Ortadoğu’da bölgesel düzen tartışmaları devlet olma niteliğini sağlayacak unsurlar ve devletler arası sorunlar üzerinden ele alınmaktadır. Halbuki küresel ya da bölgesel düzen tartışmaları sadece devlet unsurlarına dayalı pragmatik bir perspektiften değil aynı zamanda normatif bir çerçeveden de incelenmelidir. Bu iki perspektifin birbirini tamamlamadığı durumlarda aktörlerin ilişki sistematiklerini belirleyen düzen tartışmalı hale gelir ve düzensizlik olgusu ortaya çıkar. Avrupa, Kuzey Amerika ve kısmen Güneydoğu Asya (ASEAN) gibi işlevsel bölgesel düzenlerin olduğu örneklere bakıldığında hemen hepsinin egemenlik ötesinde kimlik unsurlarına dayalı bir denge de kurabildikleri gözlemlenmektedir. Her düzenin barındırdığı iki temel çerçeve olan pragmatik ve normatif unsurları bölgesel düzen anlamında egemenlik ve kimlik kavramları özelinde incelemek mümkündür.

Bölgesel perspektiften bakıldığında Ortadoğu’daki düzen(sizlik) problemi pragmatik ve normatif çerçevenin aynı anda ve birbirini tamamlayamayacak şekilde kurulamamış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu iddiayı daha da ileriye taşımak gerekirse Ortadoğu bölgesel düzeni, pragmatik ve kurucu unsurlar anlamında henüz Osmanlı döneminden itibaren ve savaş sonrası düzenlemeler ve konferanslar ile birlikte dünya düzeninin temel pragmatik kurucu unsuru olan Vestfalyan karasal egemenlik unsurunu bünyesine katmıştır. Ancak diğer bölgesel sistemlerin aksine kimlik unsurlarına dayalı normatif çerçeve ise Pan-Arap, Pan-İslam ve benzeri denemelere ve çekişmelere rağmen günümüze kadar oluşturulamamıştır.

Ortadoğu Bölgesel Düzeninde Karasal Egemenlik: Sınırlar ve Devletler

Avrupa bölgesel sisteminin temelini oluşturan ve sonrasında tüm dünyaya yayılarak temel kurucu norm haline gelen Vestfalyan karasal egemenlik anlayışı, mevcut eleştirilerin aksine, Ortadoğu’da kabul edilmiş ve kurucu mefhum halini almış bir düzen unsurudur. Ortadoğu Arap coğrafyası toplumları ve ülkeleri devlet olma niteliklerini kazanmadan çok daha önce, Osmanlı döneminden itibaren, karasal egemenliğin temel unsuru olan sınır kavramını tecrübe etmeye başlamıştı. Hatta Sykes-Picot sınır düzeninin var olan önceki tecrübenin (bölgesel idari taksimatların) de nispeten bir devamı niteliğinde olduğu iddia edilebilir. Böylesi bir yaklaşım devletler arası ilişkilerde birkaç örnek dışında gerçek bir gündem olmayan yapay sınırlar argümanını da nispeten zayıflatmaktadır. Örneğin benzer iddialara tabii tutulan Afrika karasal düzeni ile bir karşılaştırma yapıldığında; Ortadoğu egemenlik düzeninin Afrika’da 1960’lardan sonra uygulanan uti possidetis uygulaması gibi değil; aksine 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı vasıtasıyla bölgeye nüfuz ettirilen Avrupai egemenlik anlayışı ile şekillendiği göz ardı edilmemelidir. Her ne kadar öncesi dönemler için dar’ül harb, dar’ül islam, dar’ül sulh, gaza, cihat gibi kavramlar çerçevesinde oluşturulan kültürel çizgiler ile Avrupa sisteminden farklı ve topraktan ziyade insana bağlı bir bölgesel Müslüman/Osmanlı sisteminden söz edilebilirse de modernleşme ile birlikte Arap coğrafyası Avrupai karasal egemenlik kavramına göre şekillenmeye başlamıştır.

Arap coğrafyası sonraki sınır düzenlemelerine temel teşkil edecek idari şekillendirmeleri 16. yüzyılın başlarından itibaren yaşamaya başlamıştır. Örneğin I. Selim ile birlikte Arap vilayeti Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz bölgelerini içermekteydi ve bu bölgeler de sancaklara bölünmüştü (1520’de Arap vilayeti 15 sancaktan oluşmaktaydı). Tabii ki bu karasal düzen katı bir düzen değildi ve esnek sınırlara sahipti ancak yine de temel teşkil etmesi açısından önemlidir. Hatta müteakip dönemde Halep, Şam ve Mısır beylerbeliklerinin kurulması da erken dönemden itibaren oluşmaya başlayan bu pratikleri göstermektedir. İlginç bir örnek olarak Şam eyaleti gösterilebilir: Şam eyaleti 16. yüzyılın yarısı boyunca önemli düzenlemelere konu olmuş ve 1522’de bu eyalet Adana, Urfa, Antakya ve Malatya’yı içerirken, 1565’de günümüz sınırlarına yakın bir yapıya dönüştürülmüştür. Aynı şekilde 1549’da da Halep ayrı bir eyalet olarak teşkilatlandırılmıştı. 17. yüzyıla gelindiğinde ise Arap coğrafyasının Şam, Trablus, Halep ve Rakka eyaletlerine bölündüğü gözlemlenmektedir.

Avrupai karasal düzenin bölgeye yerleşimi açısından yaşanan en önemli gelişmelerden bir tanesi 1864 Vilayetler Nizamnamesi’dir ve buna göre tüm imparatorluk coğrafyası vilayet, mutasarrıflık, kaza, nahiye ve köy olmak üzere dönüştürülmüştü. Bu durum daha önceki uygulamaların aksine daha belirgin sınır çizgilerinin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Burada Ortadoğu sınırlarının yapaylığı iddialarına karşı bir kaç gelişmeyi vurgulamak yerinde olacaktır zira daha bu düzenlemeler ile birlikte antik Suriye kelimesi Şam eyaletinin yerini almış, Bağdat ve Basra vilayetleri güney Irak olarak ortaya çıkmış ve Musul kuzeyde ayrı bir yerleşim olarak konumlandırılmıştı. Aynı şekilde Suriye Ürdün’ü ve Şam’ı kapsasa da Cebel-i Lübnan ayrı bir yapı olarak tutulmuş ve sonrasında da Beyrut vilayeti oluşturulmuştu. Bunun ötesinde Kudüs sancağı da bu düzenlemeler ile oluşturulan idari birimlerdendi.

Bu erken dönem gelişmelerin ötesinde imparatorluk içerisinde yaşanan krizler ve bölgesel gelişmeler çerçevesinde yapılan müzakereler ve düzenlemeler de Arap coğrafyasında egemenlik ve sınır mefhumlarını iddia edilenin aksine Sykes-Picot’dan önce yaymaya başlamıştır. Mısır krizi ve Akabe sınırının çizilmesi, Cebel-i Lübnan imtiyazı, Filistin’in kutsal sınırlarının oluşması, Basra körfezindeki nüfuz alanlarının oluşturulması, Osmanlı İran sınırının çizilmesi ve Yemen’de sınır düzenlemelerinin yapılması Sykes-Picot ve sonraki düzenlemelerin hepsinden önce Ortadoğu’ya egemenlik düzenine dair pratikleri kazandırmıştır. Tüm bu gelişmeler Akabe, Cebel-i Lübnan ve Filistin örneklerinde olduğu gibi iç meselelerden, Basra Körfezi, İran ve Yemen’de olanlar gibi bölgesel gelişmelerden ve Sykes-Picot’da olduğu gibi uluslararası düzenlemelerden etkilenmiştir.

Kısacası Ortadoğu bölgesel egemenlik düzeni iddia edildiği gibi sadece dış aktörlerin müdahalesi ile ortaya çıkarılan bir düzen değildir. Aksine bölgedeki egemenlik düzeni çok erken dönemlerden itibaren geliştirilen pratikler ile ortaya çıkarılmış ve bu düzenin yerleşmesinde birçok aktörün birbirleri ile olan etkileşimi önemli rol oynamıştır. Dahası bu düzen Vestfalya ile ortaya çıkan egemenlik düzeni ile büyük çelişkiler içermemektedir. Yani Ortadoğu Arap coğrafyası, Osmanlı aracılığıyla Avrupai egemenlik mefhumuna alışmaya başlamış ve bu durum bölgesel sistemin küresel egemenlik normları ile uyumlu hale gelmesini sağlamıştır. Dolayısıyla günümüzde devam eden bölgesel düzensizlik sorunlarını egemenlik kavramı ve salt jeopolitik unsurlar açısından okumak eksik bir yaklaşımdır.

Ortadoğu Bölgesel Düzeninde Kimlik: Bütüncül İddialardan Yerel Ayrımlara

Ortadoğu’da bölgesel düzenin tamamlanmamış unsuru normatif düzen unsurudur. Yani bir takım sosyal mefhumlara dayalı ve bölge devletleri açısından ortak bir davranış kalıbını çizen kimlik çerçevesi Ortadoğu’da hala oturmamıştır. Osmanlı sonrası dönemde Pan-Arabist, Pan-İslamist ya da dengeleyici ve çatışmacı kimlik ve davranış kalıpları ortaya çıkmış ve dönemsel olarak bir düzen yaratmış olsa da nihai sosyal çerçeve kurulamamıştır. Bu kimlik ve davranış kalıpları dönem dönem bir arada var olabilmiş; devletlerarası ve halklararası düzende davranış kalıpları için bir çerçeve yaratabilmiş ancak nihayetinde bütüncül bir normatif düzen sağlanamamıştır.

Arap dünyasında tecrübe edilmiş söz konusu normatif düzenler açısından önemli bir ortak nokta da şudur: Pan-Arap ve Pan-İslamist normatif düzenler her ne kadar solidarist idealler ortaya koysa da devletlerin bireysel egemenlik anlayışını ciddi manada tehdit etmemiş ve onunla uyumlu yaşamıştır. Yani Ortadoğu’da normatif düzen denemeleri olan Pan-Arap ve Pan-İslamist tecrübeler aynı zamanda devletlerin bireysel bağımsızlık anlayışlarını da kabul etmiş ve böylece Vestfalyan egemenliğe dayalı pragmatik düzeni tamamlayan bir çerçeve ortaya çıkartmıştır. Pragmatik-normatif düzen unsurlarının birbirlerini tamamladığı dönemlerde nispeten bölgesel düzenini sağlamış bir Ortadoğu Arap coğrafyası ortaya çıkarken, bu unsurlardan birinin işlevini kaybettiği dönemler düzensizlik dönemleri olmuştur.

Pan-Arap idealin en önemli kurumu olan Arap Birliği Teşkilatı’nın 1945 yılındaki sözleşmesi de egemenliğe saygıyı öncelemektedir. Pan-Arap normatif düzenin en önemli getirilerinden bir tanesi bölge ülkeleri arasında diplomatik pratikleri (özellikle zirveler) geliştirmesi ve çatışma dinamiklerini en alt düzeye indirerek bir toplum anlayışını ortaya çıkartmasıydı. Bilindiği gibi bu durum 1990 Körfez Savaşı ile bozulmuştu; iki Arap devleti savaşmaya başlamış, Arap devletleri karşı karşıya gelmiş ve bir ABD müdahalesi çağrısı ortaya çıkmıştı. Vestfalyan egemenlik düzeninin Ortadoğu’nun pragmatik düzeni açısından ne derece önemli olduğu, Pan-Arap normatif ideallerin pragmatik düzenin yerini almaya kalktığında karşı karşıya kaldığı durum şu örnek ile incelenebilir: Anti emperyal ve anti siyonist bir retorik ile yükselen Nasır’ın vizyonunu geliştirdiği Birleşik Arap Cumhuriyeti yalnızca 1958-1961 yılları arasında 3 yıl hayatta kalabilmişti.

Yani Arap dünyasındaki normatif düzen idealleri sosyal bir çerçeve olarak kalmak yerine Vestfalyan karasal egemenliğin yerini almaya kalktığında başarısızlığa uğramıştır. Bu sistematiği Arap Baharında yükselen Pan-İslamist retorik ve sonrasındaki benzer çöküş açısından da düşünmek mümkündür. Pan-Arap normatif düzen çerçevesinde oluşan ortak dış politika davranışına pek çok örnek getirilebilir: İsrail’e karşı oluşturulan ekonomik boykot, Irak’a karşı Kuveyt’in bağımsızlığının savunulması ve 1973 Petrol krizi. Aynı şekilde Filistin sorunu çerçevesinde gelişen davranış kalıpları da Ortadoğu Arap coğrafyası için bir normatif düzen çerçevesi oluşturmuştur ve ülkeler arasındaki bölgesel dış politika uyumunun artmasını sağlamıştır.

Pan-Arap idealler kadar hayata geçirilemese de Ortadoğu’da devletlerarası değil ancak halklar arası düzende etkili olan bir diğer solidarist normatif düzen de Pan-İslamist idealler ile varolagelmiştir. Devletler düzeyinde bunun en önemli kurumsal örneğini İslam İşbirliği Teşkilatı oluşturmaktadır. Ancak yine 1972’deki kurucu tüzük, devletlerin bireysel bağımsızlıklarını tanımakta ve Vestfalyan düzene bir meydan okuma getirmemiştir. İslam İşbirliği Teşkilatı öncesinde de Pan-İslam kurumsallaşma anlamında adımlar atılmaya çalışılmıştır: Dünya İslam Kongresi, Pakistan liderliğindeki İslam konferansları ve Müslüman Ligi, İslam İktisat Konferansı… Burada vurgulanması gereken nokta şudur: Pan-Arap ideallerin hayata geçirilememesi ve sonrasında çıkan otoriter Arap liderleri dönemi Arap dünyasında halklar arasındaki düzende gelişen ve muhalif/devrimci özelliklere sahip bir Pan-İslamist düzen arayışını doğurmuştur. Beraberinde ortaya çıkan devlet dışı aktörler de bu anlamda önemli rol oynamıştır. Bu noktada özellikle 1982 Lübnan işgaliı, 2003 Irak İşgali ve 2006 İsrail-Hizbullah savaşı kilit rol oynamıştır.

Burada günümüz normatif düzen anlayışı açısından sorulması gereken sorular şunlardır? Arap Baharı sürecinde insanlararası düzlemde etkili olan Pan-İslamizm düzeni devletlerarası bir düzene dönüştürülmeye mi çalışılmıştır? Suriye krizi ve Yemen savaşı ile birlikte oluşmaya başlayan bölgedeki savaş-güven(sizlik) normu nasıl bir kimlik üzerinden şekillenmektedir?

***

Ortadoğu bölgesel düzeni pragmatik çerçevesini savaş yıllarından itibaren oluşturmaya başlamıştı. Hatta yukarıda özetle bahsedilen sınır düzenlemeleri ele alındığında bunun esasında Osmanlı’nın son döneminden itibaren sağlanmaya başladığı görülebilir. Takip eden yıllarda Arap dünyasının diplomatik konferanslar ve ikili ilişkiler ile hem uluslararası sisteme dahil olduğu ve hem de bölgesel manada egemenlik unsurları ile ilişki kurmada tecrübe kazandığı bir gerçektir. Tarihsel bir bakış aslında Ortadoğu’da hemen tüm çabaların bu egemenlik unsurlarına dayalı düzen çerçevesinin limitlerini denemek üzerine harcandığını da göstermektedir. Ancak kimliğe dayalı düzen arayışları Ortadoğu’da ya lokal kalmış ya da yeterli denenme imkanı bulamamıştır. Pan-Arabist ve Pan-İslamist denemeler birbirlerinin zıttı olarak gelişmiş, biri devletlerarası düzlemde aktif olurken diğeri halklar arası düzlemde kök salmış ve bunlar bütüncül bir normatif düzen çerçevesi kuramamıştır. Nihayetinde 2010’ların getirdiği Arap Baharı dalgası ise yerel kimliklerin daha da öne çıkmasını sağlamıştır. Düzen yaratacak normatif unsurların ortaya çıkması durumunda yerel kimliklerin öncelenir olması da esasında sorun yaratmayacaktı ancak temel mesele egemenlik çerçevesinin aksine bu normatif çerçevenin kurulamamış olmasıdır.

Arap Baharı’nı yaratan sebepleri ve sonrasındaki gelişmeleri ve kaotik bir yapıya evrilmiş olan mevcut düzensizliği de yine egemenlik unsurları olan sınır ve jeopolitik kıstaslar üzerinden anlamaya çalışanlar ya da bu sebepleri doğrudan Sykes-Picot düzenine bağlayanların açıklamaları tatmin edici olmaktan uzaktır. Elbette Sykes-Picot düzeninin meşru olmadığı tartışmasızdır. Ancak pek çok araştırmacının da dile getirdiği gibi günümüz Ortadoğu normatif düzeni; kabile yapısı, dinin rolü, entelektüel yapı ve sosyo-ekonomik bağlam ele almadan anlaşılamayacaktır.

Kısacası Ortadoğu bölgesel düzensizliğinin kökenlerini, bir boyuta kadar tamamlanmış olan pragmatik boyutlu egemenlik çerçevesindeki unsurlar üzerinden anlamaya çalışmak yerine, henüz hala temel oluşturabilecek bir düzeye ulaşmaktan çok uzakta olan normatif boyutlu sosyal unsurlar ve egemenlik ve kimlik unsurlarının birbirini ne kadar tamamladığı üzerinden anlamaya çalışmak çok daha nitelikli çıkarımlar için faydalı olacaktır.