Uzun süreçlere yayılmış her türlü kriz ortamı bölge dışı aktörlerin doğrudan müdahalesi ile daha da kronik hale gelir ve kısa vadede çözüm olasılıkları yerini kaos ve umutsuzluğa terk eder. Ancak, tüm bunlara rağmen tarafları masaya oturtacak ve barışı yeniden tesis edecek adımların atılmasını sağlayacak olanlar yine bölge dışı aktörler ve uluslararası kurumlardır.

2011 yılında Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyası saman alevi gibi yayılan Arap Baharı ile çalkalanırken Suriye’nin bu rüzgardan nasibini almaması beklenemezdi. O yılın ilkbahar aylarında ORDAF’ın kurucu ekibinin de yer aldığı kafileler ile Urfa’dan Halep’e özel izin ile bir ziyarette bulunmuştuk. Urfa ve Halep valiliklerinin organize ettiği o ziyarette ilk önce, taşınması haftalarca gündemden düşmeyen Süleyman Şah türbesi ziyaret edilmişti. Ardından, plakasında ‘Merasim’ yazılı polis arabalarının eşliğinde Münbiç üzerinden El Bab yolu ile Halep’e ulaşmıştık. Halep Üniversitesi’nde düzenlenen konferansta ve şehir içinde yaptığımız gezilerde yetkililer ve halk arasında adı konulmamış bir gerginliği tüm ağırlığıyla hissetmek mümkündü. Sanki meydana gelecek kötü, çok kötü olayları insanlar altıncı hisleriyle algılıyor ama adını koyamıyordu.

Humus, Suriye, Eylül 2012 (WFP/Abeer Etefa)

İlk başlarda Suriye’deki ‘mesele’ sadece Rejim ve Halk arasında idi. Oysa, barışçıl gösterilerle haklı taleplerini ve seslerini duyurmaya çalışan sıradan halkın üzerine hiç acımadan ateş açan ve yüzlercesini öldüren güvenlik güçleri, 1967’den beri başkent Şam’ın 35 km güneyine kadar konuşlanmış olan İsrail ordusunun işgaline karşı tek bir kurşun sıkmamıştı!

Çünkü, Ortadoğu’nun hiçbir ülkesinde ‘dış tehdide’ göre dizayn edilmiş bir ordu yada güvenlik birimi yoktur. Bulundukları ülkeye bağlı olarak Muhaberat, İstihbarat, Kuvvat Hassa, Şabiha, Baltacı, Dereki… gibi adlar almış olan bu birimlerin asli görevleri rejimi korumaktır.

İsrail’in Suriye’ye saldırısı ve ülkenin bir kısım toprağının işgali ülkedeki rejimi değiştirmeyi asla içermiyordu. Öyleyse, ortada dert edecek fazla sorun yoktu. Nasılsa, bu işgal hakkında palavradan kahramanlık hikayeleri uydurulacak, halk inandırılacaktı. İnanmayan azınlık çok da dert edilmeyip ya hapse atılacak yada kör kurşunun hedefi olacaktı.

Krizin Kısa Tarihi

Arap Baharı süresince şiddetten özellikle imtina eden kalabalıklar bu ‘güvenlik’ birimlerine göre rejime doğrudan tehdit teşkil ediyordu ve bastırılmaları elzemdi. İnsanların üzerine hiç acımadan ateş açıldı, binlerce gösterici tutuklandı, ibret olması için korkunç işkencelerden geçirilip öldürülmüş gençlerin fotoğrafları ‘servis edildi’. Şiddet sarmalına zaten teşne olan Suriye’de olaylar bu şekilde geri dönülemez bir hale geldi.

Zamanla üst düzey subaylar da dahil ordudan ve sair birimlerden kopmaların da etkisiyle silahlı muhalefet Özgür Suriye Ordusu adı altında Rejim’e karşı örgütlendi ve ülkenin bazı büyük şehirlerinde ve kırsalda rejim kuvvetlerini bertaraf ederek kontrolü ele geçirdi.

Ancak, bu mutluluk fazla uzun sürmedi: süreç içerisinde muhaliflerin taktik hataları, aşırı örgütlerle işbirliği yapmaları önce halkın nezdinde ardından da uluslararası camianın gözünde değer yitirmelerine yol açtı. Cebhetül Nusra’nın El Kaide’den devşirdiği güç ile kuzey-batıya ilerlemesi Lübnan Hizbullahı’nın sahaya inip bizzat çatışmalara katılmasına yol açtı. IŞİD’in ülkenin kuzey ve kuzey-doğu bölgelerini kontrolü altına alıp Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u birkaç günde birkaç yüz militanla ele geçirmesi olayların seyrini değiştirdi.

Rusya’nın ani bir karar ile Eylül 2015 itibaren savaşa bizzat dahil olup hava bombardımanlarına rejim güçleri ile iştirak etmesi Suriye konusunu yakından takip eden hemen herkes için sürpriz oldu.

Obama yönetiminin birbiri ardına gelen beceriksiz Suriye politikaları her şeyi daha da berbat etmeye yetti. Aniden radikal gurupları desteklememe kararı aldılar, hatta Cebhetul Nusra’yı terör listesine dahil ettiler (10 Aralık 2012). Ağustos 2012’de Obama kendisine yöneltilen Suriye’ye askeri olarak müdahele etmenize hangi olay sebep olabilir?.. diye sorulan tuzak soruya: “Suriye’de kimyasal veya biyolojik silah kullanımı kırmızı çizgimizdir..” yanıtını verdi. ABD’nin doğrudan sahaya inmesini ve Suriye iç savaşına katılmasını isteyenler ‘kırmızı çizgiyi’ aşmak için ellerinden geleni yaptılar ve bu silahlarla yapılan saldırılar giderek arttı. En son, 21 Ağustos 2013’te Şam yakınlarında 1500 kadar insanın ölümüne neden olan saldırının kimyasal olduğu teyit edilince gözler Obama’ya çevrildi.

G8 Zirvesinde Obama ve Putin görüşmesi. (Reuters / Kevin Lamarque)

Halbuki, ne yönetimde ne de kamuoyunda Suriye’ye asker gönderip iç savaşa dahil olma isteği vardı. Kendilerinin imdadına Rusya yetişti ve rejimin kimyasal depolarını koruyamadığını, muhaliflerin eline geçme riskine karşı bunların ülke dışına çıkarılması gerektiğini söyleyerek, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nun verdiği son tarihten önce sorunu halletti ve Baas rejiminin uluslararası camia tarafından ‘cezalandırılmasını’ önledi.

Türkiye’nin Politikaları

Türkiye özellikle 2011 yılında, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve dışişleri bakanlığı aracılığıyla şahsi ilişkiler de kullanılarak Suriye’de sürecin daha az hasarla atlatılabilmesi için yoğun çaba sarf etti. Ancak, tüm çabalara rağmen başarılı olunamadı. Bunun üzerine Türkiye resmi olarak muhalifleri desteklediğini ilan etti ve rejimin gitmesi gerektiği tezi üzerinden dış siyasetini şekillendirdi.

Aradan geçen zaman içindeki detayları bir kenara bırakacak olursak, Türkiye’nin bölgesel hassasiyetleri ile beklenti ve çekinceleri uluslararası camiadan farklı olarak gelişti. Uluslararası camiaya göre modern zamanların en büyük tehdidi IŞİD terörü üzerinden şekillenirken, Türkiye’nin tehdit algısını Suriye’nin kuzeyinde ve sınırımızın dibinde oluşacak bir Kürt yapılanması teşkil etti.

Türkiye sınırında Kürt milisler (Reuters/Rodi Said)

Türkiye’nin tüm çağrı ve çabalarına rağmen Obama yönetimi tarafından başlatılan PYD/YPG yapılanmasıyla işbirliği, maalesef büyük bir hayal kırıklığı olarak Trump yönetimi tarafından da devam ettirildi. ABD’ye göre kendi askerini sahaya sürüp IŞİD ile savaş ortamında zayiat vermektense, bölgede hazır bulunanları eğitip donatıp savaştırmak daha mantıklıydı.

Kendi içinde mantığı anlaşılabilir olsa da, bu plan on yıllardır ABD’nin bölgede uyguladığı beceriksiz stratejilerin bir yenisi olacaktır. Ne kadar iyi hazırlanılmış olursa olsun, bu projede göz  ardı edilen en önemli nokta IŞİD sonrasını kapsayan herhangi bir çalışmanın mevcut olmaması. Üstelik aynı sorun aylardır devam eden Musul operasyonunda da var ve operasyonun sivil ölümlerinden sonra en çok eleştirilen konusunu oluşturmakta.

Bir diğer önemli nokta da IŞİD ile mücadele planının binlerce kilometre ötede ABD’de hazırlanmış olup asla bölge ülkelerinin hassasiyetlerini göz önüne almaması.

Suriye ile olan 921 km uzunluktaki sınırımızın hemen öte yanında dünyanın önde gelen askeri uzmanlarınca eğitilmiş, tanksavar füzeleri de dahil ağır silahlarla donatılmış, finanse edilmiş ve daha da önemlisi IŞİD ile mücadelede sahada çatışma/çarpışma deneyimi kazanmış binlerce militanla Türkiye baş başa bırakılacak.

Etnik kimliğin o ya da bu olması hiç fark etmez; dünyanın hiçbir ülkesi sınırlarının dibinde böylesi guruplarla baş başa bırakılmaktan memnuniyet duymaz. Dolayısıyla, önünde zorlu bir süreç olan Türkiye’nin haklı taleplerini global diplomasi jargonunu da iyi kullanarak anlatabilmesi gerek.