Bazı ülkeler vardır ki, sahip olduğu zenginlikleri refah ve istikrar kaynağı olması gerekirken, paradoksal bir şekilde yoksulluk ve felaketler kaynağı olabilmektedir. İşte, Irak ve zengin petrolü, bunun tipik bir örneğini teşkil eder. 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Arap vilayetlerindeki petrolün varlığından haberdar olan Avrupalılar, II. Abdülhamit’in petrol bölgelerini kendi şahsi mülkü (arazi-i seniyye) haline getirmesi ve aldığı diğer tedbirler sayesinde, bu petrolü işletme imtiyazını elde edememişlerdi. Ancak, padişahın tahttan indirilmesiyle başlayan yeni süreçte, petrol sahalarının şahsi mülk olmaktan çıkarılıp devlet hazinesine devredilmesiyle iştahı kabaran Avrupalılar, Irak petrolünün paylaşımı konusunda kıyasıya bir mücadele ve rekabete giriştiler.
I. Dünya Savaşı, sömürgeci hedeflerin gerçekleşmesini bir süre için ertelediyse de, savaş sonunda Irak’ı işgal edip burada manda idaresi kuran İngilizler, Irak krallığına Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı getirmek suretiyle, petrole sahip olma konusunda uygun ortamı da hazırlamışlardı. Manda idaresi döneminde (1918-1932), Irak petrollerini işletmek üzere, yine İngilizler tarafından daha 1912’de kurulmuş olan Türk Petrol Şirketi’nin adı, Irak Petrol Şirketi (Iraq Petroleum Company)’ne çevrildi.
Musul sorununda (1918-1926) İngiltere’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı ısrarlı politika ise, bölgenin zengin petrol yataklarının elde tutulması esasına dayanıyordu. Nitekim, manda yönetimi milliyetçilerin yoğun baskıları karşısında sona erdiğinde (1932), İngiltere petrol arama ve işletme imtiyazının milletlerarası bir konsorsiyum olan Irak Petrol Şirketi’ne verilmesini çoktan sağlamıştı. Musul sorununun çözümünden yalnızca bir yıl sonra da (1927), İngilizlerin Irak Petrol Şirketi Kerkük’ün Baba Gurgur bölgesindeki zengin petrollerini keşfedip çıkarmaya başlamıştı bile. 1934 yılına gelindiğinde, Kerkük’ten Trablusşam-Lübnan (1976’da kapatıldı) ve Hayfa (1947’de kapatıldı)’ya doğru olan petrol boru hattı yapıldı. Böylece Kerkük/Irak petrolü, Akdeniz limanları üzerinden dünya pazarlarına ulaşmaya başladı. 1952’ye gelindiğinde, Musul’un kuzeyindeki Ayn Zaleh sahasında petrol üretimine başlandı. Daha sonra (1976-1977), Dörtyol (Hatay) ve Basra’ya ulaşan iki boru hattı daha hizmete açıldı ki, bunlardan Dörtyol hattı 1991’deki Körfez Savaşı sırasında kapatıldı.
Irak hükümetinin 1972’de Sovyetler Birliği ile on beş yıllık bir anlaşma imzalaması ve yine aynı yıl Saddam Hüseyin tarafından Irak Petrol Şirketi’nin dolayısıyla Irak petrollerinin millileştirilmesi, iktidardaki Baas Partisi’nin popularitesini hayli yükseltmesine karşın ABD’li şirketleri ise öfkelendirmişti. Baas Rejiminin (1968-2003) siyasi ve ekonomik gücü, 1973’teki Arap-İsrail Savaşı sonrasında İsrail’e destek veren ülkelere başlatılan petrol ambargosuyla birlikte yükselen petrol gelirleri sayesinde daha da arttı. Irak’ın yarım milyar dolar olan petrol geliri, sadece iki yıl içinde 7 milyar dolara fırlamıştı.
Bu yıllarda sağlanan yüksek petrol gelirleri sayesinde alt yapı yatırımlarına büyük paralar harcandığı gibi, hayat standardında da önemli ilerlemeler kaydedildi. Böylece, Baas rejimi tarafından temsil edilen devletin toplum üzerindeki hâkimiyeti iyice pekişirken muhalefetin gücü de büyük oranda kırıldı. Bütün bu gelişmeler, Saddam Hüseyin gibi bir Ortadoğu diktatörünü ortaya çıkardı. Kısacası, zenginlik kaynağı olan petrol, birçok diğer Ortadoğu ülkesinde olduğu gibi, Irak için de demokrasi ve insan haklarından uzak bir ortam hazırlamıştı. Buradan hareketle, diktatörlükle yönetilme; iç, bölgesel ve uluslar arası savaşlara maruz kalma ve ayrıca dış kontrol dönemlerinin, Irak’ın bağımsızlıktan sonraki tarihine damgasını vurduğunu söyleyebiliriz.
Saddam Hüseyin, 1980’de İran ile müşterek olarak kullandığı Şattularap suyolu üzerindeki egemenliğini ilan etmek suretiyle, komşusu İran’la sekiz yıl sürecek olan yıkıcı bir savaşı da başlatmış oldu. Humeyni devrimiyle birlikte İran’dan artık ümidini kesen ABD ve Avrupa ise, bu kez İran’a karşı Irak’ı destekliyordu. Saddam Hüseyin, savaşta İran’ın petrol bölgelerini ele geçirmeye çalıştıysa da hesabı tutmadı. Dahası, İran’ın güneydeki Irak petrol alanlarına saldırıları ve Suriye’nin 1982’de boru hattını kapatması, Irak’ın petrol gelirlerinde âni düşüşe neden oldu. Petrol gelirleri, 1980-1983 döneminde 29 milyardan 7 milyar dolara kadar düştü. Savaşta, her iki ülkenin petrol altyapıları da büyük zarar gördü.
Saddam Hüseyin, 1988’de biten uzun ve yıkıcı savaştan sadece iki yıl sonra bu kez Kuveyt’i işgale kalkıştı. Irak’ın bu âni saldırısının çeşitli sebepleri vardı: Mevcut petrol gelirleri, alt yapı ve endüstri yatırımları yerine silahlanmaya harcanmıştı. Öte yandan, Irak’ın bölgedeki petrol üreticisi ülkelerle, özellikle Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri ile problemleri ve ayrıca bu ülkelere İran-Irak savaşı sebebiyle yüklü borcu vardı. Savaş sonrasında ülkenin ekonomik durumu oldukça istikrarsızdı. Had safhada olan para ihtiyacı ise, ancak petrol ile sağlanabilirdi. Bu nedenle -petrol fiyatlarını arttıracağı ümidiyle- 14 milyar dolar borcu bulunan ve çok miktarda petrol üreten Kuveyt’ten petrol üretimini kısmasını istedi.
Ancak bu talebi karşılık görmedi. Irak ayrıca, Kuveyt’in, sınır üzerindeki dünyanın en büyük petrol sahalarından biri olan Rumeyle bölgesinde aslında Irak’a ait petrolü çıkararak çaldığını da iddia ediyordu. Sınır anlaşmazlığı ve gerilim giderek bunalıma dönüştü ve sonuçta Irak, 2 Ağustos 1990 günü Kuveyt’i işgal etti.
I. Dünya Savaşı sonunda İngilizler, Kuveyt’i yine İngiliz mandası altında olan Irak Krallığı’ndan ayırmak suretiyle çizdikleri sınır ile, gelecekteki anlaşmazlıkların temelini de atmış oldular. Nitekim Saddam Hüseyin, 1990’da Kuveyt’i işgal ederken burasının Irak’ın bir parçası olduğunu iddia etmişti. Gerçekten de Kuveyt, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki idari taksimat içerisinde Basra’ya bağlı bir kaza idi. Fakat Saddam Hüseyin, bütün buraların o tarihlerde Osmanlı toprakları olduğunu ve Irak diye bir devletin de bulunmadığını her nedense unutmuş gözükmektedir.
Saddam Hüseyin, petrol ülkesi Kuveyt’i işgal planları yaptığı sırada, ABD elçisi, böyle bir işgal halinde ABD’nin duruma müdahale etmeyeceği mesajını vermişti. Oysa bu, Irak’ı Kuveyt’e saldırtmak için oynanan bir oyun gibiydi ve Irak diktatörü bu oyuna kolaylıkla gelerek kendisi ve ülkesi açısından felaketle sonuçlanacak bir işgale girişti. Diğer yandan, savaş esnasında Amerikan Başkanı Bush’un Dışişleri Bakanı olan Condelissa Rice da dünyanın en büyük petrol şirketlerinden ABD’li Chevron’un eski yöneticilerinden biriydi.
Kuveyt, petrol rezervleri ve üretimiyle dikkat çeken bir ülke olduğundan ABD ve Avrupa’nın buna göz yumması mümkün değildi. Şöyle ki, Kuveyt’i işgal etmesiyle Saddam Hüseyin’in dünya petrol rezervlerinin (o dönemdeki tahminlere göre) yaklaşık % 20’sini kontrol etmesi ve böylece bölge ve dünya politikalarında kilit bir rol kazanması söz konusu olabilecekti. Bu durum, ABD ve Avrupa ekonomilerinin işleyişi açısından da pek çok mahzur doğurabilirdi. Neticede, 1991 yılı Ocak ayında başlayan 1. Körfez Savaşı ile Irak ordusu, 700 petrol kuyusunu ateşe verdiği Kuveyt’ten sökülüp atıldı. Bu gelişme, petrol fiyatlarının düşmesine neden oldu.
Savaş sonrasında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin uyguladığı yaptırımlar çerçevesinde, Irak’ın petrol ihracatı durduruldu ve sadece 1995’ten itibaren savaş tazminatı ve insani ihtiyaç maddeleri için yılda 4 milyar dolarlık satış yapmasına izin verildi. Savaş öncesi Irak’ın ihracat gelirinin % 95’i petrolden karşılanıyordu. Fakat savaş sebebiyle, 1990’da üretilen 100 milyon varil petrol, 1991’de büyük bir düşüşle 13 milyon varile geriledi. Savaşın getirdiği yıkıma ilaveten Irak’ın petrol ihracatının durdurulması, petrol gelirinin yok olmasına ve ülke ekonomisinin iflasına yol açtı. Siyasi ve askeri sonuçlar da oldukça ağırdı. Irak’ın kuzey ve güneyi uçuşa yasak bölgeler haline getirilerek, ülkenin üçe bölünmesinin ilk adımları atılmış oldu. Bağdat ve civarındaki merkezin dışında, Kuzeydeki Kürt otonom bölgesi ve güneydeki Şii bölgesi ortaya çıkmış oldu. Ancak, Saddam Hüseyin hâlâ baştaydı ve devrileceği uygun zaman bekleniyordu.
Nihayet, ABD önderliğindeki koalisyon güçleri, 2003’te Irak’ı işgal ederek diktatörü baştan indirdi. Bu savaşta ABD askerlerinin öncelikli görevi, petrol kuyularının korunması idi. Hatta, ABD orduları Bağdat’a girdiği zaman, yalnızca Irak Petrol Bakanlığı binasının yağmalanmasına izin verilmemiş ve bakanlık çevresinde adeta etten duvar örülmüştü. Böylece, Irak’ta yıllarca sürecek olan işgal, kaos ve direniş dönemi de başlamış oldu. Ülkede Amerikan yönetiminin başladığı bu süreçte, BM’nin uyguladığı ambargolar kaldırıldı. Ancak, yönetimdeki istikrarsızlıktan kaynaklanan ve el-Kaide’nin başını çektiği terör saldırılarının hedeflerinden biri de petrol kuyuları oldu. Nitekim, 2005’tedünya petrol fiyatları, Irak’taki savaş ve ABD’deki Katrina kasırgası nedeniyle tavan yaptı. Irak savaşları, ABD ve Avrupa’nın petrolün bir silah olarak kendilerine karşı kullanılmasına izin vermeyeceklerini bir kez daha göstermişti.
2003 savaşı ve Amerikan işgalinden sonra ABD’li, İngiliz, Fransız, Çinli ve Rus menşeili uluslar arası petrol şirketleri, Irak petrolü için kıyasıya bir mücadeleye giriştiler. Bu mücadele sonucunda, 2009 yılında petrol anlaşmaları imzalandı. Böylece, Irak’ın zengin petrollerinin işletilmesi ve pazarlanması işi, Exxon Mobil, Chevron, BP ve Shell gibi dünya devi petrol şirketlerine verilmiş oldu. Bu şirketler, Ortadoğu petrolünün paylaşımı konusunda daha 1928 yılında aralarında gizli anlaşma yapan bir zamanların ünlü Yedi Kızkardeşi’nden başkası değildi. Bu durum, petrol emperyalizminin hâlâ devam ettiğini göstermektedir.
Amerikan güçlerinin ülkeden çekilmesiyle birlikte Irak’ın geleceği konusu, temel tartışma alanlarından biri haline gelmiştir. Yüzbinlerce insanı ölen, failimeçhuller yaşanan, tarihi eserleri bile yağmalanan, altyapısı çöken, işsizlik oranı % 70, okuma-yazma oranı ise % 50’lerde dolaşan bir ülke Irak. Bütün bunlar bir yana bırakılırsa, kuzeyde çoktandır bağımsız hareket eden bölgesel Kürt yönetimi, güneydeki Şii bölgesi ve artık iktidarın hayli uzağına düşmüş olan Diyala-Bağdat eksenindeki Sünniler, geleceği olabildiğince belirsiz olan üç parçalı Irak’ı ifade ediyor. Etnik ve mezhepsel bölünmenin eşiğine gelen ülkedeki her bir alt kimlik, Iraklılık kimliğini çoktandır unutmuş durumda. Peşpeşe yaşanan savaşların getirdiği kaotik ortam ve siyasi istikrarsızlıklar, bir “Irak baharı”ndan söz ettirecek derecede otoriter uygulamalarıyla dikkat çeken Başbakan Maliki’nin İran’ın dümen suyundan giden politikaları sayesinde daha da kötüleşmektedir. “Yeni dönemin Saddam’ı” yakıştırması yapılan Maliki’nin Sünnileri dışlayan mezhepçi politikalarının, zaten ülkenin yumuşak karnı olan Şii-Sünni çatışmasını sonu belirsiz bir noktaya getirmesi kuvvetle muhtemeldir.
Zira, ülkede Şii-Sünni çatışmasını körüklemeyi amaçlayan bombalı saldırılar hemen her gün yaşanmaktadır. Öte yandan, petrol gelirlerinin paylaşımı konusunda kuzeydeki bölgesel yönetimle yaşanan krizin, Irak’ın mevcut durumuna ciddi bir darbe daha indirmesi muhtemel gözüküyor. Bu ortamda, kendilerine aktarılması gereken % 17’lik petrol payının verilmediğini ileri süren otonom Kürt yönetimi, merkezi yönetimden bağımsız olarak, başta ABD’li Exxon Mobil, Chevron ve Rus Gazprom olmak üzere uluslar arası petrol şirketleriyle anlaşmalar yapmak suretiyle, bu konuda da bağımsız hareket edeceğini göstermiştir. Diğer yandan, Bağdat’tan yüzünü çeviren bölgesel yönetim Türkiye üzerinden petrol ihracına başlamıştır ki, bunda Türkiye’nin Maliki yönetimine karşı gösterdiği tepkinin de etkili olduğu anlaşılıyor. 2003’teki Amerikan işgaline kadar Türkmen kimliği ağır basan Kerkük ve zengin petrolü (Irak rezervlerinin % 8’i) ise, Mesut Barzani idaresindeki Kürt yönetiminin başlıca irredantası (Kürtlerin Kudüs’ü) hâline gelmiştir.
Bu noktada, ülkenin üçüncü asli unsuru olan Türkmenleri sindirmeye yönelik bombalı saldırı ve suikastların yoğunluk kazandığı yer olan Kerkük, çatışmanın tam da ortasında yer alıyor. Son dönemde, Maliki yönetiminin tartışmalı bölgeler olan Musul ve Kerkük çevresinde merkezi otoriteyi sağlama girişimi (Dicle Operasyon gücü), iki tarafı bir savaşın eşiğine getirmiş, kriz şimdilik dondurulmuştur. Bu gelişme ve yukarıda bahsettiğimiz merkezi yönetimin şiddetle karşı çıktığı kuzeyin petrol satışı konusu, Irak’ın bölünmesini biraz daha ileriye götürerek, kuzeyin bağımsızlığına giden bir süreci de başlatabilir.
2011 verilerine göre, 143 milyar varille Dünya ham petrol rezervlerinin % 8,7’sine sahip olan Irak’ta terör, istikrarsızlık ve kaos ortamı bütün şiddetiyle devam etmekte, dahası petrol zengini ülkede zaman zaman benzin sıkıntısı yaşanmaktadır. Her şeye rağmen, ABD ve batılı şirketlerin kontrolündeki petrol üretimi son yıllarda giderek artmış ve yine 2011 verilerine göre, yıllık 1 milyar 370 milyon ton’a ulaşmıştır ki, bu miktar dünya üretiminin de % 3,4’üne tekabül etmektedir. Ancak bu noktada, İngilizlerin Osmanlı toprağı olan Irak’ı işgal etmesinde önemli bir sebep olan; Irak’ın geleceğini bile ipotek altına koyan Saddam Hüseyin rejiminin semirmesini sağlamak suretiyle ABD ve batılı güçlerin işgaline ve “petrol emperyalizmi”ne gerekçe teşkil eden ve son olarak da petrol satışı konusunda kuzeydeki Kürt yönetimiyle Bağdat arasında yaşanan anlaşmazlıkta başrol oynayan petrolün, bu ülke için bir zenginlik kaynağı ya da tâlih olduğu söylenebilir mi?