Bugünlerde Türklerin umumi tarihleri konusunda yazılanları okuyorum. En eski zamanlardan günümüze kadar yazılan bir çok eseri okudum, bazılarının ana fikirlerini araştırdım. Çinlilerin bu konuda yazdıklarını özellikle merak ediyorum. Nitekim İki Çinli tarafından yazılmış Türklerin Tarihi1 diye bir kitap görünce derhal sipariş ettim ve okumaya başladım. Ama okudukça gördüm ki bu bizim bildiğimiz anlamda Türklerin Tarihi değil. Gök Türklerin ve Çin’de yaşayan “Türk dilli halkların” (Uygur, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar, Salar ve Yugur azınlıklarının) tarihi; daha doğrusu, bu halkların Çin tarihi içinde konumlandırılması.
Kitabın tekrar tekrar (belki on beş defa) vurguladığı iddia şu: “Türk” kelimesi bir ulusun adı değildir; vaktiyle (VI.-VIII. asırlarda) Çin topraklarında hüküm sürmüş, IX. asırdan sonra tamamen ortadan kaybolmuş bir kabilenin adıdır. Uygurların ve Çin’de yaşayan diğer “Türk dilli” halkların bunlarla hiçbir alakası (kan bağı veya soy akrabalığı) yoktur. Bu halklar, hasbelkader Türk (Gök Türk) Kağanlığı’nın egemenliği altından yaşamışlar; Bizans, Arap ve Fars kaynakları “yanlışlıkla” bu halkların hepsine “Türk” demişler. Batılı tarihçiler de bu yanlışı devam ettirmişler. Fakat Çin kaynakları “Türk dilli halkların” farklı etnik gruplar olup ayrı ayrı soylardan geldiğini, ayrı tarihleri olduğunu hep söylüyormuş. Türklerin ortaya çıkışı VI. asırda iken, Uygurların, Kırgızların ve Kazakların tarihi kökenleri daha eskiye dayanıyormuş. Bu halkların gelenekleri de birbirinden çok farklıymış (neredeyse “aralarında hiç ortak nokta yok” diyecek). Yazarlar Uygurların tarihte Türklere düşman bir kavim olduğunu ima ediyor, Uygurların (Gök) Türk yönetimine baş kaldırdıklarını ve devletlerini yıktıklarını (birkaç yerde) vurguladıktan sonra “Tang Hanedanına bağlı” bir Uygur devleti kurduklarının altını çiziyorlar.
Çinli yazarlar Gök Türklerin tarihî rolünü küçültmek için epey gayret ettikten sonra lütfedip onların bazı iyi taraflarını da dile getirmişler. Gök Türkler aslında Çin’in bir etnik azınlığı imiş, onlarla hep dostane geçinmişler. Aralarında -nadiren de olsa- gerginlikler olmuş fakat merkezî yönetim Çinli prensesler göndererek bu gerginliği yatıştırmış. Bu prensesler sayesinde Göktürklerin ekonomisi gelişmiş, Çin kültüründen nasiplenmişler. Türk kağanları da kızlarını Çin valileri ve komutanları ile evlendirmişler. Sonra her şey bitmiş, IX. asırdan sonra Türkler diğer halklar arasında dağılıp kaybolmuşlar. Ama yine de bugün kendilerinin Türk soyundan geldiğini iddia eden halklar varmış: Bunlar Türkiye, Azerbaycan, Kıbrıs, Kazakistan, Türkmenistan ve Kırgızistan’da yaşamaktaymış.
Bu iki yazar Çin’de yaşayan “Türk dilli halkların” tarihini de ihmal etmemişler. Lütfedip Uygurlara üç sayfa, diğerlerine birer-ikişer sayfa ayırıp hepsinin tarihini Çin hakimiyetine girmeleriyle sonlandırıyorlar. Okuyucuya tekrar tekrar Türklerin tarihte olmuş bitmiş bir efsane olduğunu, Uygurların ve diğer “Türk dilli” halkların Türklerle hiçbir bağının bulunmadığını söylüyorlar.
Yukarıda sözünü ettiğim yaklaşım münferit bir hadise veya sadece bu kitaba has bir şey değil. Çince bilen tarihçi dostlarımla yaptığım sohbetten öğrendiğime göre bu görüş, Çin tarihçiliğindeki tipik, yerleşmiş bir anlayış. Asırlar boyu değişmeyen, Çin-merkezli bir tarihçilik var. Bugün de Çinli tarihçiler Çin’in asimilasyoncu siyasetlerini haklı göstermeyi amaçlayan kitaplar yazıyorlar. Bizim ele aldıklarımız bunlardan sadece ikisi. Bu kitaplarda ilmî kıymeti haiz bir şey yok; ibret için okunabilir sadece.
Çinli gözünden Uygur tarihini ele alan bir başka kitap daha yayımlandı: Li Sheng, Çin’in Xinjiang Bölgesi: Geçmişi ve Şimdiki Durumu (Xinjiang Halk Yayınevi, 2006, 326 sayfa). Şimdi güya nesnel yazıldığı iddia edilen bu kitapta neler söyleniyor ona bakalım. Kitap, Hunların Türklükle alakasına hiç değinmeden Türk Kağanlığı’na geçiyor. “Köle sistemi uygulayan Türk Kağanlığı, bozkırlarda yaşayan diğer kavimlere zalimce davranırdı” (s. 33) deniliyor. Bu kavimler, Tang Hanedanı’nın desteğini alarak Türk Kağanlığı’nın zalimliğine baş kaldırmışlar. Türk Kağanlığı’nı yıktıktan sonra Huiheler (mahsus Uygur demiyor) Çin başkentine elçi göndererek merkezî yönetimden (işte bu ibarede bugünkü duruma kılıf uydurma gayreti açıkça görülüyor) onay istemişler ve Huihe Hanlığı (Uygur Kağanlığı) böylece ortaya çıkmış. Yani, Uygurlar bağımsız değil, Çin’e tâbi, vassal bir devlet imiş (s. 33). “Azınlıkların şefleri” Çinli prenseslerle “evlenirlerdi” diyen yazar, Huihelerin o zamanki nüfusunu tespit etmeyi de ihmal etmemiş: “En fazla 500 bin” diyor (s. 35). Arkasından, onlarla benzer bazı özellikler taşısalar da, bugünkü Uygurların “bambaşka bir nitelik” ve etnik kimlik kazandıklarını vurgulamayı unutmuyor (s. 43).
Yazar, bölgedeki dil, edebiyat ve sanat çeşitliliğini ayrıntılı olarak anlattıktan sonra 1750’li yıllara geliyor. Bu yıllarda Qing Hanedanı, Xinjiang’ı (Çin ile) birleştiriyor (Sovyet yönetimi zamanında da Rusya ile “birleşme” veya “gönüllü katılma” kelimeleri kullanıyordu). Böylece, (Çin’in) Batı Bölgeleri, “vatana yeniden kavuşan eski topraklar” anlamına “Xinjiang” diye anılmaya başlanmış (s. 101). Bunu izleyen 60 yıl boyunca (tabii ki, Çinlilerin getirdiği medeniyet sayesinde) bölgede refah hüküm sürmüş. Fakat sonra yeniden karışıklıklar, Qing Hanedanlığı’na karşı isyanlar, “feodal yönetim bölünmüşlüğü” baş göstermiş (s. 107). Bunlar içinde en kötüsü ise Hokand Hanlığı’ndan gelen Yakup Bey’in Xinjiang’ı işgal etmesi olmuş. Kitapta Yakup Bey hakkında olmadık kötülükler sıralanıyor: Bölgede yaşayan farklı etnik gruplardan oluşan halklara karşı cihat adı altında zalim bir rejim uygulamış (bu “zalim” kelimesi birkaç kez tekrarlanıyor), işgalci ordusuna dayanarak Xinjiang halkının naaşları üstünde kirli bir cennet kurmuş, ülkenin her yanında oğullarıyla birlikte ahlaksız yaşam tarzına uygun saraylar inşa ettirmiş, 600’den fazla genç kızı saraya aldırarak onları seks kölesi hâline getirmiş, onun zalim yönetimi altında yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiş. Ancak değişik etnik gruplardan oluşan halk (bu vurgu hep var) Yakup’un zulmüne boyun eğmemiş, onunla mücadele etmiş. Nihayet, 1876’da Qing Hükûmeti’nin gönderdiği ordu ve yerel halkın gayretiyle 1878’de Yakup’un güçleri kovulmuş ve böylece ülke kurtarılmış (s. 109).
Kitabın Dördüncü Bölümü’nde yazar, baş kısımlardaki “bilimsel” kisveden iyice sıyrılıyor. Ona göre 744’te Uygurlar Türk Kağanlığı’nı yıktıktan sonra Türk topluluğu da dağılarak başka milliyet ve topluluklar içine karışıp yok olmuş (s. 138). Yazarın Türkistan kelimesiyle de sorunu var. Coğrafî bir tabir olan Türkistan kelimesinin yeniden gündeme gelmesi XIX. yüzyılın başlarında kapitalist güçlerin Orta Asya’da sömürgeci yayılmacılık girişimlerinin ürünüymüş (s. 140). Yazar bundan sonra sevimsiz tabirleri, Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm düşüncelerini anlatmaya girişiyor: “XX. yüzyılın başında Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm, tamamen Osmanlı feodal toplumunun üst tabakasında yer alan din adamlarının eline geçerek dinî fanatizm ve milliyetçi şovenizmin özelliklerini taşıyan bir düşünce akımı haline” getirilmiş, feodal güçlerin ve emperyalizmin aleti olmuş, sonunda bu zararlı akımlar Xinjiang’a da sızmış. 1917 Devriminden sonra Pan-Türkizm Rusya’da çekiciliğini yitirmiş, “Gaspıralı ve yandaşları Türkiye’ye sürgüne gitmiş (Gaspıralı 1914’te rahmetli oldu!) (s. 140). Yazar daha sonra Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti’nin “bölücü yönetimi”ni, bölge halkına verdikleri “zararları”, yabancı güç odaklarından aldıkları destekleri ve “bir avuç bölücünün gerici girişimleri” anlatıyor (s. 144-159). Sonra da (Çin ile) “birleşme yanlısı güçlerle bölücülük yanlısı güçler” arasındaki mücadeleyi ve bölücülüğe karşı ideoloji alanında yapılan çabaları ele alıyor (s. 166-177). Mutlu son, Mao döneminde Xinjiang sorununun barışçı çözümü ile neticeleniyor. Xinjiang’ın kalkındırılması ve yeniden yapılandırılması uzun uzun anlatıldıktan sonra son bölümde 2001 yılına kadar olan “bölücü faaliyetler” ele alınıyor. Bu bölümde “Bölücülüğe Karşı İdeoloji Alanında Yapılan Mücadele” kısmını okurken sanki Sovyet resmî ders kitabını okumuş gibi oldum (s. 292-309). Burada Uygur tarihi hakkındaki “siyasi yanlışlar” (mesela, bunlardan biri “Uygurların tarihte Çin’den bağımsız olarak yaşadıkları iddiası”ymış) dile getiriliyor.
Görüldüğü gibi, bu kitap, açıkça bir propaganda ürünüdür. İngilizce, Fransızca, Almanca, Japonca, Rusça, Arapça ve Türkçenin yanı sıra Uygurca ve Kazakçaya da çevrilmiş (arka kapak yazısından). Kitabın üzerine fiyat da konulmamış. Yani, dünya kamuoyunu etkilemek, Doğu Türkistan meselesini Çinlilerin gözüyle anlatmak amacıyla dağıtılmış bir eser. Türkiye’deki bir yayınevi bu işi gönüllü yapmayı üstlenip kitabı değişik bir adla bir de kendisi basmış: Sinciang Uygur Tarihi (İstanbul: Kaynak Yayınları, 2013). Çinli yazara bir şey diyemem, o görevini yapmış; otoriter devletlerde tarihçinin görevi siyasidir, resmî söylemi meşrulaştırmak ve mevcut uygulamalara tarihsel bir kılıf uydurmaktır. Hazin olan şey, böyle şovenist bir Çinlinin kitabının “nesnel bir bakış açısıyla yazılmış, çok önemli bilimsel çalışma” diye sunulması, “Türklerin tarihî anayurdunun gerçek hikâyesini roman tadında okuyacaksınız” denilmesidir (kitabın arka kapak yazısından). Dahası, bu kitabın tanıtımını yapan bir yazıda, Doğu Türkistan’da uygulanan zulmün, “ABD’nin böl-yönet politikası”, “Uygur bölücülüğü”, “emperyalizmin yerel gericilikle ittifakı”2 gibi şeytanlaştırıcı gerekçelerle üstünün kapatılmaya çalışılmasıdır.
Yorumlar
Ahmet Taşağıl’ın makalesi de Çinli yazarlarla benzer ifadeler içeriyor : “Çinlilere karşı son derece tacizkar davranıyorlardı. Onların uygunsuz hareketlerine Çinlilerin güvenlik güçleri hiçbir şey yapamıyorlardı. “