Şii-Sünni İlişkileri ve Türkiye
Türkiye’nin tüm bu yaşanan süreçte ne gibi bir rol oynayabileceği sorunu kuşkusuz hükümetin İslami kimliğinden öte, bölgesel ve uluslararası angajmanlarıyla da yakından ilgili görünmektedir.
Başlangıçta idealist bir dış politika takip eden AK Parti hükümeti, oluşan kısa dönemli bahar havasında tüm Müslüman komşularıyla sorunlarını minimuma indirmeyi başarmıştır. Artan siyasi ve ekonomik ilişkiler geleceğe dönük büyük umutlar vermiş, Irak’la ve Suriye ile ortak kabine toplantıları dahi yapılmıştır. Ancak, geçmişin parlak günleri fazla uzun sürmedi. Türkiye’nin bölge sorunlarına yönelik her hamlesi, tarihsel çekişme noktalarını ve refleksleri gün yüzüne çıkardı.
Türkiye’nin Sünni İslami bir proje olarak yükselişi, bölgedeki halkı Sünni Arap rejimleri tarafından büyük bir kazanım olarak görülmüştür. Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal olarak güçlü bir Sünni kimliğe sahip olması, söz konusu ülkelere yıllardır İran karşısında yaşadıkları ezikliği telafi edecek bir fırsat sunmuştu. Bu nedenle Suudi Arabistan başta olmak üzere tüm Ortadoğu ülkelerinde, en azından sivil düzeyde, Türkiye yanlısı bir hava hakim olmaya başladı.
Ancak resmin öbür parçasında Türkiye’nin yükselişini bir yanda kendi bölgesel nüfuzu için bir “risk” ama aynı zamanda oturup konuşacağı muhafazakar bir hükümet olmasından dolayı “fırsat” olarak gören İran’ın çekimser yaklaşımı durmaktaydı. Irak’taki etnik ve mezhebi çatışmalarla biraz gerilse bile, son NATO füze krizine kadar olumlu getirilen ilişkilerin rengi son 2 yıldır ciddi anlamda sarsılmaya başladı. İsrail’in Temmuz saldırıları sonrasında Lübnan’a konuşlandırılacak barış gücüne Türkiye’nin destek vermesi bir an için Ortadoğu’nun batı ucunda da tansiyonu yükseltmiş ama iki tarafın birbirini kışkırtmaktan kaçınan yaklaşımı dengeyi korumuştu. Ortadoğu’daki yeni değişim sürecinde farklı politik argümanlar taşıyan iki tarafın Suriye olaylarındaki farklı yaklaşımları asıl kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır.
İran için en önemli müttefiğini kaybetmek anlamına gelen Suriye’de rejim değişikliği Türkiye için de belirsiz bir geleceğe yatırım yapmakla eş anlamlı. Türkiye’nin Suriye konusunda atacağı her adım, Ortadoğu’nun geleceğinde kendisi için muhalif bir taraf oluşturacaktır. Suriye’deki rejimin ayakta kalmasına göz yumması, kendisine güvenen geniş kitleleri gücendirecektir. Esad’ın gidişi için haddinden fazla gayretkeş olması, sadece İran’ı karşısına almakla kalmayacak aynı zamanda yaptığı bu iş Sünniliğe mal edileceği için Şii-Sünni çekişmesinin aktif taraflarından biri haline gelecektir.
Esad’ı ikna edebileceğine güveninden dolayı başlarda orta yollu çözüme eğilimli olan Türkiye, süreç içinde ikinci seçeneğe doğru kaymış ve barışçı çözümden umudunu kesmiştir. Türkiye’nin bu aşamada çözümü yine Suriye içinde tutma yönünde adımları benimsemesi, uzun vadede olası bir dış müdahale sebebiyle yaşanacak sivil kayıplardan ve Batıyla işbirliğinden dolayı uğrayacağı eleştirileri minimuma indirebilir.
Türkiye’nin Suriye siyasi muhalefetine ve mültecilerine kucak açmakla birlikte silahlı seçeneği açıktan destekte çekingenlik göstermesi hala İran ve Irak’ın kendi istikrarına yönelik tehditlerinden ve Şii politikalarından çekindiğini gösteriyor. İran ve Irak’la ilişkileri daha fazla germek sadece PKK terörünü değil farklı mezhebi kışkırtmaları da ateşleyebilir. Bu tereddüt, Suriye’deki muhalefetin işini zorlaştıran bir etki yaratsa da, en azından ekonomik olarak koruma ihtiyacı hissettiği İran’la ilişkilerini muhafaza etmesine yarıyor.
Türkiye’deki hükümetin olaylara Sünnilik penceresinden bakmamakla birlikte, bundan tamamen soyutlandığı da söylenemez. Kendisini Ortadoğu’daki Sünni halk ve rejimlerin doğal müttefiki olarak gören Türkiye hükümeti, istikrar adına ürkek görünse de, temel mantalite olarak Sünni tezlere yakın durma ihtiyacı hissetmektedir. Ortadoğu bölgesinin 10 yıl öncesine göre çok daha polarize olduğu kesin. Bu kutuplaşmada Türkiye’nin uzun süre tarafsız kalması mümkün görünmemektedir. Ortadoğu’nun geleceğinde büyük ihtimalle kaybeden taraf olarak görünen İran-Suriye denkleminin yanında fazla görünmek Türkiye’nin işine gelmiyor.
Türkiye’yi İslam ülkeleri ile ilişkilerde örnek gösteren Amerikan yönetiminin, “Model Ortaklık” ilanı Batı bloğunun Ankara’dan beklentilerini de yansıtmaktadır. Türkiye, İslami kimliğine rağmen bu kadar övgüyü hak ettiğine göre İran’dan farklı bir şeyler yapmalıdır. Burada Türkiye’nin uluslar arası angajmanları gündeme gelmektedir. Türkiye, her ne kadar kendi ölçeğinde başarılı bir örnek olup yeni oluşan Ortadoğu demokrasilerine(!) model oluştursa da, stratejik dengelerin belirleyiciliği ağır basmaktadır.
Türkiye İslam ülkesi olduğu kadar NATO üyesi bir ülkedir. NATO’nun düşman tasnifinde İran ve onun şahsında benzer idealler güden her ülke (ve grup) hedef durumundadır. Adına ılımlı İslami rejimler diyelim ya da İslamcı grupların demokrasi sürecine entegrasyonu diyelim, sonuçta Ortadoğu’nun geleceği “ılımlı” akımların yükselişinden yana görünüyor.
Türkiye’nin ılımlı yapısı, Ortadoğu’ya yönelik Batı dayatmalarında onu popüler yapsa da, uzun vadede Ankara’yı hayati tercihler yapmak zorunda bırakacaktır. Suriye olayları sırasında Türkiye’nin görüşleri Batılı ülkelerinki ile yakın görünmektedir. Ancak İran, İsrail, askeri üsler, petrol güvenliği, demokrasi gibi hayati başlıklarda derin bir ayrılık bulunmaktadır. Burada Türkiye kendisine biçilen ılımlılık rolüne ve Batı müttefiki rolüne uygun bir siyaset güderse bölgesel güç olacaktır. Ama tersi bir siyaset uygulayacaksa, Batı ile Ortadoğu ülkeleri arasında yaşadığı parlak model rolü bitecektir.
Batılılar bugün Ortadoğu’da İslami modellerin çarpışmasından yeni bir sentez oluşturmaya çalışmaktadır. Bu modellerden birini, en azından Mısır’da yeni bir tanesi üretilene kadar, Türkiye temsil etmektedir. Türkiye, 1950’lerde Adnan Menderes’in, 1980’lerde Turgut Özal’ın uyguladığı muhafazakar ama aynı zamanda “rafine edilmiş Batıcı” politikaların güncel bir versiyonu ile karşı karşıyadır. Burada karar verilmesi gereken unsurlardan biri, Batılı ittifakın edilgen bir uç karakolu mu yoksa sıkı pazarlıklı bir partneri mi olunacak. Bunların ikisi de olmayacaksa, tıpkı Erbakan’ın 1990’larda yapmaya çalıştığı gibi adı İslam olan ülkelerden alternatif bir güç bloğu (D-8) oluşturmayı deneyip yeni bir bağlantısız politika mı çıkaracak yoksa hali hazırdaki gruplardan birine entegre olup günü kurtaran kısa vadeli manevralarla mı uğraşacak.
Minimum düzeyde Türkiye’nin yapabileceği çok çeşitli seçenekler olabilir ama makro düzeyde çok fazla seçeneği bulunmamaktadır. Günümüzün güç dengeleri içinde kendi konumuna ve gücüne en uygun seçeneği bulması kolay değildir.