Tarihi Arka Plan
Arap baharının başlangıcı üzerinden iki yıl geçti. Bu zaman zarfında Ortadoğu toplumlarının nasıl bir değişim sürecinden geçtiği değişik açılardan tartışılmaktadır. Bu tartışmaların başında kuşkusuz Şii-Sünni ilişkilerindeki değişim ve giderek şiddetini arttıran güç mücadelesi gelmektedir. Arap ayaklanmalarının, bu yönüyle, 2003 Irak ve 2009 Lübnan olaylarından sonra tırmanışa geçen “Şii-Sünni ilişkilerindeki gerilimi” daha da karmaşıklaştırdığına kuşku yok. İktidar değişimleri yaşandıkça bu rekabetin daha da keskinleşmesi bekleneceği gibi, şahit olduğumuz Suriye örneği, karamsar tabloya yeni boyutlar ekliyor.
Bilindiği gibi, Şii ve Sünni adıyla ayrışma İslam tarihinin ilk yüzyılındaki siyasi çekişmelerden doğmuştur. Siyasi düşünce farklılığından doğan ihtilaf; tarihi süreç içinde kendi dini örgüsünü ve ideolojisini oluştururken, mücadele edeceği muhaliflerini de meydana getirmiştir. İslam’ın kendi içinden çıkmış olan bu gruplar, aynı coğrafyayı paylaştıklarından, tüm çekişme ve mevzi kazanma hamlelerini birbirlerini geriletmek için yapmışlardır.
İlk defa Sıffin savaşında karşılaşan taraflar, Selçuklu-Fatımî ve Osmanlı-Safevî savaşları ile sürdürdükleri mücadeleyi bugüne kadar taşımışlar ve bir kez daha, hatta tarihte görülmemiş bir biçimde birbirlerinin kanını dökme aşamasına gelmişlerdir. Ortaya çıktığı toplumun sosyo-ekonomik ve kültürel seviyesine göre dozu/şiddeti değişen çatışma kültürü, hepimizin zihnini bulandırarak, kimi zaman büyük resmi unutturacak kadar gözümüzün önünü doldurmaktadır.
Geçmişte olduğu gibi bugün yaşanan siyasi çekişmelerde de Şii ve Sünnilerin her seferinde farklı taraflarda yer almalarını ısrarla dinî algıyla izah etmeye çalışmak ve sadece dinî taraftarlığa indirgemek sorunun “siyasî” özünü kaçırmaya yol açmaktadır. Bunun en acı sonucu olarak da “dinî taraftarlık” adına her türlü çatışmacı söylem kendine kolayca taraftar bulmaktadır. 680 yılından bu yana devam eden bu tarihsel dönüşüm, geçmişte kanlı çekişmelere neden olduğu gibi, sahip olduğu dini kabuk; bugün de “haklılık” ya da “doğrunun yanında olma” propagandası ile romantik ama aynı zamanda fanatik bir taraftarlığa dönüşmüştür.
Gerilim ve çekişme kavramları, tarihi ilişkilere genel rengini vermekle birlikte, Şii ve Sünnilerin özellikle ortak düşmanın yakın tehlike olarak ortaya çıktığı 20. yüzyılda ittifak arayışları da olmuştur. Son yüzyıl içindeki en önemli ittifak olarak, Osmanlı’nın dağılma sürecinde ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Güney Asya’daki Hilafet hareketi dikkat çekmektedir. Birçok hilafet toplantısı Şii-Sünni delegelerin ortak katılımıyla yapılmıştı. 1959 yılında Ezher Şeyhi Mahmud Şeltut’un Oniki İmam Şiiliğini beşinci meşru fıkıh ekolü olarak ilan etmesi dini yakınlaşmayı pekiştirirken, sivil düzeyde Müslüman Kardeşler hareketi Nevvab Safavi liderliğindeki Şah karşıtı güçlerle işbirliği yapmıştı.
Ancak son dönem Şii-Sünni ilişkilerini ve dengelerini belirleyici iki önemli olay kırılma noktalarını oluşturmuştur:
- 1979 İran devrimi: Devrim sadece İran’da rejimi değil, Ortadoğu’daki Şii-Sünni dengelerini de değiştirdi. Tüm İslam dünyasının Batılı hegemonyası altında olduğu bir dönemde İran’daki Şii rengi taşıyan devrim, Sünni dünyada siyasi ve kültürel düzeyde farklı, sivil düzeyde farklı etkiler oluşturdu. Ancak niteliği ne olursa olsun devrimin Şii kimliği Sünni dünyada her düzeyde (resmi/sivil) kuşku ile karşılanmaya devam etti.
- 2003 Irak’ın işgali: ABD işgali ve sonrasındaki olaylar bölgede yeni bir Şii siyasi gücü ortaya çıkardı. Bu yeni devlet, önceki İran devriminin bir devamı olarak algılandığından Şiiliğe ve İran politikalarına karşı zaten var olan güvensizliği zirveye taşıdı. Önceki İran devriminden farklı olarak Irak’ın yol açtığı etki daha çok siyasal üstünlüğün yitirilmesinde kendini gösterdi. İran devrimi zaten çoğunluğu Şii olan bir ülkede olduğu için sınırlı alanları etkilemişti. Irak’ta ise, temel sorun, yüzyılların geleneği olagelen “Sünnilerin siyasi üstünlüğü” algısının değişimini kabul edip etmeme sıkıntısıyla iç içe geçtiğinden Sünni dünyada çok daha öfkeyle karşılandı.
Şii coğrafyası
Bugün İslam dünyasının %9-13 oranında bir bölümü yani 140-180 milyonu Şii Müslümanlardan oluşmaktadır. İran, Irak, Bahreyn ve Azerbaycan; Şiilerin oransal çoğunluk oluşturduğu ülkelerdir. Afganistan, Pakistan, Lübnan, Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen’de de hatırı sayılır oranda Şii nüfus yaşamaktadır. İran’dan sonra en kalabalık Şii nüfus Pakistan’da yaşamaktadır. Her ülkede ayrı ibadethaneleri olan Şii ve Sünnilerin beraber ibadet ettiği tek yer (eğer değişmediyse) Azerbaycan’dır.
Şii mezhebinden bahsedince homojen bir dini ya da siyasi kitleden bahsedemeyiz. Şii mezhebi her ülkede farklı tarihsel evrime uğradığından, kendi içinde değişik alt ekollerden oluşmaktadır:
Oniki imam Ekolü: İran, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Bahreyn
İsmaili Ekolü: Pakistan, Afganistan ve Hindistan
Zeydi Ekolü: Yemen
Dürzi Ekolü: Suriye, Lübnan, İsrail ve Ürdün
Ülkelerin nüfuslarına oranlandığında en kalabalık Şii nüfusa sahip ülkeler:
Ülke adı Şii Oranı Şii nüfusu
İran: %90 70 milyon
Pakistan: %17-20 32 milyon
Hindistan %<1 20 milyon
Irak: %60 19 milyon
Yemen: %30-40 9 milyon
Azerbaycan: %70 9 milyon
Endonezya %<1 5 milyon
Suudi Arabistan: %15 4 milyon
Suriye: %10-13 3 milyon
Afganistan: %12 3 milyon
Lübnan: %25-30 1,2 milyon
Bahreyn: %60-65 0.9 milyon
Kuveyt: %25-30 0.6 milyon
Bu rakamlara göre İran’daki Şiiler dünyadaki tüm Şii nüfusun %40’ını, Pakistan’dakiler %15’ini, Irak’takiler % 10’unu, Hindistan’dakiler %8’ini, Yemen’dekiler %5’ini oluşturmaktadır. Şii coğrafi dağılımında ilk beşi oluşturan bu ülkeler, aynı zamanda Şii-Sünni ilişkilerinin en hararetli olduğu bölgelerin başında gelmektedir. Bu ülkelere ilave olarak, Nijerya, Tanzanya, Umman, Katar, BAE, Avrupa ülkeleri ve ABD’de hatırı sayılır bir Şii nüfus barınmaktadır.
Niteliksel olarak bakıldığında, Şii nüfus birçok ülkede orta-alt sınıf ya da fakir sınıflardan oluşmaktadır. Özellikle petrol zengini Sünni(!) Arap ülkelerindeki Şiilerin ekonomik olarak adaletsizliğe maruz kaldıklarına inanmaları, Sünnilere karşı besledikleri tarihsel öfkeye ekonomik gerekçeler eklemektedir.
Kapıdaki Tehlike
Yakın bir tehdit olarak Suriye olaylarından sonra bizlerin gündemine girse de, son 30 yıldır İslam dünyasının farklı coğrafyalarında Şii ve Sünni toplumlar arasında bir gerilim hattı zaten bulunmaktaydı. İran devriminden sonra Şiiliğin yeniden siyasal bir güç olarak yükselişi değişik dip dalgalarının yüzeye yansımasına neden olmuştur. Lübnan iç savaşı sırasında, Afganistan’daki iç çatışmalarda, Pakistan’daki çekişmelerde, Irak’taki iktidar mücadelesinde ve nihayet son olarak Suriye olaylarında dışa yansıdı. Son Irak çekişmesinde hayatını kaybedenlerin sayısı, Amerikan askerleri tarafından öldürülen sivillerden onlarca kat daha fazladır. Yaralananlar, sakat kalanlar, yakılan camiler, mezarlıklar, kültür merkezleri ve harap olan yerleşim yerleri bugün bile bu kanlı hesaplaşmanın işaretleri olarak durmaktadır. Irak’ta sadece kentler değil, bir kentin içindeki mahalle ve sokaklar bile artık Şii-Sünni ayrımı ile birbirinden kopmuştur.
Bugün Şii-Sünni ilişkilerinin evrildiği yönü ve çözüm odaklarını anlamak için, çalışma yapılacak üç farklı düzlemi iyi analiz etmek gerekmektedir.
Dini Faktör olarak Şii-Sünni İlişkileri
Tarihsel süreç, İslam’ın ilk yüzyılındaki siyasi çekişmeyi sonraki dönemde dinin farklı yorumları haline getirmiştir. Bu nedenle gelmiş olduğu aşama itibariyle ihtilaf “mezhepler arası” olmaktan çıkmış adeta “dinler arası” probleme dönüşmüştür. Bununla birlikte yaşanan gerilim sürecinin tarihsel bağlantılarına yapılan her referans Müslümanlar arasında birbirine “yabancılaştırıcı” etkiyi pekiştirmektedir. Bu nedenle bugünkü siyasi çekişmede dini çağrışımlara sürekli atıflar yapmak ve farklılıkları hatırlatmak bu tarihi öfkeyi canlı tutmaktan başka bir işe yaramamaktadır. İki tarafın uç yorumları tarafından sürekli beslenen ve sinir uçlarını harekete geçiren bu referanslar birbirinden “Nefret ettirici” boyutlara geldiği noktada kanlı olaylara dönüşmektedir. Bu nedenle kimi tarafların dini referansla yaptıkları çıkışlar, çözüm üretmekten çok taraftar kazanmayı ve karşı tarafın taraftar kitlesini azaltmayı hedef almaktadır. Tüm bu dini argümanların havada uçuşması, “dini fedakarlık” ideali ile birleşince rasyonellikten kopmakta ve kendi “kutsal dünyası”na tehdit oluşturan tüm heretiklerle (sapkınlarla) çatıştırmayı kutsal hale getirmektedir. Kuşkusuz yüzyıllara dayanan Şii-Sünni çekişmesini çözmek, bugün için, hayalden başka bir şey değil. Ama sorunu dini olarak tahammül edilebilir boyutlara indirmek ve fitne aracı olmaktan çıkarmak mümkündür.
Sorunun dini temellerine aşırı referanslar yapmaktan uzaklaşmak, tarafların bir yanda Şii yayılmacılığı öbür yanda Amerikan uşaklığı ya da vahhabi yayılmacılığı olarak ifade ettikleri ve çoğu zaman çatışmaya zemin hazırlamak için kullandıkları argümanların varlığını inkar etmek anlamına gelmiyor. Ama olayı bu düzlemde tutmak ve her ekolün yanlışları üzerinden işe başlamak Müslümanları çözümden uzaklaştırmıştır. Bir mezhebin yayılmasını tehlike olarak görme anlayışı ile işe başlamak baştan zemini kayganlaştırmaktadır.
Şii-Sünni çekişmesini illa da dini bir düzlemde tartışacak isek, fıkhi doğrular yada yanlışlar yerine daha üst değerler olan yaşam hakkı (“haksız yere bir cana kıymama”), farklı meşru düşüncelere hoşgörü (“Müminlere karşı merhametli kafire karşı azametli”) gibi ilkeler üzerine inşa etmek daha yapıcı olacaktır. Karşı tarafın da Müslüman olduğunu her an akılda tutmak, her iki taraf için de empati kurmayı kolaylaştıracaktır. Tekfirciliğe görünüşte karşı olan birçok kişinin aslında bilinç altında Şiiliği yada Sünniliği mahkum ederken “onların Müslümanlığının çok zayıf olduğu ya da hiç Müslüman olmadıkları” düşüncesinden beslendikleri acı bir gerçektir.
Jeopolitik araç olarak Şii-Sünni İlişkileri
Özü itibariyle politik bir ihtilafa dayanan Şii-Sünni çekişmesi aslında bugün dahi bu özünü korumaktadır. Ortadoğu’da yaşanan tüm politik süreç dini argümanların bol bol kullanılmasına rağmen, özünde siyasi çekişme olması gerçeğini değiştirmiyor. Bu dini argümanı İran’ın kullanması ile Suudi Arabistan’ın kullanması arasında sadece Farsça ile Arapça arasındaki fark bulunuyor. Şiilere duyduğu öfkenin onda birini ABD askerlerine karşı hissetmeyen Suudi rejimi ne kadar Sünni değerlere bağlı ise, öldürdükleri onlarca sivile rağmen Suriye, Rusya ve Ermenistan gibi ülkelerle müttefik olmaktan kaçınmayan İran da Hz. Ali’nin geleneği iddiasındaki Şii değerlere o kadar bağlıdır.
Siyasi amaçlar söz konusu olduğunda mezhep “araçsallaşmaktadır”. Mezhebin dış politikadaki belirleyiciliği sınırlı olmanın ötesinde kimi yerde sadece söz konusu politikayı meşrulaştırmaktan ibarettir. Bugün İran’ın her dış politika hamlesi nasıl ki Şiiliğin yayılması değilse, Amerikan askerlerini topraklarında ağırlamak ya da İran düşmanlığı yapmak da Sünni politika değildir. Veya bu iki politikanın haklı yanlarına sığınarak sözcülüğünü yapmak da tek başına hakkı savunma anlamına gelmemektedir.
Bugün Şii-Sünni geriliminin oluşturulmasında sıklıkla kullanılan en önemli argüman İran’dan Güney Lübnan’a uzanan bir Şii ekseninin ortaya çıktığı ve bu eksenin Sünni dünyayı ikiye böldüğü düşüncesidir. Öncelikle, her jeopolitik gerçeklik gibi iyi yada kötü yorumlara açık olan bu hakikat, bugün ortaya çıkmış değildir. Tarihsel olarak geleneksel Şii bölgeleri oldukları yerde hep var olageldiler. İran’ın siyasi olarak yükselişi o hattı Sünni dünya için tehlikeli hale getirmedi. En fazla söylenecek söz; politik motivasyon kazandırdı, demektir ki, bu politik motivasyonu avantaja dönüştürmek de yine bölge liderlerinin elindeydi. Üstelik bu hattın gösterilmeye çalışıldığı gibi öcü olmadığı gerçeği bir yana, dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan her Şii birey kendini İran’dan emir almaya mecbur hissettiğini düşünmek ve bu Şii eksenin gönüllü fedaileri olduğunu zannetmek ayrı bir acemilik olacaktır. Şii dünyanın kendi içindeki ihtilaflar kimi yerlerde Sünnilerle yaşadıklarından daha fazladır. O yüzden her olayda ortak hareket eden homojen bir topluluk olmadığı gibi, homojen bir hat da söz konusu değildir. “Var olan bu Şii kuşak Sünni dünyayı bölmekte midir?” sorusu yanlış sorulmuş kasıtlı bir sorudur. Bu hayali hat hangi Sünni dünyayı bölmektedir? Türkiye ile Ürdün’ü mü, ya da Lübnan’la Suudi Arabistan’ı mı? Gerçekten bireysel mensubiyet dışında, bölünme tehlikesi yaşayan birlik beraberlik içinde böyle bir Sünni dünya var mı?
İşin özüne bakıldığında Ortadoğu’da çıkarları birbiriyle çelişen ülkeler bulunmaktadır. Her ülke kendi politikalarını uygulayacak etnik unsurları kullanmaktadır.
Bugün Ortadoğu bölgesinde tüm politikaları belirleyen üç tane ana politik eksen bulunmaktadır.
Bu eksenlerden birini “statüko cephesi” diyebileceğimiz ülkeler grubu oluşturmaktadır. Genellikle Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin başını çektiği bu gruba ABD ve Avrupa dışarıdan destek vermektedir. Grubun temel hedefi, bölgedeki siyasi ve stratejik güç dengelerinde köklü bir değişimi önlemektir. Yani statükoya yapılan her hamle bu grubun düşmanıdır. Bu gruptaki ülkelerin her biri statükonun devamından aynı şeyi anlamasa da, bugün İran bu hamleyi yaptığı için düşmandır, Hamas bu hamleyi yaptığı için düşmandır, Mısır’daki göstericiler bu hamleyi yaptığı için düşmandır vs.
İkinci eksende “değişim cephesi” olarak isimlendirilebilecek ülkeler grubu bulunmaktadır. İran ve Suriye’nin başını çektiği bu gruba Rusya ve Çin dışarıdan destek vermektedir. Şii cephe olarak suçlanan bu yapının temel hedefi bölgedeki güç dengesini ve stratejik yapıyı kendi çıkarları lehine değiştirmektir. Bu cephe ülkeleri de her biri değişimden farklı şeyler anlamakla birlikte, kendi revizyon politikalarına aykırı her çıkışı “Amerikan uşağı işbirlikçiler” olarak lanse etme eğilimindedir.
Üçüncü eksende ise “denge cephesi” yer almaktadır. Türkiye ve Ürdün gibi bölge ülkeleri, önceki iki grubun güç çekişmesi arasında bir denge siyaseti takip ederek, ne statükoyu tam sahiplenmekte ne de değişim cephesinin istediği köklü değişikliklere tahammül göstermektedir. Bu grubun temel kaygısı, yaşanan kapışmada kendi çıkarlarını korumaktan ibarettir. Ortalarda bir yerlerde duruyor görünmeleri veya denge kurmaya çalışmaları bu ülkeleri tarafsız yapmaya yetmemektedir.
Böylesi bir jeopolitik sahada Şiilik ya da Sünniliğin belirleyicilik düzeyini olduğundan daha fazla abartmak çok da yarar getirmeyecektir. Statüko cephesinin derdi Sünniliği korumak olmadığı gibi, revizyonist cephenin tüm ittifak değerlerini Şiilik oluşturmamaktadır. Denge ülkelerinin bağımsız görünen her politikası, önceki iki cephenin çıkarlarına hizmet etmekten kurtarmaya yetmemektedir.
Emperyalist proje olarak Şii-Sünni gerilimi
Şii-Sünni ilişkilerinde çoğu zaman günlük fıkhi tartışmalara kurban giden çok önemli nokta, bu ihtilafın Müslümanların düşmanlarınca büyütülmeye çalıştığı gerçeğidir. Son 10 yıldaki bütün Şii-Sünni çatışmalarına bakıldığında, İran hariç Şii-Sünni çatışmasının yaşandığı Afganistan, Pakistan, Yemen, Bahreyn, Irak, Lübnan gibi ülkelerin tamamı ya doğrudan doğruya yabancı işgali altında olan ya da Batılıların önemli askeri üslerine (ve çıkarlarına) ev sahipliği yapan ülkelerden oluşmaktadır.
Sovyet sonrası dönemde kendi uluslar arası müdahalelerine meşruiyet zemini arayan Batılı ülkeler, açıkça itiraf edilsin veya edilmesin, yükselen İslam’ı bir tehdit olarak görmüşlerdi. Bunu “Medeniyetler arası Çatışma” teziyle teorikleştiren ve stratejik yol haritasını çizenler 2000 yılındaki gelişmelerden sonra Ortadoğu’daki olayların kağıtta planlandığı gibi gitmediğini gördüler.
1990’lar boyunca Filistin’deki haksızlıklar, Irak’a uygulanan ambargo, Afganistan’ın bombalanması gibi gelişmeler bölge halklarında Batı karşıtı yeni bir dalgayı yükseltirken, sonrasında İntifada’nın başlaması, Hizbullah’ın İsrail’i çekilmeye zorlayan Lübnan’daki galibiyeti gibi gelişmeler bütünü, Batı’nın (ve uzantısı İsrail’in) hayati çıkarlarını yakın tehdit menziline soktu. İran’ın bu süre içinde kendi aleyhine olan statükoyu değiştirmek için yaptığı hamleler ve direniş güçlerine verdiği destek eş zamanlı olarak Tahran yönetimine manevra alanı kazandırmıştı.
Bu yönüyle Irak’ın ABD tarafından işgali Batılıların yaşadığı stratejik daralmayı durdurmak için yaptıkları bir hamle olsa da, 2005 yılından sonra bu koz da zayıflamaya başladı. Şii (Sadr) ve Sünni direniş güçlerinin Amerikan askerlerini geriletmeye başlaması buradaki zemini de kayganlaştırmıştı. Ne Irak, ne Afganistan ve ne de Lübnan’da hesaplar tutmayınca bölge içi dinamiklerin birbirine karşı kışkırtılması süreci başladı. Bölgede birbirine karşı kullanılabilecek iki kart bulunmaktadır: farklı etnik yapılar yada farklı mezhepler. Ortadoğu’nun o günkü politik gerçekliğine daha uygun olan mezhebi gerilim çıkarmak daha pratik sonuçlar getirebilirdi. Bu nedenle istihbarat örgütleri bu yönü kaşımaya başladılar. Amerika’nın sıkı kontrolü altındaki el-Askeri türbelerinin havaya uçurulması Şii-Sünni çatışmasının fitilini ateşlerken, Lübnan’da başbakan Refik Hariri’nin suikastla öldürülmesi benzer bir suçlama dalgasını ve Şii-Sünni cepheleşmesini derinleştirdi.
“Medeniyet İçi Çatışma” diye kavramsallaştırılabilecek olan bu süreç, kanlı çatışmaların gölgesi altında domino etkisi yaparak İslam dünyasının diğer bölgelerindeki Şii-Sünni ilişkilerini de sarsmaya ve güvensizlik duvarlarını hızla yükseltmeye başladı.
Gelinen aşamaya bakılınca, 10 yıl öncesinde yükselen direniş dalgası ile bugün Şii-Sünni kapanına hapsolmuş mücadele odaklarının hali büyük bir tezat oluşturmaktadır. Bu derinleşmenin boyutlarını görmek için öncelikle, Şii-Sünni ortak yaşamı olan ülkelere yakından bakıp Şii-Sünni dengelerini anlamakta yarar vardır.