Arap (Son)Baharı ve Suriye iç savaşı sürecindeki gelişmeler Türkiye ile genel olarak Batılı devletler ve özel olarak da Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında Soğuk Savaş sonrası dönemde gelişen (fakat Türkiye’deki karar alıcılar ve akademi tarafından genellikle göz ardı edilen) stratejik kopuşun reddedilemez şekilde görünür hale gelmesine yol açmıştır.1 Bu stratejik kopuş temelde yeni Ortadoğu’nun üzerine inşa edileceği toplumsal değerler kümesi hakkındaki köklü anlaşmazlıktan kaynaklanmaktadır. Toplumsal değerler noktasındaki bu ayrışma her iki tarafın bölgeye dair gelecek tasavvurlarının ve bu tasavvurları hayata geçirmek için oluşturup uyguladıkları politikaların farklılaşmasına neden olmaktadır. Türkiye ve Batılı ülkeler (özellikle de ABD) arasındaki tikel ve tekil politika tercihlerindeki ve siyasal-diplomatik konumlanmalardaki (Esad’ın ve Baas rejiminin geleceği, Suriye’nin savaş sonrası oluşacak anayasal yapısının nitelikleri, en ciddi tehdidin PYD mi, IŞİD mi, yoksa El-Nusra mı olduğu sorusu üzerinde olduğu gibi) ayrışma/çatışmalar toplumsal değerler kümeleri hususunda varolan temel ve tümel ayrışmanın yansımasından ibarettir.
2011 yılında başlayan “Arap Baharı” sürecinde başta ABD olmak üzere Batılı müttefik ülkelerdeki (devlet adamlarını, siyasetçileri, diplomatları, akademisyen/araştırmacıları ve gazetecileri içeren) çok sayıda gözlemci AKP hükümetleri ve Erdoğan tarafından oluşturulan Suriye’ye yönelik Türk dış politikasını belirsiz, kafa karıştırıcı, tutarsız, kararsız veya ters tepen/tersine etkiler üreten bir politika olarak eleştirmişlerdir. Bu çerçevede söz konusu gözlemciler, Türkiye’nin dış politikasının stratejik saiklerini ve siyasi niyetlerini sorgulamış ve de Türk hükümetlerinin 2011 sonrası Suriye’deki dış politika tercihlerini açıklamak için AKP hükümetlerinin “pro(to)İslamcı” gündemini veya Başbakan/Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kişilik özelliklerini temel alan çok sayıda üzerinde yeterince düşünülmemiş komplo kuramları üretmişlerdir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye’ye yönelik dış politikası, süreç içerisinde farklı dönemlerde farklı kişilerce farklı “suçlar” ile itham ve mahkum edilmiştir: “Suriye rejiminin işlediği insanlık suçlarına rağmen varolan iyi ilişkilerini korumak için Esad taraftarı olmak,” “büyüyen IŞİD/Cihatçı tehdidine rağmen iflah olmaz ve inatçı Esad karşıtlığını sürdürmek,” “Ortadoğu’daki seküler güçlere karşı İslamcı ya da yeni-Osmanlıcı bir cihad gündemini takip etmek,” “Batılı müttefikleri ile uyumlu bir politika izlemeyerek eksen kayması ile onlardan uzaklaşmak,” “batı emperyalizminin Ortadoğu bölgesindeki bir aracı(sı) olmak,” “El-Kaide/IŞİD ve benzer radikal İslamcı (terörist) örgütleri desteklemek,” ve “bağnazca Kürt karşıtı bir politika uygulamak.”
Türkiye ve başta Amerika olmak üzere Batılı müttefiklerinin Suriye politikaları arasındaki bu ayrışma Halep’in kuzeyinde IŞİD’e karşı yürütülen Fırat Kalkanı Harekatı ile kısmen, Afrin bölgesinde PYD/PKK unsurlarına karşı yürütülen Zeytin Dalı harekatı ile tamamen billurlaşmış ve iki taraf için de gizlenmesi mümkün olmayan ve taraflar arasında açık çatışmaya yol açma potansiyeli taşıyan derin ve köklü bir uzlaşmazlığa evrilmiştir.
Türkiye’nin Suriye’ye Yönelik Dış Politikası ve ABD
Dış politika oluşturma sürecini şekillendiren toplumsal değerler kümesi açısından değerlendirildiğinde Suriye’ye yönelik Türk dış politikasının ABD ile bir çok konuda ayrıştığı; İran, Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır ile açıkça çatıştığı; Katar ve Suudi Arabistan ile ise—Libya ve Mısır gibi diğer konulardaki ayrışan politika tercihlerine rağmen—Suriye özelinde kısmi olarak örtüştüğü görülmektedir. Ortadoğu bölgesinin ve Suriye’nin geleceğine dair Türkiye ile ABD arasındaki değer ayrışmasının Suriye Krizi’nin çözümü için uygulanması gereken politikalar ve söz konusu politikaların nihai hedefleri noktasında Türkiye ve ABD arasında derin görüş ayrılıkları yaratmış olduğunu söylemek mümkündür.
ABD’nin Arap Baharı sürecindeki Ortadoğu bölgesine yönelik politikaları 2010 Ulusal Güvenlik Strateji belgesi ile çerçevesi çizilen ve 2015 Ulusal Güvenlik Strateji belgesi ile evrimleşen “Obama Doktrini” etrafında şekillenmiştir. “Bush Doktrini”ne ve bu doktrinin temelini oluşturan önleyici savaş yoluyla Ortadoğu’ya demokrasi ihraç etmeyi ve ABD’nin ulusal değerleri çerçevesinde ulus-inşasını hedefleyen başarısız olmuş ve maliyetli stratejiye bir tepki olarak geliştirilen Obama doktrini, ABD’nin güvenliğini doğrudan tehdit etmeyen bölgelerde Amerikan silahlı kuvvetlerinin dış krizlere doğrudan müdahil olmasını engellemeyi amaçlayan ve bölgesel krizlerin (Sorumluluk Doktrini-Responsibility Doctrine çerçevesinde) söz konusu bölgelerdeki Amerikan müttefikleri tarafından Amerikan askeri ve diplomatik desteği ve de stratejik yönlendirmesi ile çözüme kavuşturulmasını öngören “stratejik kopuş/geri çekilme (strategic disengagement)” ilkesi üzerine inşa edilmiştir.2 Obama doktrini (Almanya, Fransa gibi) Avrupalı devletlerin Suriyeye yönelik strateji ve politikalarını da dolaylı olarak şekillendirmiştir. Başlangıçta Obama yönetiminin ve diğer batılı ülkelerin Suriye’deki krizi “Arap Baharı” çerçevesinde ele aldığı ve ülkedeki gelişmeleri baskıcı bir diktatörlüğe ve tek parti rejimine karşı daha fazla siyasal hak ve özgürlük talebiyle gelişen yeni bir protesto hareketi ve halk ayaklanması olarak değerlendirdiği görülmektedir. Bu nedenle ABD ve diğer Batılı ülkeler Tunus, Mısır ve Libya’da yaptıkları gibi protestoculara diplomatik destek sunmuş, Suriye devlet başkanı Esad’ın istifa etmesi ya da görevden uzaklaştırılması çağrısında bulunmuş ve Suriye’de daha demokratik bir siyasal rejimin kurulmasını talep etmişlerdi.
2011-2013 yılları arasındaki dönemde, ABD ve diğer Batılı ülkeler Suriye’deki Esad yönetimine karşı tek taraflı bir müdahalenin siyasi, ekonomik, diplomatik veya askeri risklerini üstlenmeye istekli olmasalar da, giderek yalnızlaşan Esad rejimine karşı BM Güvenlik Konseyi şemsiyesi altında uygulacak diplomatik baskılar ile desteklenen sınırlı bir askeri müdahalenin (uçuşa yasak bölge gibi) “koruma sorumluluğu” görevini yerine getirmelerini ve krizin çözülmesini sağlayacağına inanmışlardı. Bu nedenle, Libya krizi sürecinde ve Suriye krizinin başlangıcında Türkiye’nin bu ülkelerdeki krizleri diplomatik girişimlerle iki ülkenin liderlerini siyasi reformlar yapmaya ikna ederek çözmeyi hedefleyen çabaları ABD ve diğer Batılı müttefiklerince eleştirilmişti. Özellikle Suriye krizinde, Türkiye’nin Esad yönetimiyle devam eden diplomatik ilişkilerini derhal kesmesi ve Esad rejimine karşı oluşan uluslararası koalisyonun bir ortağı olması talep edilmişti. Kısmen ABD/Batılı ülkelerin bu diplomatik baskı/talepleri, kısmen de aylar süren diplomatik girişimlerinin başarısız olması nedeniyle, Türkiye 2012 yılının başında Esad rejimine yönelik görece “ılımlı” politikasını terkederek Esad’ın görevden uzaklaştırılmasını talep eden daha sert bir diplomatik duruş sergilemeye başlamıştı.
Ancak, ABD’nin Suriye’ye ve Esad rejimine karşı diplomatik duruşu ve politikaları 2013 yılının başından itibaren değişmeye başlamıştı. Bu politika değişiminde Arap Baharı sonrasında yapılan görece demokratik seçimlerle siyasi gücün Batı/ABD karşıtı söylemlere sahip İslamcı grup ve partilerin eline geçmesi ve daha da önemlisi ABD’nin Libya Büyükelçisinin Bingazi konsolosluğuna yapılan saldırıda bir grup İslamcı militan tarafından öldürülmesi etkili olmuştu. Bu gelişmeler, Ortadoğu bölgesinde rejim değişikliği talep eden siyasal-toplumsal hareketlerin desteklenmesinin yararlılığının ABD tarafından sorgulanmasına neden olmuştu. ABD’nin Ortadoğu bölgesine ve Arap Baharı’na yönelik politikalarındaki değişimin ABD’nin Suriye’deki politikasını etkilemesi kaçınılmazdı. ABD’nin politikasındaki ortaya çıkan değişim, Suriye rejimi Şam bölgesinde kimyasal silah kullanarak ABD başkanı Barrack Obama’nın kendi iradesiyle ilan ettiği kırmızı çizgiyi ihlal ettiğinde dahi Obama yönetiminin askeri güç kullanmayı kabul etmemesi/reddetmesi ile görünür hale gelmişti.
2014 yılında IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) ortaya çıkışı ve Suriye ile Irak’ta geniş bir alanı askeri olarak ele geçirmesi, ABD politikasındaki bu değişimi/dönüşümü hızlandırmış ve ABD’nin Ortadoğu politikasının odağını “Suriye’de Esad/Baas rejiminin görevden uzaklaştırılması”ndan—ABD’nin Irak ve Ortadoğu’da 2003 sonrası oluşturduğu/oluşturmaya çalıştığı siyasal düzene karşı daha acil ve önemli bir tehdit oluşturan—“IŞİD’in durdurulması ve mağlup edilmesi”ne kaydırdı. Takip eden süreçte IŞİD’in (internet üzerinden tüm dünyaya yayıldığı şekliyle) Batılı rehineleri kafalarını keserek öldürmesi; etki ve kontrolünün daha geniş alanlara yayılması; farklı Avrupa ülkeleri ve ABD’de gerçekleşen ve IŞİD ile ilişkilendirilen terörist saldırılar; ve de IŞİD’in Batılı ülkelerde yaşayan müslüman azınlıkları radikalleştirme çabalarındaki başarısı Batılı hükümetler açısından Suriye krizinin özünün yeniden tanımlanmasına yol açtı: artık sorun “gaddar” bir diktatörün işlediği katliamlar değil, binyılcı bir bakış açısına sahip radikal bir örgütten kaynaklanan “terörizm” tehdidiydi.
Sorunun özünün yeniden tanımlanması ile birlikte ABD başta olmak üzere Batılı ülkeler Esad’ın ve Baas rejiminin iktidardan uzaklaştırılması konusunda giderek daha az istekli hale geldiler. Esad ve onun “seküler” rejimi Batıya ve çıkarlarına bir tehdit olmaktan ziyade IŞİD’de vücut bulan “radikal” İslamcı tehdide karşı potansiyel bir müttefik olarak görülmeye ve nitelendirilmeye başlandı. Suriye’de sorunun özüne dair bu yeniden tanımlama Türkiye ile Batılı ülkelerin stratejik öncelikleri arasında daha fazla ayrışmaya yol açtı ve sorunun özünde “Esad rejiminin ve onun kendi halkına karşı işlediği mezalimin” olduğu düşüncesi üzerine inşa edilen Türk dış politikası ile temel sorunu “terör ve mülteci akınları üreten istikrarsızlık ve güç boşluğu” olarak algılayan ABD’nin/Batılı ülkelerin dış politikaları arasında derin bir çatlak oluşturdu. ABD’nin Suriye politikasının terörle mücadele yaklaşımına evrilmesi, “ABD’nin Türkiye’nin Suriye’deki hayati güvenlik çıkarlarını tanımaya isteksiz” olduğuna dair bir süredir Türk hükümetlerinde gelişen algıyı besleyerek “Türk Amerikan ittifakı”nı daha da gerginleştirdi ve ikili ilişkilerin daha fazla çatışmacı bir karakter kazanmasına yol açtı.
Bu süreçte Batılı müttefiklerinin (özellikle de ABD’nin) geçmişteki hatalı politika tercihlerinin ürettiği sorunlarla Türkiye’nin tek başına uğraşmak üzere bölgede “yalnız bırakıldığı” ve hatta “ihanete uğradığı” düşüncesi Türkiye’de yaygınlaştı. Batılı akademisyen ve gazetecilerin yaygın inancının aksine Batılı ülkeler ve Türkiye arasındaki bu ayrışma sadece AKP hükümetlerinin veya Başbakan/Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İslamcı dünya görüşü”nden kaynaklanmıyordu. Anti-Batıcı/ABD düşünce ve duygular—Batı/ABD ile taktik bir ittifakı kendi siyasal projelerinin başarısı için önemli gören Kürt ayrılıkçı hareketi haricindeki—siyasi yelpazenin tamamına yayılmıştı. Türkiye ile ABD/Batı arasındaki ayrışmada AKP hükümetlerinin ve Başbakan/Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın siyasi tercihleri sadece önceden var olan çelişkilerin daha da yoğunlaşmasına yol açan birer katalizör rolü oynuyordu. Türkiye kamuoyunda ve Türkiye hükümetlerinde varolan ihanete uğrama duygusu ABD’nin Suriye’de, Türkiye’nin terörist olarak nitelendirdiği PKK ile bağlantılı, bir askeri-siyasi grup olan PYD’ye artan askeri desteğine, Batılı ülkelerin ve ABD’nin Suriye’deki Türkmenlerin geleceğine dair Türkiye kamuoyundaki endişeye karşı duyarsızlığına ve ABD’nin Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu silah sistemlerini satmayı çeşitli gerekçelerle reddetmesine dair haberlerle daha da artıyordu.
Obama yönetimi ise Türkiye’nin ve Başbakan/Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Türkiye’nin askeri gücünün, Suriye’de ABD’nin stratejik öncelikleri çerçevesinde planlanmış askeri operasyonlar için kullanımını reddetmesi nedeniyle hayal kırıklığı yaşıyordu. ABD’nin, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik dış politikasından hoşnutsuzluğunun temel nedeni ise Türk hükümetlerinin ABD yönetimince belirlenen/emredilen bir politika çizgisini takip etmeyi reddetmesiydi. ABD yönetiminin söylem ve eylemleri, kendi stratejisi içerisinde Türkiye’yi dış politikada kendi çıkar tanımlamaları ve tercihleri olabilecek bir oyuncu olarak değil de, yararlanılması veya kısıtlanması gereken bir unsur ya da ABD politikalarının hayata geçirilmesi için kullanılabilecek bir araç olarak kurguladığına işaret ediyordu. Obama yönetiminin bakış açısı, Türkiye’ye kendisini doğrudan etkileyen/etkileyebilecek bölgesel gelişmelere dair söz hakkı tanımaya istekli olmadığı gibi, Obama yönetimi Türkiye’nin kendi özgün toplumsal değerler kümesi üzerinden politika geliştirip uygulama hakkını da kabul etmek ve özümsemek de zorlanıyordu. Bu nedenle de Türkiye’nin kısa ve uzun vadeli çıkarlarına dair kendi algılamaları üzerine inşa edilmiş bağımsız bir politika çerçevesi oluşturma ve uygulama çabasıyla bölgede geliştirdiği askeri ve/veya diplomatik adımlar Türkiye’nin Batıdan uzaklaştığı, İslamcı radikal bir politika izlediği ya da IŞİD’I desteklediği gibi ABD/Batı kaynaklı suçlamalara maruz kalıyordu. Dış politikada bir psikolojik baskı aracına dönüşen suçlamaların ötesinde, Türkiye Münbiç (Manbij) kentindeki PYD/PKK varlığı gibi sorunlarda sürekli değişen söylemler ve tutulmayan sözler ile oyalanıyor ve de sahadaki askeri-politik gelişmeler ile hareket alanı sınırlanarak kendisine çizilen rolü kabul etmesi için zorlanmaya çalışılıyordu.
Suriye politikası açısından ABD ve diğer Batılı müttefikleri ile ayrışması Türkiye açısından stratejik bir ikilem yaratmıştı. Gerekli askeri-diplomatik imkan ve yeteneklere tek başına sahip olmadığı için, Türkiye’nin Ortadoğu bölgesini ve Suriye’yi kendi hakim “toplumsal değerler kümesi”ne uygun olarak (yeniden) şekillendirmek için Batılı müttefiklerinin etken veya edilgen askeri ve diplomatik desteğine ve işbirliğine ihtiyacı vardı. Ancak, Türkiye ile Batılı müttefikleri arasındaki toplumsal değerler kümesi uyumsuzluğu nedeniyle Türkiye’nin bu desteği—en azından kendisinin arzu ettiği düzeyde— alabilmesi mümkün gözükmüyordu. Hem Türkiye hem de Batı/ABD diğer konular ve bölgelerdeki ortak çıkarları nedeni ile topyekün bir stratejik kopuşu göze alamasalar da, her iki taraf için de Ortadoğu bölgesi ve Suriye ile ilgili önemli stratejik konularda fikir ayrılıklarını saklamak zorlaşıyordu. Türkiye’nin 2016 Başkanlık seçimi sonrasında, ABD’de Obama yönetiminin yerini Trump yönetiminin almasıyla ABD’nin stratejik tercihlerinde ve politikalarında (özellikle de Suriye konusunda) Türkiye lehine bir değişim olabileceği beklentisi ise, Trump yönetiminin (kısmen kendi idari ve politik parçalanmışlığı nedeniyle) Obama döneminde Pentagon tarafından şekillendirilen ve uygulanan politikayı devam ettirmesiyle hayal kırıklığı ile sonuçlanmıştı.
Türkiye’nin güvenlik kaygılarına cevap verecek şekilde ABD’nin askeri ve diplomatik olarak Suriye krizine müdahil olmaması ve genel olarak Batılı hükümetlerin eylemsizliği, Türkiye’deki karar alıcıları Türkiye’nin ulusal çıkarlarını korumak ve geliştirmek için riskleri mümkün olan en az düzeye indirirken Türkiye’nin toplumsal değerler kümesinin kısa ve uzun vadede gerçekleşme olasılığını en üst düzeye çıkaracak rasyonel bir politika izlemeye itmiştir. Bu politika, bölgeyi yeniden şekillendirmeyi hedefleyen kapsamlı ve uzun vadeli bir plandan ziyade kısa vadeli kendi-güvenliğini-ve-çıkarını-korumak-için-ne-yapabiliyorsan-kendin-yap ilkesi üzerine inşa edilmiş doğaçlama (ad hoc) bir politikadır.
Bu doğaçlama politika Türkiye’nin Suriye’deki sınıraşan-silahlı-aktörler ile ilişkilerinin de çerçevesini oluşturmuştur. Özellikle 2013 sonrası, Türkiye’nin Suriye’ye dair toplumsal değerler kümesi, ABD/Batı tarafından müttefik olarak görülen ve tercih edilen (ancak Türkiye’nin ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü için tehdit olarak gördüğü) PYD gibi sınıraşan-silahlı-aktörlerden ziyade, bir kısmı ABD/Batı tarafından düşman olarak tanımlanan aktörler ile kısmen de olsa örtüşmeye başlamıştır. Bu durum hem Fırat Kalkanı Harekatı hem de Zeytin Dalı Harekatı süreçlerinde ABD/Batı ile Türkiye arasındaki ilişkileri daha da sıkıntıya sokan askeri ve siyasi çelişkilere yol açmıştır.
ABD yönetimleri, Türkiye’nin Kuzey Suriye’deki Fırat Kalkanı Harekatı’nı IŞİD ile sınırlı kalması ve IŞİD’le mücadeleyi zayıflatmaması şartıyla zımmen desteklemiş; ancak Türk Silahlı Kuvvetleri ve onunla ortak hareket eden Özgür Suriye Ordusu gruplarının ABD’nin IŞİD’e karşı stratejisinin ana aktörü olan PYD’nin kontrol ettiği Münbiç’e ilerlemesi olasılığı doğunca kendi askeri güçleriyle bir tampon bölge oluşturarak harekatı fiilen durdurmuştur. Afrin’deki PYD tehdidine karşı Türkiye’nin başlattığı Zeytin Dalı Harekatı’na ise ABD en başından itibaren olumsuz yaklaşmış, bu tür bir harekatın IŞİD’e karşı mücadeleyi zayıflatabileceğini iddia etmiş ve harekatın hemen başında PYD’nin çekirdeğini oluşturup kontrol ettiği Suriye Demokratik Güçleri’ni Suriye’nin kuzey ve doğu sınırlarını korumak için bir “sınır koruma gücü”ne dönüştürmeyi hedefleyen projesini açıklamıştır. Bu proje, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Türkiye’nin sınırında bir terör ordusu kurma projesi olarak tanımlanmıştır.
Günümüzde Türkiye ile ABD arasındaki sorun iktidardaki kişi ve partilerden veya belirli bir konudaki güncel politika pozisyonlarından değil, tüm politikaların temelini oluşturan toplumsal değerler kümesi noktasında iki ülke arasında var olan/gelişen uyumsuzluktan kaynaklanmaktadır. Bu durumun nedeni soğuk savaş sonrası dönemde değerler, bölgesel/küresel vizyonlar ve çıkarlar noktasındaki farklılıkların soğuk savaş süresince göz ardı edilebilmesini ve her iki ülkenin belirli konularda ortak hedefler doğrultusunda hareket edebilmesini sağlayan varoluşsal ortak tehdit algısının (Sovyetler Birliği/Doğu Bloku) ortadan kalkmış olmasıdır. Soğuk savaş sonrası dönemde Irak ve Suriye krizlerinin gelişimine dek Türkiye-ABD ilişkilerinin görünüşteki normalliği, süregelen kişisel/kurumsal soğuk savaş dönemi alışkanlıklarının ve her iki tarafın çok boyutlu ilişkilerin sorunlu kısımlarını kontrol altında tutarken diğer alanlarda işbirliğine devam etme iradesinin bir sonucudur. Yeni bir ortak tehdit algısının gelişmemesi ya da iki ülkeden birinde veya her ikisinde toplumsal değerler kümelerinin yeniden tanımlanmasına yol açacak bir toplumsal-siyasal dönüşümün gerçekleşmemesi durumunda, Türkiye ile ABD/Batı arasındaki ilişkilerin daha sıkıntılı ve çatışmacı hale gelmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tür bir dönüşüm-değişimin kısa vadede beklenmediği durumda, günümüz için asıl sorun iki ülke arasında varolan diplomatik ve askeri gerilimlerin resmi olarak müttefik olan iki ülke arasında sıcak bir çatışmaya dönüşmeden nasıl ve ne kadar süreyle denetim altında tutulup yönetilebileceği sorunudur.