinde ABD öncülüğünde gerçekleşen Körfez Savaşı’nın nedenleri ve sonuçları iyi tahlil edilmiştir. ABD’nin Irak’a karşı hızlı bir şekilde uluslararası kamuoyunu bir araya getirebilmesi başarı örneği olarak zikredilebilir. Savaş sonunda ABD’nin rahatlıkla Saddam Hüseyin rejimini devirebilecekken stratejik bir karar gereği ayakta tutulması ise üzerinde önemle durulması gereken bir husus olarak vurgulanmıştır. Yazara göre buna gerekçe olarak, Irak’ta Saddam sonrası güçlenecek Şiilerin İran nüfuzu ile birleşerek bir tehdit unsuru haline gelebilecekleri ve Saddam rejimini Körfez’deki diğer ülkeler için adeta Demokles’in kılıcı gibi bir konumda tutmanın faydası hesaplanmıştır.
“Amerikan Stratejilerinde İran ve Irak’ın Konumu” başlıklı üçüncü kısımda ise geniş ölçüde ABD’li strateji uzmanlarının ve kurmaylarının görüşlerine yer verilmiştir. Bu metot birinci ağızdan meseleyi okumak açısından faydalı olmuştur. ABD’li stratejisyenlerin farklı bölge değerlendirmeleri kitabın altı çizilerek okunması gereken sayfalarındandır. Bu değerlendirmeler arasında özellikle Ortadoğu Politika Konseyi Başkan Yardımcısı Dr. Martin Indyk’in görüşleri öne çıkmaktadır. Türkiye’de de oldukça iyi tanınan Dr. Graham Fuller’in Ortadoğu’da İran’dan sonra yeni İslam Cumhuriyetleri bekleyen analizi ise biraz abartılı bir bakış açısını yansıtmaktadır (s. 198).
Bu bölümde de önceki bölümlerin sıklıkla tekrarına düşüldüğü görülmektedir ki bu da kitabı olması gerekenden daha uzun hale getirmiştir. Barış söylemi savaş söyleminden daha bariz olan Başkan Clinton döneminde ABD’nin askerî bütçesinin hızla artış göstermesi de ilginç bir anekdot olarak görülebilir. Bu husus ABD’nin Körfez güvenliği politikasındaki devamlılığı göstermesi açısından önemlidir.
Dördüncü bölüm her ne kadar İran-Irak işbirliği alanlarına hasredilmişse de, bu bölümde de ciddi anlamda bölgesel değerlendirmelere ve bilgi verici anlatıma devam edilmiştir. Özellikle Kürt jeopolitiğine geniş yer ayrılan bu bölümde, Kürt faktörünün bölge için ne anlama geldiği tartışılmaktadır. Başta belirttiğimiz taraflı tutum bu bölümde çok belirgin olarak göze çarpmakta, özellikle İran’ın Kürt meselesindeki yerinin gerçeklikten biraz uzak resmedildiği gözlemlenmektedir. Kürtler İran halklarının bir parçası olarak takdim edilmiş, İran’a kültürel aidiyetlerinin olduğu iddia edilmiştir. Özellikle Kürt dili dolayısıyla bir ölçüde doğruluk payı olan bu görüş, tam anlamıyla gerçekliği yansıtmaktan uzak bir propaganda mahiyetindedir. Irak’ın, Türkiye’nin ve Suriye’nin Kürt meselesi olmasının doğal olduğu, buna karşılık İran’ın bir Kürt meselesinin olmadığı ve olamayacağı empoze edilmeye çalışılmıştır. Bu esasında İran’ın üzerinde çok fazla hassasiyet gösterdiği etnik ve mezhebî azınlıklara ilişkin siyasetinin kitaba doğrudan bir yansıması niteliğindedir.
Başta da belirttiğimiz gibi bu bölümde çalışmanın da amacı mahiyetinde olan İran ve Irak arasındaki işbirliği imkânları üzerinde durulmaktadır. Bu sayfalar bu iki ülkenin çatışmayı ve birbirini tüketmeyi bir kenara bırakıp rasyonel bir siyaset geliştirebilmeleri halinde ne denli büyük potansiyele sahip güçler olduğunun net bir şekilde gözler önüne serildiği ibretamiz bir analiz ortaya koymaktadır. Geçmişte uzun yıllar savaşan bu iki ülkenin işbirliği yerine çatışmayı ve gerilimi seçmesinin yalnızca ABD gibi süper güçlerin yararına olduğu ileri sürülmektedir.
Dünyanın bazı bölgelerinin olağanüstü bir jeopolitik öneminin olduğu açıktır. Körfez bunların başında gelmektedir. ABD’yi küresel bir otorite ve dünya ekonomisine egemen bir süper güç haline getiren başlıca unsur Körfez’deki askerî üstünlüğü olmuştur. Körfez’in öneminin ise petrolden kaynaklandığı açıktır. Petrolü olmayan bir Körfez’in, uğruna bu kadar güç çekişmeleri ortaya çıkarmayacağı bilinen bir gerçektir.
Dünyanın bilinen petrol kaynaklarının üçte ikisine sahip olan bu bölgenin daha uzun yıllar küresel güçlerin güç çekişmelerine konu olacağı kesindir. Ama bir yandan da petrolün hızla tükenen bir kaynak olduğu gerçeği bunun ilelebet böyle gitmeyeceğini de göstermektedir. Yapılan hesaplamalara göre petrolün elli yıl civarında bir ömrü olduğu ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar yeni petrol keşifleri söz konusuysa da petrole olan talebin katlanarak büyüdüğü de ortadadır. Ünlü Ortadoğu uzmanı Bernard Lewis, bu yönüyle bölgeyi “batmakta olan bir şirkete” benzetmektedir. Belki ABD’nin özellikle Obama dönemiyle birlikte Ortadoğu’ya olan ilgisinin azalmaya başlamasını da bu okumaya bağlamak mümkündür. Nereden bakılırsa bakılsın petrolün Körfez’e zenginlik ve refah getirdiği kadar, belki çok daha fazla kan ve gözyaşı getirdiği de muhakkaktır.