11 Eylül 2001 günü sabah saatlerinde Amerikan iç hatlarında 4 uçak kaçırıldı. Bu uçaklardan ikisi Amerikan ekonomisinin ikonu durumundaki ikiz kulelere, biri askeri kalbi olan savunma bakanlığı (Pentagon) binasına saldırıda kullanıldı. Dördüncüsünün ise Beyaz Saray’a yöneldiği anlaşılınca Amerikan savaş uçaklarınca düşürüldü. Saldırılarda uçak yolcuları ve binalardaki insanlar dahil 3 bin kişi hayatını kaybetti. Üsame bin Ladin tarafından yapılan tebrik açıklaması sonrasında saldırıların el-Kaide’ye yakın kişilerce gerçekleştirildiği anlaşıldı.

Saldırılar, büyük bölümü Suudi Arabistan vatandaşları olan 20 kişi tarafından yapılmıştı. Bunlardan biri hariç, tümü saldırılarda öldüğü için doğrudan suçlanacak bir sanık ortada bulunmuyordu. Hayattaki tek kişi olan Zekeriya Musavi, saldırıların zanlısı olarak değil ama, göçmen yasalarına muhalefetten göz altına alındıktan sonra, hakkındaki suçlamalar teröre dönüştürülerek ömür boyu hapse mahkum edildi.

Saldırıların sansasyonel biçimi bir çok spekülasyona yol açmış olsa da, olayı gerçekleştiren hiç kimsenin hayatta olmaması cevapsız birçok soruyu geride bıraktı. Bunun el-Kaide tarafından mı yapıldığı yoksa bir üst akılın tüm planlamaları yapıp, bu örgütü taşeron olarak mı kullandığı hep tartışıldı. Eğer böyle ise bu üst akıl kimdi vs. gibi çok sayıda soru halen cevapsız olarak ortada duruyor. Ancak net olan tek şey, bu olay bahanesiyle aradan geçen süre içinde olayla hiçbir ilgisi olmayan binlerce insanın Amerika ve müttefikleri tarafından öldürülmüş olmasıdır.

Saldırılarda yıkılan kuleler yerine bir anıt inşa edilirken, Amerika içinde Müslümanlara yönelik büyük bir saldırı süreci başladı. Sadece ülke içinde değil tüm dünyada Müslümanlar Amerikan savaş makinesinin hedefi haline gelirken, Amerikan yönetimi bunu uluslararası alanda bir fırsata dönüştürmede oldukça başarılı oldu. 11 Eylül saldırıları sonrasında Avrupa ülkelerinde de benzer saldırılar olması, İslam karşıtlığını dünya çapında bir operasyona dönüştürdü. Kendi etrafında “teröre karşı savaş” gerekçesiyle büyük bir koalisyon oluşturmayı başaran Amerikan yönetimi, insan hakları ihlallerini pervasızca yaygınlaştırarak uluslararası alanda tam bir “teksas düzeni” kurdu.

Dünyanın her yanından insanlar kaçırılıp, ya öldürüldü ya da işkence ile ifadeleri alınmak üzere değişik ülkelerdeki gizli sorgu merkezlerinde aylarca gözaltında tutuldu. Yine bine yakın insan yasa dışı yollarla kaçırılarak Küba’daki Guantanamo Amerikan askeri üssüne götürülerek yıllarca suçlanmaksızın hapis cezası çektiler.

Bu saldırılar, Ortadoğu’da da yeni bir dönemin kapısını araladı. Amerika’dan gelen işareti bir emir olarak algılayan birçok dikta idaresi, muhaliflerini ezmek için fırsata dönüştürdükleri bu dönemi iyi değerlendirdi. Binlerce İslami kurum kapatıldı, binlerce insan hapse atıldı.

11 Eylül saldırıları, Amerikan yönetiminin 1950’lerden bu yana uyguladığı saldırgan dış politikasında bir sorgulama başlatmadığı gibi, tam tersine bu siyaseti uluslararası bir düzen haline getirdi. Bu düzenin en önemli parametresi İslam dünyası ile ilişkilerde yaşandı.

Amerika’nın İslam dünyası ile ilişkileri hep sorunlu ola gelmiştir. Özellikle 1947-1991 arası Soğuk Savaş döneminde Amerikan ve Sovyetçi olarak bölünen İslam dünyasında her türlü hukuksuzluk bloksal dengeler için icra edildi. 1991 yılından sonra kendi düzenini kurmaya çalışan Amerika ve Batı, bu kez hukuksuzlukları daha estetik bir formda icra etmeye başladılar. Yeni dönemin demokrasi ve liberal ekonomi söylemi, eskinin diktatörlere dayalı istikrar arayışından daha nitelikli bir ilişki modeli gerektiriyordu. Batı, görünüşte demokrat olan ama içerik olarak kendi halklarının kanı üzerine yükselen düzenleri korumayı sürdürdü. Bu ikircikli siyaset, bir yanda Batı karşıtlığını yükseltirken, öte yanda İslam ülkelerinde şiddeti tırmandırmaya başladı.

Bunu besleyen en önemli konu kuşkusuz Siyonist İsrail’in Filistin’de yürüttüğü işgal ve zulüm düzeninin ABD tarafından koşulsuz olarak desteklenmesiydi. 1991 yılından sonra, kendini değişik rollerle adil bir arabulucu gibi sunmaya çalışsa da Amerika’nın yıllardır yapmaya çalıştığı, İsrail’in varlığını ve güvenliğini garanti altına alacak bir nihai anlaşmaya Arap ülkelerini ikna etmekten başka bir şey değil

11 Eylül saldırıları Aksa intifadasının bölge politikalarında yol açtığı travmatik dönüşümle aynı zamana denk gelmiştir. Filistinlilere 1993 yılında verdiği sözlerin hiçbirini tutmayan İsrail, 2000 yılında Mescid-i Aksa’ya yönelik işgal hamlesi ile sınırları aştı. İsrail karşıtlığının zirve yaptığı bu aylarda koşulsuz Amerikan desteği Siyonistleri rahatlatan önemli bir unsurdu. Yine Irak’ın yıllardır ambargo altında olmasına duyulan öfke, Bosna, Çeçenistan ve Sudan gibi ülkeler söz konusu olduğunda Batılı ülkelerin düşmanca tutumları, İslam dünyasının zihninde halen tazeliğini koruyordu.

Batının İslam karşıtı tutumu, olayla ilgisi olmayan Batıdaki sivillerin öldürülmesini meşrulaştıramasa da, bu olayın neden olduğunu anlamamız açısından önemli bir veridir. Bu tepkisellik, kimi radikal hareketlere de bekledikleri fırsatı vermiş ve her türlü eylemi normalleştirmiştir. Bununla birlikte, saldırılar Amerika’ya da önemli bir fırsat sundu. Avrasya’da 1990’lı yıllar boyunca sorgulanmaya başlanan askeri varlığını pekiştirmesinde iyi bir gerekçe sağladı.

11 Eylül saldırılarının en trajik sonuçlarından biri konuyla hiçbir bağlantısı olmadığı halde Irak’ın işgali ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesidir. 2003 yılında gelen işgal ve rejim değişikliği yıllardır süren bir kaos ardından bugünkü etnik ve sekteryan katliamların yaşandığı istikrarsız bir rejim ortaya çıkardı.

Aynı gerekçelerle Suriye’yi de birkaç kez bombalamış olan ABD-İsrail ikilisinin hamleleri, bölgede şiddetin dozunu arttırmıştır. Bir yanda bölgesel rejimlerin kendini savunma refleksi harekete geçip devlet terörü tırmanırken, diğer yanda muhaliflerin söylemi daha radikalleşti. Bu, bölge ülkeleri arasında Soğuk Savaş dönemindekinden farklı yeni bir bloklaşma ve bölgesel rekabet dönemini başlattı. Bir yanda İran, Suriye ve Hizbullah’tan oluşan bloka Irak yakınlaşırken, bunların karşıtı olan güçler de diğer tarafta konumlandı.

11 Eylül saldırıları, siyasi ve askeri önlemlerin yanı sıra Batılı ülkelerin İslam dünyasında düşünsel dönüşümler yapılması konusunda da yeni stratejiler geliştirmelerine neden oldu. Bu çerçevede 2003 yılından itibaren Büyük Ortadoğu Projesi adıyla meşhur olan dönüşüm projesi, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere, tüm İslam ülkelerinde Batıyla kavga eden değil, barışma eğilimlisi hareketleri ortaya çıkarmayı ya da güçlendirmeyi hedefledi. Bu amaçla 200 milyon dolardan fazla bütçe ayrılarak İslam dünyasındaki kimi cemaat ve sivil toplum kuruluşları teşvik edildi. İslam İşbirliği Teşkilatı aracılığı ile birçok İslam ülkesindeki eğitim müfredatı değiştirilerek, 2003 yılından sonraki 10 yıl içinde yeni bir nesil ortaya çıkarılmaya çalışıldı.

Bu noktada, Amerika doğrudan Arap Baharı denilen ayaklanmalar dizisinin hazırlayıcı olmasa da, toplumsal hareketleri manüpüle etmede başarılı olduğuna kuşku yok. Hareketlerin ortaya çıkmasından kısa süre sonra desteklediği bazı gruplar eliyle süreci kendi gelecek planlarına göre yönetmeye çalıştı. Bunu başaramadığı noktada, eski bildik yöntemlere başvurarak yeniden diktatörleri desteklemeye başladı.

Gelinen 13 yılın sonunda geriye baktığımızda, içeride siyasi, ekonomik ve toplumsal olarak çökmeye başlamış bir Ortadoğu ve daha büyük bir Batı karşıtlığı ortada öylece duruyor.