7 Ekim 2023’te meydana gelen El Aksa Tufanı Olayı sonrasında Orta Doğu, kapsamlı bir dönüşüm sürecine girmiş ve bölgede yeni bir jeopolitik düzen şekillenmiştir. Bu yeni düzen, 2011’de başlayan Arap Baharı (Arap İsyanları) süreci ve Esad rejiminin zayıflamasıyla doğrudan ilişkilidir (Fidana, 2025). Söz konusu gelişmeler, Orta Doğu’daki güç dengelerini köklü biçimde değiştirmiştir. Bu süreçte Rusya, İran, İran’ın vekil aktörleri (Hizbullah, Haşdi Şabi) ve Hamas göreceli güç kaybına uğrarken; ABD, İsrail, Türkiye ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) bölgede etkisini artıran aktörler olarak öne çıkmıştır.
Bu çalışma, ABD, Türkiye, İsrail ve SDG arasındaki ilişkileri, tarafların stratejik öncelikleri ve farklılıkları çerçevesinde incelemekte; bu farklılıkların Suriye bağlamındaki olası yansımalarını analiz etmektedir. Ayrıca, mevcut eğilimler doğrultusunda geleceğe yönelik çıkarımlar yapılmakta ve politika önerileri sunulmaktadır. Çalışmanın temel tezi, ABD, İsrail ve SDG’nin Suriye’deki stratejik hedeflerinin, Türkiye’nin Suriye politikasındaki önceliklerle uyumlu bir zeminde buluşmasının mümkün olmadığı yönündedir.
Esad Sonrası İsrail, Türkiye, ABD ve SDG’nin Suriye Stratejisi
7 Ekim 2023’te gerçekleşen El Aksa Tufanı Olayı sonrasında İsrail, İran’ı ve onun vekil güçlerini hedef alan kapsamlı bir askeri operasyon süreci başlatmıştır. Bu operasyonlar sonucunda İran ve vekil unsurlarının zayıflaması, dış destekle varlığını sürdüren Esad rejimini savunmasız bırakmış; rejim, Suriye muhalefetinin yürüttüğü askeri harekât neticesinde çöküş sürecine girmiştir (Kardaş, 2025, s. 32). Esad rejiminin yıkılmasıyla birlikte, İran ile vekil güçleri arasındaki bağların kopması bölgedeki güç dengelerini derinden etkilemiştir (Aleaziz, 2011). Ortaya çıkan bu güç boşluğunu doldurma arayışına giren İsrail, Güney Suriye’yi işgal etmiş, hava saldırılarıyla Suriye’nin askeri altyapısını büyük ölçüde tahrip etmiştir. Ayrıca, Yinon Planı doğrultusunda, Suriye’deki etnik ve dini azınlıkların kendi devletlerini kurmalarını destekleyerek ülkenin parçalanmasını teşvik eden bir strateji izlemektedir (Matoi, 2024). İsrail’in bu revizyonist ve saldırgan politikaları, kaçınılmaz olarak Türkiye ile karşı karşıya gelmesine yol açmıştır.
Esad rejiminin çöküşünün ardından, Türkiye, hem siyasi hem de toplumsal düzeyde Suriye’de meşruiyeti en yüksek dış aktör konumuna yükselmiştir (Blanchard, 2025). Türkiye’nin Suriye politikasının temelini, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması ilkesi oluşturmaktadır. Bu ilke, Suriye Geçici Hükümeti ve lideri Tarık el-Şara’nın vizyonuyla da uyumluluk göstermektedir. Dolayısıyla, Türkiye ile Suriye Geçici Hükümeti’nin politik hedefleri, İsrail’in parçalanmaya dayalı stratejisiyle doğrudan çatışma halindedir (Kardaş, 2025, s. 33). Bu bağlamda, İsrail’in saldırgan politikalarına karşı bölgede en önemli denge ve direnç unsuru Türkiye olarak öne çıkmaktadır (Rakipoğlu, 2025).
ABD ise Suriye’deki askeri varlığını ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile kurduğu iş birliğini, başlangıçta üç gerekçeye dayandırmıştır: (1) Esad rejimine karşı mücadele, (2) DEAŞ’a karşı savaş ve (3) İran’ın bölgedeki etkisini sınırlandırma hedefi. Ancak Aralık 2024 itibarıyla Esad rejiminin çökmesi, DEAŞ tehdidinin büyük ölçüde ortadan kalkması ve İran’ın Suriye’deki nüfuzunun zayıflamasıyla, ABD’nin bu iş birliğini meşrulaştıran argümanları geçerliliğini yitirmiştir. Buna rağmen, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM), Suriye’den çekilmeyeceklerini ve aksine askeri varlıklarını güçlendireceklerini açıklamıştır. Bölge uzmanları bu açıklamayı, Türkiye’ye yönelik olası bir askeri operasyonu caydırma mesajı olarak değerlendirmektedir (Stepansky, 2025).
ABD Başkanı Donald Trump, ilk başkanlık döneminde Suriye’den asker çekme girişiminde bulunmuş, ancak askeri bürokrasinin direnci nedeniyle bu hedefini gerçekleştirememiştir (Korkmaz, 2022, ss. 322–323). Trump’ın ikinci döneminde de benzer bir dirençle karşılaştığı, hatta Dışişleri Bakanı Marco Rubio gibi kabine üyelerinin de çekilme politikasına karşı tavır aldığı görülmüştür (Erkmen, 2025).
ABD ordusu, SDG ile kurduğu ittifakı sürdürmeyi stratejik açıdan işlevsel bulmaktadır. Bu iş birliği, ABD’ye asgari askeri varlıkla (yaklaşık 2.000 asker) azami bölgesel etki alanı oluşturma imkânı sağlamaktadır. Nitekim ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi James Jeffrey, bu yaklaşımı “Kara kuvvetlerine ihtiyacımız var; bunların illa Amerikalı olması gerekmiyor.” ifadesiyle özetlemiştir (Humud ve Blanchard, 2022, s. 29).
ABD’nin SDG’den vazgeçme olasılığı düşük görünmektedir; zira SDG’nin varlığını sürdürebilmesi, büyük ölçüde ABD desteğine bağımlıdır (Barkey, 2024). Bu durum, Washington açısından SDG’yi bağımlı, kontrol edilebilir ve maliyet etkin bir ortak haline getirmektedir. Buna karşın, Türkiye gibi bağımsız politika izleyen bölgesel bir aktörle asimetrik bir bağımlılık ilişkisi kurmak ABD açısından mümkün değildir. Bu fark, ABD’nin stratejik tercihlerinde SDG lehine bir eğilimin sürmesini sağlamaktadır.
ABD ile Türkiye arasındaki bir diğer temel anlaşmazlık noktası ise, SDG’nin Suriye’de adem-i merkeziyetçi bir yönetim modelini savunmasıdır. Bu talep, Türkiye ve Suriye Geçici Hükümeti’nin ülkenin toprak bütünlüğünü merkeze alan vizyonu ile çelişmektedir. Türkiye, devlet otoritesinin henüz tam anlamıyla kurumsallaşmadığı Suriye gibi ülkelerde adem-i merkeziyetçi sistemlerin ülkenin fiilen bölünmesine zemin hazırlayacağı görüşündedir (Fidan, 2025).
Çatışan Stratejiler: Türkiye Karşısında İsrail, ABD, SDG
ABD, Suriye’de en etkili dış aktör konumunda olup, bölgede Türkiye, İsrail ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çeşitli düzeylerde ittifak ilişkileri yürütmektedir. Ancak bu üç aktörü ortak bir stratejik çerçevede birleştirmek, ABD açısından ciddi bir politika ikilemi doğurmaktadır. Zira, ABD’nin Suriye stratejisi ile Türkiye’nin bölgesel öncelikleri önemli ölçüde farklılaşmaktadır.
ABD’nin geleneksel Orta Doğu politikasının temelinde İsrail’in güvenliğini sağlama hedefi bulunduğu göz önünde bulundurulduğunda, Washington yönetiminin Suriye’de İsrail’in çıkarlarına yakın bir tutum benimsemesi beklenen bir durumdur. Bu bağlamda, ABD’nin Suriye politikasının İsrail’in güvenlik stratejileriyle uyumlu ilerlemesi, Türkiye ile ilişkilerde stratejik bir gerilim alanı yaratmaktadır.
Ayrıca, hem NATO içinde hem de ABD iç siyasetinde, Türkiye’ye yönelik kuşkulu ve eleştirel bir bakış açısına sahip etkili çevrelerin varlığı, ikili ilişkilerin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Buna paralel olarak, Türkiye’de Batı yanlısı elitlerin siyasal etkisinin zayıflaması ve Gazze Soykırımı sürecinde ABD’nin İsrail yanlısı ve soykırımı meşrulaştıran tutumunun Ankara’da derin bir güvensizlik yarattığı görülmektedir. Bu koşullar, iki ülke arasındaki ilişkilerin önceki dönemlerdeki yakınlık düzeyine ulaşmasını engellemektedir.
Nitekim ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’in Türkiye’yi “sözde müttefik” olarak nitelendirmesi, ilişkilerdeki yapısal sorunların ve güven krizinin sembolik bir göstergesi olarak değerlendirilebilir (Abrami, 2025).
Türkiye ile ABD, İsrail ve SDG İlişkilerinin Geleceği
Cumhur İttifakı ortağı Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, ABD–İsrail–SDG ittifakını “Üçlü Şer Ekseni” olarak nitelendirmesi, Türkiye kamuoyunun bir kesimi tarafından taktiksel bir söylem hamlesi olarak değerlendirilmiştir (BBC News Türkçe, 2025). Ancak bu çalışmada ortaya konulan analizler, Türkiye ile anılan üç aktör arasında Suriye meselesine ilişkin bir uzlaşma zemininin oluşma olasılığının son derece düşük olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, Bahçeli’nin açıklaması, mevcut jeopolitik gerçekliğin siyasal söylem düzlemindeki bir yansıması olarak değerlendirilebilir.
Türkiye, Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulması ve SDG kontrolünde özerk bir yapılanmanın ortaya çıkmasını, ulusal güvenliğine yönelik doğrudan bir tehdit olarak görmektedir. Bu konuların çözümüne ilişkin olarak ABD’nin olumsuz ve sınırlayıcı tutumu, Türkiye’yi yeni bir denge politikası geliştirmeye ve uluslararası sistemdeki diğer aktörlerle stratejik iş birlikleri kurmaya yöneltmektedir.
Günümüzde uluslararası sistemin çok kutuplu bir yapıya evrildiği dikkate alındığında, Türkiye bu dönüşümü dikkatle izlemekte ve bağımsız, otonom bir dış politika oluşturma yönünde adımlar atmaktadır. Suriye’de ortaya çıkan yeni jeopolitik konjonktür, Türkiye’nin çok yönlü dış politika arayışlarını hızlandıran bir faktör olarak öne çıkmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye’nin, askeri ve ekonomik kapasitesi yüksek küresel aktörler olan Çin ve Rusya ile yeni stratejik iş birlikleri geliştirmesi önem arz etmektedir. Ayrıca, askeri potansiyeli güçlü ve dinsel-toplumsal kimlik açısından Türkiye’ye yakın bir ülke olan Pakistan ile savunma alanında daha organik ilişkiler kurulması da stratejik bir gereklilik olarak değerlendirilebilir.
Her ne kadar Batı eksenli dış politika geleneği ve NATO üyeliği Türkiye açısından hayati öneme sahip olmaya devam etse de, Batı’nın Türkiye ve Orta Doğu’ya yönelik planları karşısında Ankara’nın dikkatli, öngörülü ve esnek stratejiler üretmesi zorunludur. Nitekim, Suriye’deki güncel gelişmeler Türkiye’nin ulusal güvenliği ve bekası açısından kritik riskler barındırmaktadır. Bu bağlamda, ABD–İsrail–SDG üçlüsünün, hem siyasi hem de askeri hedefleri itibarıyla Türkiye’nin karşısında konumlanmış bir blok oluşturduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir..