Türkiye’nin nükleer enerji deneyiminden çıkarılacak birkaç önemli ders bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi sivil nükleer güç santralleri ve nükleer silahlanma projeleri arasında var olduğu düşünülen ilişkinin bir sonucu olarak Türkiye’nin bu sivil nükleer altyapıları ileride olası bir nükleer silah programı bağlamında kullanabileceği korkusunun Türkiye’nin nükleer yolculuğundaki önemli fakat az irdelenen engellerden bir tanesi olmasıdır. Bu çalışmada amaçlanan bu endişenin nedenlerinin özetlenmesinden sonra, bunun Türkiye’nin mevcut projeleri için yersiz ve gereksiz olduğuna vurgu yapmak olacaktır. Hiç kuşkusuz nükleer enerji ve nükleer güç santralleri çevre, siyasal ve ekonomik rasyonalite gibi birtakım başka bağlamlarda da tartışılmalıdır ve Türkiye’nin nükleer güç projeleri de bu bağlamlarda ciddi şekilde gündem olmaktadır. Fakat bu yazının amacı yer ve imkanlar dahilinde özellikle Batılı çevrelerce dile getirilen Türkiye’nin olası nükleer silahlanmaya yönelimi endişesi üzerine yoğunlaşmaktır.
Sivil Nükleer Enerji ve Nükleer Silahlanma İlişkisi
Teknik ve teorik düzeyde bir nükleer silah programı ve sivil nükleer enerji programı arasındaki fark son derece zayıftır. Bunun en önemli nedeni bir sivil nükleer enerji programı için gerekli olan nükleer yakıtın üretilmesi teknolojisinin bir nükleer silah programı için de kullanılabilecek olmasıdır. Teoride eğer bir ülke sivil bir nükleer enerji santrali için gerekli yakıtı üretebilecek teknolojiye sahipse (uranyum zenginleştirme ya da plütonyum ayrıştırma) nükleer silaha giden yolun önemli bir kısmını kat etmiş sayılmaktadır. Nükleer silah için geriye kalan diğer teknolojik, ekonomik ve politik unsurlar görece daha kısa sürede çözümlenebilecek olgular olarak görülmektedir. Bu tip ülkelere literatürde potansiyel nükleer güç (latent nuclear power) adlandırması yapılmaktadır. Bu ülkelerin nükleer silah üretme kararı aldıklarında görece kısa sürede bu silahları üretebilecekleri varsayılır. Aslında bu bağlamda hemen hemen bütün gelişmiş ülkeler bu kategoride yer alan ülkelerdir.
Türkiye herhangi bir nükleer güç santraline sahip olmadığı halde dahi, sadece bir takım teknolojik unsurlara yoğunlaşan kimi potansiyel nükleer güç tanımlamaları ve indeksleri yapan çalışmalarca bu kategoride yer almıştır. Örneğin 1984 tarihli çalışmada Meyer Türkiye’yi 32 potansiyel nükleer ülkeden bir tanesi olarak tanımlamıştır. Daha sonra Meyer’in listesini güncelleyen Stoll da benzer bir şekilde Türkiye’yi bu liste içerisinde saymıştır. Benzer bir şekilde Jo ve Garzke tarafından yapılan potansiyel nükleer güç indeksinde de Türkiye bu kategoride bir ülke olarak sınıflandırılırmıştır. Hiç kuşkusuz bu indeksler sadece teknolojik birtakım yeterliliklerden hareket etmekle ciddi sorunlar barındırmaktadırlar. Örneğin bu indekslerin hiçbiri günümüzde nükleer silah geliştirmeyi başarmış Kuzey Kore’yi ya da indekslerin yapıldığı dönemde birkaç nükleer silaha sahip Güney Afrika’yı potansiyel nükleer güç olarak tanımlamamışlardır.
Ayrıca Türkiye, bir nükleer güç olmasa da 46 üyeli Nükleer Teknoloji İhraç Eden Ülkeler grubunun (Nuclear Supplier Group) bir parçası olarak yer almış ve çeşitli nedenlerden dolayı kısa ve orta vadede potansiyel nükleer güç olabileceği düşünülen bir ülke olarak birçok çalışmada yer verilmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin nükleer projeleri de konuyla ilgili çevrelerde zaman zaman farklı değerlendirmelere neden olabilecek şekilde ele alınmaktadır.
Türkiye’nin Nükleer Enerji Tarihçesi ve Nükleer Yaygınlaşma Endişesinin Bir Engel Olarak Ortaya Çıkışı
Türkiye’nin nükleer enerjiye olan ilgisi 1960’lı yıllara kadar gitmektedir. Türkiye, dönemin ABD başkanı Eisenhower’ın “Barış için Atom” projesi kapsamında ABD ile atom enerjisini sivil amaçlarla kullanmada iş birliğini öngören ilk imzacı ülkelerinden biri olmuştur. Bu kapsamda Amerikalılarca kurulan ve 1962 yılında faaliyetine başlayan Çekmece Nükleer Araştırma Santrali hala aktif olarak çalışmakta ve yine bu dönemde kurulan Türkiye Atom Enerji Kurumu da bir şemsiye kurum olarak Türkiye’nin nükleer alanda faaliyet gösteren en önemli kurumlarından bir tanesi olmuştur. Daha sonra sırasıyla 1966’da Ankara Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi, 1979’da İTÜ Araştırma ve Eğitim Reaktörü kurulmuş Türkiye o günden bu yana gerek nükleer yakıt döngüsü gerekse de nükleer atıkların saklanması gibi oldukça önemli konularda ciddi bir deneyim kazanmıştır. Fakat 1960’lardan bu yana defalarca denenmiş olmasına rağmen, sivil amaçlı kullanılan bu küçük araştırma reaktör ve merkezlerinden yine sivil amaçlı bir nükleer güç santrali aşamasına geçilememiştir. Bunun politik, ekonomik, finansal nedenleri vardır. Örneğin Akkuyu’da kurulması planlanan nükleer santral için ilk kez 1972 ve 1974 yılında ilk adımlar atılmış ve 1976’da ihale sürecine geçilen bu proje 1980 darbesiyle birlikte rafa kaldırılmıştır.
Fakat daha az zikredilen ve belki de en önemli konulardan bir tanesi sivil nükleer faaliyetlerin Türkiye’de bir nükleer silah programına neden olabileceğine ilişkin özellikle Batılı müttefiklerde duyulan endişenin bir engelleyici unsur olarak ortaya çıkmasıdır. Örneğin daha sonra 1983 yılında yeniden Akkuyu ve Sinop için gündeme gelen projelerde gerek finansal nedenlerden gerekse de Batılı ülkelerin Türkiye-Pakistan ilişkilerinden rahatsız olmaları nedeniyle gerçekleşememiştir. Benzer bir şekilde 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Arjantin ile olan nükleer yakınlaşması diplomatik baskılar ve iç politik öngörüsüzlükler nedeniyle, daha sonraki projelendirmelerse ülke içinde yaşanan siyasi istikrarsızlıklardan ve yine müttefik kaygılarından dolayı gerçekleştirilememiş ve bir nükleer güç santrali inşası süreci sürekli olarak ertelenmiştir.
On yıllarca süren planlama ve projelendirme aşamalarından sonra Türkiye bu alanda en ciddi adımlarını 2000’li yılların son döneminde atabilmiş ve Rusya ile varılan mutabakat sonucu 2023 yılında inşa sürecinin tamamlanması beklenen Akkuyu nükleer güç santrali inşasını sürdürmektedir. Fransız ve Japon ortaklığıyla yapılacak ikinci ve Çin menşeli bir üçüncü nükleer güç santrali projelerinde de önemli aşamalar kaydedilmiştir.
Türkiye’nin Nükleer Enerji Projelerinin Olası Sonuçlarından Bir Tanesi Nükleer Silahların Yaygınlaşması Olabilir Mi?
Yukarıda da kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi uluslararası nükleer uzmanlar arasında sivil nükleer güç santrali çalışmalarının nükleer silah üretme ya da potansiyel nükleer güç olma bağlamında bir atlama taşı olduğuna ilişkin yaygın bir korku vardır. Türkiye’nin gizli bir nükleer silah ajandası olduğuna ilişkin yaklaşımlar da zaman zaman bu bağlamda dile getirilmektedir. Türkiye’nin mevcut nükleer enerji projelerinin böylesi bir ajanda için uygun olmadığı bu projelerin finansal, operasyonel koşulları ve Türkiye’nin geleneksel nükleer diplomatik bakış açısının incelenmesiyle ortaya konulabilir. Türkiye’nin mevcut projeleriyle ilgili ilk elden söylenmesi gereken önemli ayrıştırıcı unsurlardan bir tanesi yap-işlet-devret modeli olarak adlandırılan ve Türkiye’nin önemli alt yapı projeleri için uzun süredir kullandığı finansal modelin bir nükleer santral inşası için dünyada ilk defa kullanılacak olmasıdır. Bunun Türkiye için önemli bir avantajı hiç kuşkusuz hem bu çapta büyük bir alt yapı projesi için gereken finansal kaynağın dışarıdan temini hem de nükleer alanda tecrübeli bir işletmenin nükleer güç santralini en azından öngörülebilir/uzunca bir süre işletmesidir. Fakat bu modelin getirdiği en önemli farklılık Türkiye’nin bu nükleer santraller için yakıt temini (uranyum zenginleştirme) ya da işlenen yakıtın kullanımı (plütonyum ayrıştırma) gibi konularda da ilgili yabancı işletmecilerle çalışması gerektiğidir. Yani Türkiye’nin bu santraller aracılığıyla bir nükleer silah programı yürütmesi için öncelikle mevcut işletmecileri kapı dışarı etmesi ve sonra bu türden bir programa başlaması gerekecektir. Ayrıca özellikle gerek Rusya ve gerekse de Japonya ile yapılan antlaşmalarda nükleer yakıtların temini ve nükleer atıkların kullanımı sorumluluğunun tamamen bu ilgili ülke firmalarına ait olduğu görülmektedir.
Bu bağlamda dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta ise sayısı oldukça sınırlı birkaç aykırı ses dışında Türkiye’nin nükleer tartışması hiçbir şekilde nükleer silah üretilmesi gibi bir retoriği içermemekte sadece ve sadece bir enerji sorunu veya bir enerji güvenliği sorunu olarak algılanmaktadır. Benzer bir şekilde Türkiye’deki nükleer teknoloji ile ilgili kurumsal yapı ve insan kaynağı tamamen sivillerden oluşan bir görünüm arz etmektedir. Dolayısıyla söz konusu nükleer silah kapasitesi gibi son derece sorunlu bir alana geldiğinde Türkiye’de bu kararı almak için gerekli siyasal ortamın olması pek mümkün gözükmemektedir.
Türkiye’nin mevcut nükleer enerji programlarının bir nükleer silahlanma projesine dönüşmesinin beklenmemesinin bir başka ve en önemli gerekçesi ise Türkiye’nin nükleer diplomasisinde yatmaktadır. Türkiye özellikle nükleer silahların yaygınlaşması söz konusu olduğunda çoğu Batılı ülkeden daha iyi bir örnek uluslararası toplum vatandaşlığı sergilemektedir. Türkiye Nükleer Silahların Yayılmasının önlenmesi (NPT) anlaşmasının ve buna getirilen bütün ek protokollerin imzacısı ve uygulayıcısıdır. Bu bağlamda Türkiye 2012 yılından bu yana Uluslararası Atom Enerji Ajansı tarafından bütün nükleer teknoloji ile ilgili faaliyetlerinin uluslararası standartlar ve normlarla uyumlu olduğu teyit edilmiş ve “broader conclusion” olarak isimlendirilen listeye alınmıştır. Türkiye bu son derece temiz ve bu alanda üst düzey sicilini riske etmeyecektir.
Nükleer mesele söz konusu olduğunda Türkiye bir Kuzey Kore ya da bir İran değildir ve uluslararası toplum Türkiye’ye o şekilde davranmamalıdır. Türkiye’nin sivil nükleer güç santrallerini nükleer silah üretme yolunda bir sıçrama tahtası olarak kullanabileceği korkusu mevcut koşullarda gerçekçi ve dikkate değer bir korku değildir ve bunun kimi çevrelerce dile getirilmesinin iyi niyetli olmadığı açıktır. Türkiye enerji alanında dışarıya ve büyük oranda sadece iki ülkeye bağımlı olan bir ülkedir ve gerek gelecek enerji ihtiyacının karşılanması gerekse de enerji güvenliği bağlamında nükleer enerjiye yönelmesi ekonomik ve politik olarak oldukça rasyonel bir karardır. Türkiye gibi böylesi bir ekonomik politik rasyonaliteye sahip olmayan ülkeler nükleer güç santralleri inşa ederken, Türkiye’nin nükleer enerjiye yönelmesinin temelsiz bir takım gerekçelerle ilişkilendirilmemesi gerekmektedir.