Terör örgütü PKK’nın çatı örgütü durumundaki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG), 11 Haziran’da 7 sözde kantonda ‘yerel seçim’ yapılacağını duyurması, gelen tepkiler üzerine, sürecin Ağustos ayın ertelendiğini açıklaması bölgesel denklem açısından bir nabız yoklama hamlesidir. Sadece Suriye’nin değil, tüm bölgenin geleceği açısından önemli olan böylesi bir adım, bölünmeye dayalı Batılı ajandayı da bir kez daha gündeme getirmiştir.

Örgüt açıklamasına göre seçim, Tabka Kantonu’ndaki 9, Afrin-Şehba Kantonu’ndaki 5, Deyrezor Kantonu’ndaki 18, Fırat Kantonu’ndaki 16, Rakka Kantonu’ndaki 12, Münbiç Kantonu’ndaki 6 ve Cizre Kantonu’ndaki 67 belediye için yapılacaktı. Büyük bölümü Arap nüfusa ait olan bu bölgelerde yapılması planlanan seçimler, sadece Suriye’nin kendi içindeki etnik ve siyasi çekişmeyi derinleştirmekle kalmayacak, Türk-Amerikan ilişkileri ve Türk-Suriye ilişkileri dahil tüm statükonun doğasını yeniden kurgulamayı gerektirecek sonuçlar doğuracaktı.

2011’den bu yana Suriye’deki çatışma, aslında rejim değişimi meselesi olmaktan çıkmış birbiriyle örtüşen onlarca krizin iç içe geçtiği bir sarmal haline dönüşmüştür.  Küresel, bölgesel ve ulus-altı boyutlarının her biri, birbiriyle mücadele halinde sahadaki konumunu koruma hedefiyle hareket ederken, Suriye toprakları birbirinden farklı güç odakları arasında bölünmüştür. Bu nedenle 250 binden fazla insanın ölümü, sadece insani bir hasar bırakmakla kalmamış bir yandan radikalleşmeyi körükleyerek büyütmüş, öbür yandan mültecilerin geri dönüşünü her geçen gün imkânsız hale getirerek bir bölünmeye yol açmış ve kendi kendini idame ettirebilen bir savaş ekonomisi yaratmıştır.

Gazze çatışmasının gölgesinde İran’a bağlı silahlı grupların, ABD’nin Irak ve Suriye’deki askeri varlığına son verme amaçlı yeni hamlelere giriştiği bir dönemde İran’a ve rejime yakın unsurların SDG’yi hedef alan saldırıları da artmaya başlamıştır. Bu cılız saldırılar, SDG’nin Suriye’nin Arap toplumuna yabancılaşan iktidarına yönelik tepkilerden biri olsa da, Türkiye’nin beklentilerini karşılamaktan oldukça uzak olduğuna da kuşku yoktur.

Türkiye, savaşın başından itibaren kopan bağları kurmak için Şam rejimi ile görüşme dahil, kendi hamlelerini sürdürürken Suriye’nin kuzeyindeki askeri varlığını uzun bir süre daha korumaya mecbur görünmektedir. Mülteciler ve Suriye’nin kuzeyinde yerlerinden edilen milyonlarca kişi için bile statükonun devamı, Türk politikasında köklü bir değişikliğin yol açacağı karışıklık ve belirsizlikten çok daha iyi görünmektedir.

Ancak ABD ile her geçen gün uzlaştırılamaz hale gelen Suriye stratejilerinde SDG’nin yapacağı hamleler Türkiye’nin sahada geliştireceği yeni hamlelerde önemli bir belirleyici etken olmayı sürdürmektedir. Son seçim hamlesi de bunlardan biri olarak kabul edilebilir. Türkiye, yapılan bu hamleyi fiili olarak durdurma konusunda ikna edici bir kararlılık göstermiş ve SDG’nin asıl patronu olan ABD’yi ikna etmeyi başarmıştır. Ancak bu taktik başarı, Suriye’nin geleceğine dair federatif çözümlere her hangi bir itirazı olmayan ABD’nin uzun vadede stratejisini değiştirmiş değildir.

SDG faktörü sadece ABD ile ilişkiler bağlamında değil, aynı zamanda Türkiye’nin Rusya ile hassas ilişkileri açısından da önemli görünmektedir. Türkiye’nin geliştireceği bir hamle, sahadaki dinamik değişimler sebebiyle sürekli olarak Türk-Rus ilişkilerinin de yeniden kalibrasyonunu gerektirmektedir. Dolayısıyla hem ABD ve hem de Rusya ile ilişkilerde kalıcı hasarlar yapmadan sahadaki durumu yönetme becerisi Türk dış politikasının gidişatı bakımından varoluşsal bir durumdur.

Türkiye’nin Suriye ile 900 kilometrelik sınırı bulunuyor ve yaklaşık 3,3 milyon Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapıyor. Türkiye’nin ulusal güvenlik politikasının iki temel direği, kuzeybatı Suriye’de istikrarsız bir şekilde yaşayan yaklaşık beş milyon yerinden edilmiş insan arasından daha fazla mülteci akınını önlemek ve SDG’nin (ve dolayısıyla PKK’nın) kuzeydeki kontrolünü kırmasa bile zayıflatmaktır.  ABD ve Rusya’nın yanı sıra, Beşar Esad rejiminin bu iki endişeyi tatmin edici bir şekilde gidermeye istekli veya muktedir olacağına hiçbir ümit bulunmuyor.

Dolayısıyla Türkiye, Suriye’nin kuzeyindeki kantonlaşma süreciyle mücadelede müttefiklerinden herhangi bir destek göremeyeceği gibi, İran ve Rusya gibi sahadaki diğer aktörlerden de beklentilerini düşürmüş durumdadır.

2011’de Suriye halk ayaklanmasının başlamasından bu yana ve onu takip eden iç savaş boyunca Türkiye, kendisini çatışmanın daha da derinlerine çeken kısa vadeli politikalarla çıkarlarını koruyarak uzun vadeli stratejik hedeflerini muhafaza etmeyi başarmıştır. Bu amaçla SDG’yi dizginlemek için 2016’dan bu yana Suriye’ye dört saldırı düzenleyerek Türkiye-Suriye sınırında bir tampon bölge oluşturmuştur.

Krizin sadece askeri önlemlerle çözülemeyeceğini bilen Türkiye, bu bölgede Suriyeli sivillerin dönüşünü garanti edecek ve hayatı normalleştirecek tüm altyapıyı da buna göre yeniden inşa etmiştir. Bir yandan yeninden yapılanma sürerken öbür yanda düzenli olarak SDG hedeflerine insansız hava aracı saldırıları sürdürülmüş ve Washington ile Moskova’nın görmezden geldiği PKK militanları süreç içinde etkisiz hale getirilmiştir.

Kuzey Suriye’nin üç bölgesinde konuşlandırılmış olan yaklaşık 10 bin askeriyle Türkiye, çıtayı yükselterek çatışmanın yönünü şekillendirebilecek son derece etkili bir oyuncu haline gelmiştir. Şam rejimi, SDG’nin ve ABD’nin işgali konusunda gösterdiği sessizliği Türkiye’nin operasyonları konusunda göstermeyip, Türk askeri varlığını işgalci bir güç olarak görmeyi sürdüren ikircikli bir acziyet içinde olsa da, Türkiye’nin bölgedeki varlığı sadece kendi ulusal güvenliği açısından değil aynı zamanda Suriye topraklarının bütünlüğü açısından da hayati görünmektedir.

İnsani açıdan bakıldığında Türk ordusu, yerinden edilmiş milyonlarca Suriyeli için, kendileriyle zalim bir rejim arasındaki tek tampon olmayı sürdürüyor. Kuzey Suriye’de Türk ordusu, polisi ve istihbarat teşkilatı, sivil kurumları ve Suriye Milli Ordusu adlı müttefikleri ile sahada durumu kontrol etmeyi sürdürmektedir.  Türkiye’nin bölgedeki askeri ve sivil varlığı, yerel seçim hamlesi yaparak fiili (de facto) durumu yasal (de jure) hale getirmek isteyen terör grupları açısından uzun vadede plan bozucu işlevini sürdürmektedir. İşgal edilmiş topraklarda ve iç savaş ortamında 11 Haziran seçim müsameresinin sonuçlarının meşruiyeti bir yana, siyasi olarak yaşama şansı düşük bir pramatüre olduğu görülmüş olmalı ki, son anda gelen erteleme uzun vadeli hesapların yeniden masada olduğunu göstermektedir.

Ağustos ayına ertelenmiş olsa da 2017 yılında Kuzey Irak’ta yapılan referandumun akıbetine uğraması kaçınılmaz görünen Suriye’deki yerel seçim hamlesi, bir nabız yoklamadan ibaret kalacaktır. Ancak bu taktiksel geri çekilme SDG’nin uzun vadeli bölünme amaçlarından vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Bu nedenle Türkiye’nin kuzey Suriye’de oluşturduğu yeni düzen, PKK eksenli oluşturulmaya çalışılan düzenin en varoluşsal rakibi olmayı sürdürecektir.