Suriye’yi Anlamak

Şii-Sünnî ilişkilerinin ve dengelerinin sarsıldığı bir dönemde Suriye’deki olaylar, bir kırılma noktası olmaya doğru gitmektedir. Suriye’nin kendi içindeki olaylardan daha çok, içinde bulunduğu bölgesel ittifaklar yeni bir Şii-Sünni hesaplaşmasına zemin hazırlayacak potansiyel taşımaktadır.

İktidar temelleri 1920-46 yılları arasında Fransız manda idaresi tarafından oluşturulan Suriye’de, Fransız işgaline karşı güçlü Sünni başkaldırıyı önlemek için hükümet birimlerini Sünnilerden temizleyen Fransa, 20 yıllık sürede onların yerine Alevi ve Hıristiyan azınlıklardan oluşan kadroları yerleştirmişti. İşgalciler, 1946’da çekildiğinde geride (Lübnan hariç) toprak olarak birleşmiş bir ülke ama içerde parçalanmış bir halk bırakmışlardı. Yeni Suriye’de Sünniler kendilerini tamamen muhalefette, Alevi ve Hıristiyanlar da iktidarda buldular. 1963 Baas darbesini gerçekleştiren alevi generaller o tarihten itibaren tüm ülkeyi kontrol ederken, 1950’lerden beri süren iktidar mücadelesinin en güçlü alternatifini de Sünnî muhalefet oluşturmaktadır. Nusayri azınlık ve özellikle Esed hanedanlığı içinde hatırı sayılır bir laik muhalefete ilave olarak, muhalif Baasçılar, sosyalistler, Nasırcı sosyalistler, milliyetçi Kürtler de birlikte düşünüldüğünde en az Sünniler kadar güç sahibi oldukları görülür. Bugün Suriye’de yaşananlar geleneksel muhalefetin hemen hepsini yeniden bir araya toplamıştır.

Suriye’deki Nusayri azınlık iktidar mücadelesi boyunca kendi inanç ikliminden olan subaylarla dayanışma içinde olduysa da, iktidarı inançlarının kaynağı olan Şiiliğin hedeflerine göre yönetmek gibi bir kaygıları hiç olmamıştır. Özellikle de dindar Şiiliğin İslamî kimliğiyle karşılaştırıldığında, özünde biraz teslis inancı ve biraz da sosyalist ideoloji olan Nusayri-Alevi  iktidar elitlerinin İran’daki Şii versiyonuyla uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığı söylenebilir. Bu sebeple ilkesel ve kategorik olarak Suriye’deki iktidarın yaptıklarını, kendi azınlık çıkarlarına dayandırmak doğru ama tamamıyla Şiiliğe mal etmek doğru değildir.

Şii ya da daha açık ifade ile Nusayri-Alevi idealleri için savaşmadığı çok açık olan Suriye rejiminin kendi iktidarını korumak için yaşanan süreci Şii-Sünni çatışmasına dönüştürmek gibi bir siyaset güttüğü açıktır. Esed bu savaşı uzun süre devam ettirebilme kapasitesine ve niyetine sahiptir. Bunun için de elindeki en önemli imkan olan mezhep kozunu kullanmaktan kaçınmamaktadır. Bu yüzden sık sık Türkiye’yi mezhepçilikle suçlayarak kendi taraftarlarını tahrik etmektedir.

Sosyal ve siyasi dinamikler gölgesinde Esed’e yönelik İran ve Irak desteği çok iyi anlaşılmalıdır. Bu desteği Şiilik dayanışması olarak yorumlamak bizleri Ortadoğu’daki siyasal çekişmeyi anlamaktan uzaklaştıracaktır. Suriye’ye yönelik İran-Hizbullah desteğini son 20 yıldır bölgedeki hemen her olayda kendini gösteren değişim/statüko çekişmesi olarak görmek daha doğru olacaktır. Bu cephe, Suriye’deki olayları bir hak mücadelesi olarak değil, İsrail karşıtı direniş bloğunun en önemli ayaklarından birine karşı yapılmış hamle olarak görmektedir. Bu inançtan dolayı ne pahasına olursa olsun onlara göre Suriye rejimi korunmalıdır.

Bölgede akan kanın sorumlusu Esed hanedanlığıdır, ona destek verenler de buna ortak olmaktadır. Ama bu dayanışma; Sünniliğe karşı bir Şii dayanışması değildir.

Suriye’nin düşmesi Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesi ile de doğrudan ilgilidir. Şu an Akdeniz’in çevresindeki hemen bütün ülkelerde iktidarlar değişmiştir. Arap tarafında devrimlerle, Avrupa tarafında ise teknokrat hükümetlerle bir dönüşüm yaşandı. Gelen hükümetlerin hemen her biri bir şekilde Avrupa ve Amerika ile iyi geçinme zorunluluğu hissetmektedir. Ancak İsrail’in de söz konusu olduğu Doğu Akdeniz’de halen bir belirsizlik yaşanmaktadır. Suriye’nin düşüşü ile birlikte Akdeniz, Batılı stratejistler için tamamen bir “durgun göl” haline dönüştürülmüş ve müstakbel güç mücadeleleri için güvenilecek bir sığınak haline getirilmiş olacaktır. Nihai hesaplaşma zamanı henüz gelmemiştir. İsrail bunu hızlandırmak için çabalasa da, Batılı stratejistler için ortam henüz uygun görünmemektedir. Bu uygunluğu sağlayacak en önemli eşiklerden birini, Suriye’nin İran’dan uzaklaştırılması oluşturmaktadır. Bu aşamada Suriye’deki rejimin Batılıların istediği şekilde değişimi demek, Ortadoğu’da nihai hesaplaşma zamanının gelmesi demektir.

Bölgede kartların yeniden karıldığı ve tasfiyelerin birbirini izlediği bu denklem içinde Şii ve Sünnîlerin birbirleriyle uğraşmaları ne Suriye’deki akan kanı durduracak ne de Ortadoğu’nun geleceğine yönelik senaryoları olumluya çevirecektir. Dar görüşlü Arap rejimleri, bu gelişmeleri İran’a bir darbe vurma fırsatı olarak gördüklerinden ne pahasına olursa olsun Esed’ın gitmesi için bastırırken; özellikle Batılı operasyonlara da sıcak bakan işbirlikçi yaklaşım içindedirler. Karşı tarafta yer alan İran ve Irak[1] da kendi stratejik kazanımları için ne pahasına olursa olsun Esed’ın kalması için çabalamaktadır. Bu ikinciler de diğer uçtaki işbirlikçi yaklaşımlardır.

Suriye’de olayların nasıl şekilleneceğini tek bir aktör belirlemeyecek. Ne Esed, ne İran, ne muhalifler, ne Türkiye ve ne de uluslar arası aktörler. Suriye’deki güç çekişmesinde acı tercihler dışında bir seçenek görülmüyor. Bunu daha da acı hale getirmemek için olayları dışarıdan yorumlayan kişilerin fanatizmi ve mezhebi öfkeyi köpürtmek yerine, hakkaniyetli bir dil kullanmaları daha yapıcı olacaktır.

İran Faktörü

Suriye’deki olayları daha da trajik hale getiren İran (ve Şii) desteği bu noktada kritik kırılma noktasını oluşturmaktadır. Kendi ülkesindeki Sünnilere yönelik düşük notlarla dolu bir karnesi olan İran’ın içeride koyu bir Şii politika uyguladığına kuşku yok. Bunun dışında İran geçmişte etnosentrik politikalarda çok kötü sınavlar vermiştir. Özellikle Irak’taki iç savaş sırasında akan kanı azaltabileceği halde, diğer Arap ülkeleriyle mevzi savaşına girmiş ve binlerce masumun ölümünde pay sahibi olmuştur. Bununla birlikte dış politikasının diğer boyutlarına baktığımızda İran, bölgede İsrail’e karşı muhalefetin liderliğini yürütmektedir. Bütün davayı omuzlamasa bile Filistin davasına yaptığı maddi yardımlar, vermiş olduğu lojistik destek, moral motivasyon sağlamıştır. Kuşkusuz İran’ın bugün uluslar arası ambargoya uğramasının bir sebebi de, Şii bir devlet olması değil, İsrail’e karşı açıktan savaş ilan etmiş olmasıdır.

Irak Faktörü

İran’ı belki de bu kadar Sünni dünya ile karşı karşıya getiren siyasi gelişmelerin başında Irak gelmektedir. Sünni bir imparatorluk olan Osmanlı’nın yönetimi bittikten sonra Ortadoğu’da kurulan manda idareleri, yüzyılların devlet geleneğinin bir sonucu olarak, siyasi tecrübeye sahip Sünni politikacılar aracılığı ile yükselmiştir. Birçok ülkede çelişki oluşturmayan bu durum, bölünme sonrası nüfusunun büyük bölümü Şii olarak ortaya çıkan Irak’ta çarpık bir siyasi yapının oluşmasına neden olmuştu.

2003’e kadar süren bu gelenek, Amerikan sponsorluğunda yerini farklı bir rejime bıraktığında asıl sancılı süreç kendini gösterdi. İşgal altında başlayan kargaşa, Şii ve Sünnilerin beraberce başladıkları direniş ve dayanışmaya son vermiş, özellikle 2006 el-Askeri türbelerinin bombalanması sonrasında Şii-Sünni hesaplaşmaları binlerce cana mal olmuştur. Özellikle Zerkavi’nin fetvaları bu hesaplaşmada Şiileri hedef haline getirirken, kadrolaşan Şii militanlar da binlerce Sünniyi öldürerek birbirlerine yönelik güvensizliği haklı çıkartacak bir ölüm çemberi oluşturmuşlardır.

Kuşkusuz Irak’ta Şii-Sünni çatışmasının Amerikan işgali altında yaşanmış olması, bütün suçu işgalcilere atarak olayları Iraklıların bizzat kendilerinin yaptığı gerçeğini değiştirmiyor. Irak’ta katliamları gerçekleştiren genç ve orta yaş (20-30-40) Iraklıların ya da yabancı Arap savaşçıların hepsi 1979 yılından sonraki dönemde İran ve Şii düşmanı olarak yetişen bir kuşağın temsilcileridir. Madalyonun öbür yüzünde ise, İran’da doğup büyüyen ve Saddam’ın şahsında Sünniliğe düşman olarak yetişen ve Ortadoğu’daki her olayı Suudi Arabistan’ın bir fitnesi olarak gören Iraklı Şii sürgünlerin çocuklarından oluşan bir kuşak bulunmaktadır.  Birbirine öfke bileyen bu iki kitle 2006’dan sonra ABD’nin kurduğu sahnede hesaplaşmaya başlayınca İslam tarihinin en kanlı iç savaşlarından biri yaşandı.

Ortadoğu’da hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağına kanaat getiren Sünni ağırlıktaki Salahattin ve Anbar eyaletleri ne yazık ki yine Baasçı kadroların yeniden güç kazanması sebebiyle ayrılış adımlarını hızlandırıyor. Şii kimliği iyice yerleşen merkezi hükümetin keyfi uygulamaları altında belirsiz bir geleceğe umut bağlamaktansa, birçok Sünni eskiden karşı çıktıkları bölünme planlarına artık sıcak bakmaya başlamıştır. Şii ve Kürt yönetimlerince marjinalleştirildiklerine inanan Sünni bölgeler yeni bölünmelere eskisi kadar çekimser görünmemektedir.

Böylesi bir tablodan iç barış çıkarmak da artık mümkün değildir. Irak’ın uzun vadede parçalanması kaçınılmaz görünmektedir. Irak’ın yıkıcı etkilerini kendi içinde tutmak da imkansızdır. Karamsar süreçteki Irak, Şii-Sünni ilişkileri yönünden tüm Ortadoğu bölgesinde bölen etkisi yapmaktadır. Irak’taki acı tecrübe artık her bölgede güvensizliği besleyen temel örnek haline gelmiştir. Bunda suçlu olanlar hem yerel hem de bölgesel tüm aktörlerdir. Tepelerinde emperyalist işgal durduğu halde bile birbirini öldürmekten kaçınmayacak kadar fanatikleşmiş bir neslin ellerine geçmiş olan Irak’ta bu aktörleri destekleyen bölge ülkeleri, Şii yada Sünni kimlikleriyle ön plana çıkmış olsalar da İslami bir kimlik taşımadıkları çok açık.

Irak’ta Şii-Sünni ilişkilerinin geleceği muhtemel Suriye savaşının sonucuna göre daha netlik kazanabilir. Irak’taki rejimin Esed’e, Iraklı Sünnilerin ise Suriye muhalefetine yakın göründüğü bu denklem içinde kimin yandaşı Suriye’de savaşı kazanırsa Irak’taki izdüşümü de ona göre şekillenecektir. Suriye’den bağımsız düşünüldüğünde Irak, tarihteki Emevi ve Abbasi dönemi Şii-Sünni çatışmalarındaki geleneksel rolünü yeniden oynamaya başlamıştır.

Lübnan

Suriye ile ilgili diğer gerilim hattı durumundaki Lübnan’da Şii-Sünni ilişkileri Irak’takinden daha karmaşıktır. Osmanlı dönemi boyunca, Sünni anlayışın hakim olduğu bölgede Şiiler, adeta “huzursuz teb’a” statüsünde olmuşlardı. Sünni hakimiyet/Şii sinmişlik denklemi sebebiyle tarihsel anlamda parlak olmayan geleneğe rağmen, çatışma olayları fazla olmamıştır. Ancak modern dönem, tüm toplumsal ilişkiler ağıyla birlikte farklı mezhebi gruplar arasındaki ilişkileri de kökünden değiştirdi. Lübnan Şiileri ve Sünnileri bu dönüşüm sürecinde farklı bedeller ödemişlerdir. Fransız mandası sonrasında oluşan siyasi yapıda Şiiler ilk defa yöneticilik statüsünde yükselirken, Sünniler ise, geleneksel olarak sahip oldukları ayrıcalıkları kaybetmişler ve yönetici sınıf nitelik değiştirerek Hıristiyanların kontrolüne geçmiştir.

Lübnan’da 1946 yılından itibaren farklı etnik unsurların birbirlerinin varlığını resmen tanımasına dayalı olarak kurulan yapı çeyrek asır gerilimi taşımayı başardı. Ancak, Filistinli grupların ülkeye gelmeye başladığı 1970 yılından itibaren Hıristiyanlar ve Şiiler aleyhine artış gösteren Sünni Müslüman nüfus bu iki kesimin bilinç altındaki tarihsel korkuları yeniden diriltti. Bu nedenle 1975 yılında Filistinlilere karşı başlayan Lübnan iç savaşı sırasında Şii Emel hareketi Sünnilere karşı savaşmıştır. Ancak 1979 yılındaki İran İslam devrimi, Emel içindeki Müslüman unsurların 1982 yılında kopuşunu ve Hizbullah’ın doğuşunu getirdiğinde Lübnan’daki etnopolitik dengeler yeniden değişti. Hizbullah’ın Şii öncelik yerine İslami öncelikler taşıması ve iç çatışma yerine dikkatini İsrail işgaline çevirmiş olması, Şii-Sünni ilişkilerinde ciddi bir yumuşama getirdi.

Lübnan’da Müslüman nüfusun yarısına yakının oluşturan Şiiler, Hizbullah’ın 1990’lar boyunca yükselişi aynı zamanda seküler Emel hareketinin zayıflamasını getirdi. Lübnan’daki tüm siyasi, etnik ve dini grupların sempatisini kazanan Hizbullah, ülke geleceğinde belirleyici bir politik figür haline geldi. Bu dönemde Sünni gruplar kendi alanlarına çekilmeye zorlanırken, güney Lübnan’daki direnişin kimliği de tamamen Şiileşti. Özellikle 2000 yılındaki İsrail çekilmesinden sonra Güney Lübnan’da tek güç haline gelen Hizbullah, İsrail’e karşı direniş sonucunda kazandığı üstünlüğü ülke içindeki siyasi dengelerde kullandığında yeniden Şii-Sünni tartışmalarını başlatmış oldu.

Lübnan’da yaşanan iç siyasi çekişmeler Hizbullah’ın önceliklerinde değişime neden olurken, kendi siyasi ve askeri mevzilerini koruma kaygısı Hizbullah’ı ölçüsüz bir tarafgirliğe sokmuştur. Aynı dönüşüm sürecinde İsrail’e karşı İslami direnişi korumakla birlikte ümmet söyleminden kopuş Hizbullah’ın üzerine yükseldiği siyasette zemin kaymasına neden oldu. İsrail’e karşı mücadele etmek üzere Suriye ile geliştirdiği geleneksel müttefik ilişkisi, 2005 yılındaki Refik Hariri suikastından sonra birbirine daha fazla dayanma ihtiyacı hisseden iki taraf arasında kader ortaklığına dönüştü.

Lübnan’da büyük bir tehlike olarak lanse edilen ve Şii cephe olarak bilinen 8 Mart cephesine bakılınca, Hizbullah, Sosyalist Parti ve Mişel Avn’a bağlı Maruni Hıristiyanların ittifakı görülecektir. Yani tek başına bir Şii homojen yapı söz konusu değildir. 14 Mart cephesi olarak bilinen sözde Sünni cepheye bakıldığında ise Amerikan müttefiki Saad Hariri, Müslüman Kardeşler hareketinin bölünmüş Mevlevi kolu, Sabra Şatilla katliamını yapanların devamı olan el-Kuvvet el-Lübnaniye, Ermeniler ve Dürziler bulunuyor. Yani tek başına homojen bir Sünni cephe de söz konusu değil. Ama nasıl olduysa bu iki grup arasındaki çekişme “Şii-Sünni çekişmesi” olarak kolayca isimlendirildi. Ortada kendini Şiiliğin ideallerine adamış homojen bir Şii yada Sünnilik için her şeyi göze almış homojen bir Sünni blok yok. Birbirini alt etmek için her türlü ittifaka girebilen siyasi gruplar söz konusu. Mezhep ise bu çatışmada sadece bir “çeşni” görevi görüyor.

Sünni grupların kuşkuyla yaklaştığı politik çıkışları Hizbullah’ın sadece Lübnan’da değil, tüm Sünni dünyasında sempati kaybını beraberinde getirdi.

Burada Hizbullah’ın bariz Suriye desteği Lübnan’da yıllardır yaşadığı sıkışmışlık politikasını Suriye desteği olmaksızın aşamayacak olmasından kaynaklanıyor. Yani Hizbullah içinde bulunduğu zaafı, büyük bir gücün yedeğinde politika yaparak telafi etmeye çalıştığından, yaptığı iş, mezhebi bir dayanışma olmaktan öte kendi varlığını koruma mücadelesinden başka bir şey değil. Suriye’deki rejimin değişmesi sadece Hizbullah’ın Lübnan siyasetindeki gücünü yok eden bir etki yapmayacak, aynı zamanda bu gücü sürekli besleyen İsrail karşıtı mücadelesine de balta vuracaktır.

Suriye’deki rejimin şu dönemde düşmesi durumunda Hizbullah’ın önünde iki seçenek bulunmaktadır. Suriyesiz Hizbullah, Amerika ve İsrail’in desteklediği 14 Mart cephesine karşı yenilgiyi kabul edip bedeli ne olursa olsun teslimiyeti kabul edecek ya da, Suriye’nin elini rahatlatmak için Lübnan’da bir iç savaş çıkartarak bölgedeki belirsizliği daha da arttırarak muhaliflere gitmesi muhtemel desteği keserek Esed üzerinden kendini sağlama alacak. Trablus’taki çatışmalar buna işaret etmekle birlikte büyük tabloyu okumaya yetmemektedir.

Hizbullah, Esed’e destek versin ya da vermesin, Suriye’deki rejimin gitmesi sonrasında sıranın kendisine geleceğini çok iyi biliyor. Bu tarih geldiğinde Lübnan’da sadece Şii ve Sünniler arasında değil, tüm kesimler arasında bir hesaplaşmanın yaşanacağını düşünmektedir. Bu hesaplaşmaya güçlü girmek, savunmasız girmekten daha akılcı görünmektedir. Bu nedenle ne pahasına olursa olsun Esed’i iktidarda tutma dışında bir seçeneği bulunmayan Hizbullah’ın Lübnan’daki geleceği Şam’ın kaderine bağlıdır.

Suudi Arabistan

Bugün İslam dünyasında Suudi Arabistan’ın katı mezhepçi tutumu ve İran alerjisi olmasa belki de Şii-Sünni ilişkileri bu denli gerilmeyecektir. Suudi Arabistan’da hakim olan mezhebi düşünce, Şii düşünceyi İslam dışı kabul ettiği için iki yüzyıla yakın bir süredir Şiilerin yok edilmesi ya da asimile edilmesi için çabalamaktadır. Osmanlı sonrası, politik bir güç olarak kendi devletlerine kavuşan Vahhabiler, sistematik olarak yürüttükleri bu mücadeleyi, 1979 İran devriminden sonra, politik ve stratejik hamlelere dönüştürmüşlerdir.

Şiilerin büyük bölümü, ülkenin kuzeydoğu ve doğu kesimlerindeki Ahsa, Katif ve Avvamiye bölgelerinde yaşamaktadır. Ülke petrol kaynaklarının neredeyse tamamı Şii nüfusun yaşadığı bölgelerde bulunmaktadır. Buna karşın, işsizlik, fakirlik ve eğitim alt yapısının en zayıf olduğu bölgeler de yine Şii nüfusun barındığı bu zengin topraklardır. Her türlü ayrımcılığa maruz kalan Suudi Şiilerin üst düzey devlet kademelerine gelmesi de mümkün değil.  Mahkemelerde şahitlikleri dahi kabul edilmemektedir. Eğitimde kısıtlamalara maruz kalmakta, devletin sunduğu imkanlardan eşit bir şekilde yararlanamamaktadır. Arap baharı sürecinde Suudi Arabistan’da tek tük görülen Şii protestoları fazla büyümeden bitmiştir. Ülkede sayıları 30 bini geçen siyasi tutukluların önemli bir bölümü Şii muhaliflerden oluşmaktadır.

Şiilerin huzursuz olması için dışarıdan bir gücün kışkırtması gerekmiyor. Sosyoekonomik adaletsizlik ve ciddi bir ayrımcılığa maruz kalan Şiilerin siyasi hareketleri moral ve motivasyon olarak İran’dan ilham almakla birlikte, pratik anlamda lokal olaylarda İran parmağı olduğunu söylemek doğru değildir. Hatta bölgedeki kimi Arap Şiilerin İran’a sempati duymadığı bile söylenebilir.

Suudi Arabistan’ın sadece kendi ülkesindeki yüz binlerce Şii vatandaşına güvensizliği bir yana, Fars körfezinde yaşanan stratejik rekabette etrafına topladığı küçük devletçiklerle, samimiyetten uzak tam bir Sünni (!) fedailiği görüntüsü oluşturmaktadır. Suudi Arabistan’ın statükocu yapısı, belki de İran’dan daha fazla oranda Ortadoğu’yu riske atan bir forma bürünmüştür.

Suudi Arabistan’ın Şii muhalifliğini törpülemek için İran yönetimi birkaç adım atmayı denediyse de bunların hiçbirinden sonuç çıkmamıştır. Muhammed Hatemi döneminde başlayan somut yaklaşım sonuçsuz kaldı. 2007 yılında Suudi Kralı Abdullah ile İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad bir araya gelerek Irak’taki iç savaşın yol açtığı tehlikeye işaret etmiş ve mezhebi gerginliğin arttırılmaması konusunda işbirliği kararı almışlardı. Ama kağıt üzerinde kalan bu memorandum, mürekkebi kurumadan çöpe atıldı. Bu durumda Sünni-Şii çekişmesi neye varacak?