Küresel piyasalarda yaşanan belirsizlikler, ticaret savaşları, seçimlerde Senato’yu elde tutsa da Temsilciler Meclisi’ni kaybeden Cumhuriyetçiler ve ABD siyasetinde yaşanan büyük hareketlilik ortamında Avrupa ile ABD ilişkilerinin de yeniden sorgulandığı bir döneme şahitlik ediyoruz. ABD’de devlet ile şirketlerin ortaklığı, Trump Hükümeti’nin felsefesi, AB ile ilişkilere ve Rusya’ya bakışı, NATO gibi ortak güvenlik politikalarında anlaşmazlıklar ve ABD – İngiltere ilişkileri hakkında Amerikan dış politika uzmanı İngiliz akademisyen Dr. Steven Hurst ile konuştuk.

Röportaj: Dr. Cafer Talha Şeker

ABD & Küresel Şirketler

Yıllardır ihtisas alanınız olan ABD dış politikası üzerine araştırıyor, yazıyor ve ders veriyorsunuz. Kitaplarınızdan birinde, ABD dış politikası üzerine ortaya konan teorileri ele aldınız. Bu teorilerden biri de Washington’daki siyasiler ile Amerikan iş dünyasının ilişkileri, diğer bir ifadeyle siyaset ile şirketler arasındaki işbirliğine dikkat çeken corporatism idi. ABD dış politikasını kurgulayan siyasetçilerle dev şirketlerin ABD ile diğer ülkeler arasındaki ilişkileri birlikte belirlediği görüşüne katılıyor musunuz?

Diplomatik tarihte bilindiği yönüyle corporatism, devlet ile iş dünyası arasında belli bir usul üzere yapılan işbirliğini ifade etmektedir. Bu, nispeten 1920’lerden 1940’lara dek geçen süre zarfında, yani tarihin belli bir döneminde göze çarpmıştır. Corporatist teori, kapitalizmin yeni bir yola evrildiği belli bir geçiş dönemi üzerine yoğunlaşmış olduğundan bu teoriyi günümüz dünyasına uygulayarak bakmak problemlidir. Corporatism temelinde ‘üretimcilik’ ideolojisi yatmaktaydı. Bu görüşe göre, 1920’li ve 1930’lu yıllarda yaşanan iktisadi ihtilaflar, maddi servet yetersizliğinden kaynaklanıyordu. Bu yetersizlik de servetini artırmayı hedefleyen sınıflar arasında çatışmaya yol açmaktaydı. Tekerrür ederek ekonomik problemlere yol açan piyasa durgunluğunun önlenmesi için geliştirilen tekniklerle istikrarlı bir şekilde ekonomik büyümenin sağlanabileceğine, böylece bütün ekonomik çıkar gruplarının eşzamanlı olarak kazanabileceğine inanılmıştı. Nihayetinde servetini artırmaya çalışan sınıflar arasındaki çatışma da asgariye indirilmiş olacaktı.

Bu sürdürülebilir ekonomik büyüme, piyasanın (ve iş dünyasının) üretim işlerini kontrol etmesine izin verilerek sağlama alınacaktı. Devlet de konjonktüre göre uygulayacağı maliye politikası ve para politikalarıyla hızlı yükselişleri ve ani çöküşleri azaltma noktasında katkıda bulunacaktı. Dış politikada ise hedef, benzer hatlar üzerinden yeni bir milletlerarası ekonomik sistem kurmaktı. Böylece büyük ekonomik buhran, ekonomik milliyetçilik, Naziliğin yükselişi ve nihayetinde II. Dünya Savaşı’na yol açan iktisadi ihtilaflar gibi tehlikeler önlenecekti. Corporatism de böylece hem milli piyasada hem de küresel seviyede ekonominin nasıl yönetileceğine dair Keynesçi görüşün ortaya koyduğu anlayış etrafında şekillendi. Keynes’in görüşlerinin bir şekilde artık moda dışı kaldığı bugünkü dünyada corporatism’in varlığı da su götürür. Açıkçası, Amerikan devleti ile iş dünyası arasında bir münasebet var. ABD hükümetlerinin akıbeti, ülkenin ekonomik büyümesini sağlayarak Amerikan vatandaşlarının refahını yükseltmeye bağlı olduğu sürece ABD Hükümeti’nin Amerikan iş dünyasının çıkarlarına hizmet etme politikası devam edecektir.

Ancak 21. yüzyıl başlarında bu ilişkinin tabiatını kavramsallaştırmak daha zordur. Daha önce hiç olmadığı kadar çok güçlü olan büyük şirketler var ve bu güç sadece ekonomik açıdan büyüklükle sınırlı değil. Bu dev şirketlerin günümüz siyaset dünyası üzerinde nüfuz kurması çok daha güçlü bir şekilde oluyor. Bununla birlikte, siyasetçilerin ve ABD dış politikasının bir şekilde bu şirketler tarafından kontrol edildiğini iddia etmek de fazla basite kaçan bir izahat olur. Mesela Trump’ın Avrupa ve Çin’e karşı uygulamaya başladığı gümrük tarifeleri, ABD iş sektörünün sadece nispeten küçük bir bölümüne yarıyor ve küresel piyasaları hedefleyerek iş yapan Amerikan şirketlerin çoğunun tepkisini çekiyor.

Bu tabloda, ABD Hükümeti’nin büyük şirketlerle birlikte çalıştığı ve onların çıkarlarını desteklediği doğrudur. Zira bu her hükümetten beklenen bir politikadır. Ancak Trump’ın hareketleriyle de görüleceği gibi, Amerikan devletinin davranışı büyük şirketler tarafından belirlenmemektedir.

O halde corporatism, küresel noktada Washington’daki karar alıcı mekanizmanın nasıl çalıştığını bir yere kadar anlamamıza katkı sağlıyor. Peki, mevcut ABD Hükümeti’ni konuşacak olursak, hâlihazırda yeni bir Soğuk Savaş’a sürüklenmiş olduğumuzu ve Trump Hükümeti’nin ABD’yi “küresel Amerika”dan uzaklaştırmaya başladığını düşünebilir miyiz? Dev şirketlerin nüfuzundaki Amerikan ekonomisi buna ihtiyaç duyuyor olabilir mi?

Sanırım bu soruya yukarıda bir yere kadar cevap vermiş oldum. Trump’ın davranışlarının dev şirketlerin beklentilerine cevap vermekle açıklanabileceğini kesinlikle düşünmüyorum. Dış dünyada iş yapmaya yönelik faaliyet gösteren ve rekabetçi olan Amerikan iş sektörünün çoğunluğu Trump Hükümeti’nin tarif politikasını desteklemiyor. Onların yerine bu tarifler, seçimlerde mühim yer tutan bazı eyaletlerdeki nispeten dar bir segmenti oluşturan ve rekabetçi olmayan ekonomik çevrelere yarıyor. Trump’ın hamleleri de siyasi hesaplar üzerine kurulmuş görünüyor ve ABD’nin “Rust Belt” eyaletlerindeki beyaz işçi sınıfının taleplerini karşılamaya çalışıyor.

Müttefiklerle işbirliği yapma ve rakiplere meydan okuma noktasında Trump Hükümeti ile önceki Amerikan hükümetleri arasında nasıl bir fark var?

Trump, gerçekçi olmasa da temelli bir ideolojiden gelen eski kafalı bir sağcı Amerikan milliyetçisidir. Bunlar, 1930’lar ve 1940’lardan beri iktidarın yakınında hiçbir yere gelememiş olan tiplemedendirler. Mukayese etmek gerekirse Charles Lindbergh yahut Robert Taft gibi kişilerle karşılaştırmak iyi olacaktır. Trump, ana hatlarıyla Walter Russell Mead tarafından ortaya konmuş düşünce tarzında ifade edilen “Jaksonian” tipe uymaktadır. Bu tipleme, popülist, milliyetçi, yabancı düşmanı, iş dünyasının önde gelenleri de dâhil olmak üzere her türlü elit sınıfa karşı mesafeli ve serbest ticaret karşıtı olarak tarif edilebilir. Jaksonianların görüşüne göre, ABD’nin sahip olduğu eşsiz fazileti ve imkânları diğerlerine ulaştırmakta bir çıkarı olamaz. Bunlar, tecrit taraftarlığı yaparlar ancak tehditle muhatap olduklarını düşünürlerse azami şiddetle mukabele etmeye meyillilerdir.

Washington’ın müttefikleri için problem şudur: 1945’ten beri ABD dış politikası için merkezi konumda yer alan NATO ve ABD’nin küresel ekonomi politikasını yöneten serbest ticaret felsefesi gibi ittifak ilişkileri liberalizm ve realpolitiği harmanlayan bir takım farklı dünya görüşleri üzerine oturtuluyor.

Trump, bu dünya görüşlerinin temelini oluşturan tezleri kabul etmediği gibi bu tezlere dayalı politikaları da reddediyor. Liberaller, serbest ticareti herkesin bir şekilde kazandığı artı toplamlı bir oyun gibi (positive-sum game) gördüklerinden buna müspet bakıyorlar. Liberallere göre, serbest ticarette sektörün bazı alanları dış rekabette zarar görse bile bu piyasa genel toplamda refahı en üst seviyeye çıkarır. Trump ise bunu kabul etmiyor. Muhtemelen bu hakikatin ardındaki felsefeyi de idrak edemiyor. O’na göre, ABD’nin Avrupa gibi müttefiklerle ekonomik ilişkileri karşılıklı fayda sağlamaktan ziyade sadece rekabetçi. NATO’ya karşı gösterdiği düşmanca tavır bu anlayıştan kaynaklanıyor.

Bütün ABD başkanları, Avrupalı ülkelerin zayıflamasından endişe ettikleri gibi ortak savunmanın yükünü omuzlamaya çalışırken karşı tarafın hazıra konucu olduğunu kabul ediyorlardı. Bunu ödenmeye değer bir masraf olarak görüyorlardı çünkü ABD’nin Avrupa’daki müttefikleri üzerinde nüfuzunu tesis etmesi, Avrupa’da istikrarın sürdürülmesi ve Rusya’nın çevrelenmesi gibi NATO’nun getirdiği başka faydaları vardı. Trump ise sadece masraflara bakıp faydalı sonuçları görmekten aciz kalıyor. Çünkü Rusya’dan gelebilecek tehditleri göremiyor.

ABD Hükümeti, sadece Paris İklim Antlaşması’ndan çekildiğini açıklamakla kalmadı, İran Nükleer Antlaşması’ndan da tek taraflı olarak çekildiğini ilan etti. Her iki hamle de Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’dan tepki görüyor. Bu gelişmeleri Batılı müttefikler arasında milli çıkar çatışmasına bağlı bir rekabet olarak görebilir miyiz?

Trump, Batı Avrupa liderleri için açıkça büyük bir problem teşkil ediyor. O’nun dünya görüşü Avrupalı liderlerle aynı değil. Bu durumda aradaki ihtilafları gidermek ve birlik görüntüsü sergilemek son derece zor. ‘Rekabet’in burada doğru bir ifade kelimesi olabileceğinden emin değilim. Çünkü Avrupa ABD’ye rakip olabilecek kadar yeterli kapasiteye sahip değil ve yeteri kadar birlik içinde değil. Bunun artık işbirliğinden ziyade ihtilaflara dayalı bir ilişkiler ortamına dönüştüğü açıkça görülüyor. Bu durum, onlarca sene kendi yetersizliği yüzünden ABD’nin askeri kuvvetine güvenerek bugünlere gelen Batı Avrupa’ya özellikle güvenlik noktasında büyük zorluk çıkarıyor.

ABD ile İngiltere Arasında Özel Bir İlişki Yok

Araştırmalarınızda son yıllarda Ortadoğu’ya odaklandınız. 2003’ten beri genel kabul gören görüşe göre, her ne kadar Tony Blair ve George W. Bush inkâr etse de, Irak’ın işgali petrol ile alakalıydı. Geçen sene İngiliz ve Rus petrol şirketleri Amerikan şirketlerin zorluklarla karşılaştıkları Irak’ta antlaşmalara imza attılar. Eğer Amerikan işgali petrol şirketlerince teşvik edilmişse, işgalden bugüne bu hedefe ulaşılmıştır diyebilir miyiz?

Benim görüşüme göre, Irak’ın işgalini tetikleyen sebep petrol değildi. En azından Irak petrolünü kontrol etme veya doğrudan Irak petrolünden faydalanma maksadıyla yapılmış bir işgal değildi. 1991’den 2003’e ambargo müeyyideleri üzerinden Irak’a uygulanan yaptırımlarla zaten Irak petrolünün dünya pazarına girmesi engelleniyordu ve bunun piyasaya bir zararı olmadı. Ekonomiler büyümeye ve her şey yolunda gitmeye devam etti. Irak petrolünü pazara sokmak için büyük bir ihtiyaç yoktu. Ayrıca o günlerde zaten işleri yolunda olan Amerikan petrol şirketleri de Irak petrolüne el atmaya ihtiyaç duymuyorlardı. Hatta ABD’li petrol şirketleri, 2003’ten önceki otuz yıl içinde petrol arama ve üretim sektörünün dışında (sektörün diğer alanlarında) iş yapmaktaydılar.

Irak işgalinin petrolle alakalı olup olmadığına daha geniş bir açıdan bakıldığında ise, Saddam Hüseyin bölgesel istikrara, Basra Körfezi’ndeki ABD hâkimiyetine ve dolayısıyla Körfez’deki petrol akışının güvenliğine karşı tehdit olarak görülüyordu. Kitle imha silahlarına sahip Saddam idaresindeki bir Irak, Körfez’deki ABD üstünlüğü için yıkıcı bir varlık olacak ve problem çıkaracaktı. Benim kanaatimce, bu sebeplerden ötürü O’nu iktidardan düşürdüler. Çünkü Bush Hükümeti, Saddam’ın kitle imha silahları geliştirme programına sahip olduğunu ve buna nükleer silah geliştirme planının da dâhil olduğuna inanıyordu. Bu, Körfez’deki Amerikan tahakkümüne karşı kabul edilemez bir tehdit idi. ABD’nin bölgesel üstünlüğünü pekiştirme hedefiyle atılan bu adımın hedefine ulaşmakta beceriksiz olduğunu söyleyebilirim.

ABD siyaseti üzerine Birleşik Krallık’ta (İngiltere) ihtisas yapan bir uzman olarak, ABD ile İngiltere arasındaki özel ilişki (special relationship) hakkında ne söylemek istersiniz? Günümüzde bu özel ilişki nasıl? İngiltere, 40 yıl aradan sonra Avrupa – Asya hattındaki petrol akışının güvenliği için Basra Körfezi’nde bir askeri üs açma kararı aldı. Süveyş’in doğusundan çekildiği 1970’lerden beri Washington’a güvenerek bölgede iş yapan Londra’nın böyle bir karar alması, İngilizlerin Amerikan siyasi iradesine artık güvenmediklerini gösterir mi?

Aralarında bir özel ilişki olduğunu düşünmüyorum. Hatta belki de hiç olmadı. Birleşik Krallık, elbette yıllarca ABD için mühim bir müttefik oldu. Bu ittifakın tezahürü olarak ABD, müttefikine destek sağladı. Bu destek ve bu ilişki, ABD’nin Almanya ve Japonya gibi diğer stratejik müttefiklerinden daha ‘özel’ olmadı.

Körfez’de üs açmakla İngiltere’nin yola kendi başına devam etme kararı aldığını sanmıyorum. Bu olsa olsa İngiltere’nin diğer Avrupalı ülkeler gibi ABD’nin askeri gücüne sığınarak hazıra konmadığını Washington’a göstermek olabilir. Önceki Birleşik Krallık hükümetlerinin de inandığı ve Savunma Bakanı Gavin Williamson’ın da dikkat çektiği gibi Krallığın küresel sahnede büyük bir aktör olduğunu da gösterebilir.

ABD dış politikası üzerine çalışan genç araştırmacılara ne tavsiye edersiniz? Nereden başlamalılar ve nasıl bir metodolojiyle bunu yapmalılar?

Neyi araştırmak istiyorlarsa onu araştırsınlar. Neyin revaçta olup olmadığına ise fazla takılıp kalmasınlar. Günümüzdeki temayüllerin farkında olmak ve ortaya koyduğunuz yaklaşımın içinde yaşadığınız dünyanın anlayışı ve zamanın ruhuyla uyumlu olup olmadığını anlamak gerekiyorsa da aynısı teori ve metod için de geçerlidir.