Geçtiğimiz günlerde İtalyan basınına ve ardından dünyaya yansıyan bir haber, 1990’ların ortasında, Avrupa’nın göbeğinde yaşanan vahşetin basit bir kıyım olmadığını, aynı zamanda “saygın” Batılı bireyler için nasıl bir “eğlence” paketine dönüştürüldüğünü ortaya koydu. Milano Savcılığı, 1992-1996 yılları arasındaki Saraybosna kuşatması sırasında, İtalyan vatandaşlarının şehre “keskin nişancı safarileri” düzenlediği iddialarını soruşturuyor. İddianameye göre, “itibar sahibi”, zengin İtalyanlar, hafta sonları bir “av” deneyimi yaşamak için organize turlara katılıyorlardı. İtalya’nın Trieste kentinden kalkan Yugoslav/Sırp havayolu uçaklarıyla Saraybosna’yı çevreleyen tepelere götürülüyor, burada Radovan Karadzic’e (daha sonra soykırımdan hüküm giyen Sırp lider) bağlı milislere astronomik ödemeler yapıyorlardı.

Bu ödemenin karşılığı neydi? Bir keskin nişancı tüfeği alıp, kuşatma altındaki çaresiz Müslüman sivillere, yani “canlı hedeflere” ateş etmek.

Şikayeti yapan gazeteci Ezio Gavazzeni’nin ortaya koyduğu detaylar, “vahşet” kelimesinin yetersiz kaldığı bir ahlaki çürümeyi belgeliyor. İddialara göre, bu “turistler” için bir “fiyat listesi” bile mevcuttu. Vurulacak hedefin niteliğine göre fiyat değişiyordu: Bir çocuğu vurmanın bedeli en yüksek tarife iken, yaşlı bir insanı vurmak “bedava” idi.

Bu “turistler”, Cuma günü “insan avına” çıkıyor, hafta sonu tetiğe basıp “deneyim” yaşıyor ve Pazartesi günü Milano veya Torino’daki “saygın” işlerine, normal hayatlarına, “medeni” toplumdaki statülerine geri dönüyorlardı. Kuşatma mağdurlarının yıllardır anlattığı, “hafta sonları keskin nişancı ateşinin arttığı” yönündeki tanıklıklar, bu mide bulandırıcı turizmle birleştiğinde, tablo daha da netleşiyor.

Bu olay, üç-beş caninin kişisel sapkınlığı olarak okunmamalıdır. Bu, organize bir “hizmet”tir. Bir havayolu şirketi, bir ordu (Sırp milisler) ve “müşteriler” (Avrupalı elitler) arasındaki bir ticarettir. Bu, trajedinin metalaştırılması, insan hayatının “deneyim” olarak satılmasıdır.

Kongo Vitrininden Saraybosna Tepelerine

Eğer bu olayı “münferit bir delilik” olarak ele alırsak, Avrupa merkezli “medeniyet” anlatısının tuzağına düşmüş oluruz. Zira Saraybosna’daki “insan avı”, Avrupa elitlerinin “öteki”nin yaşamını ve trajedisini bir “eğlence” ve “deneyim” paketine dönüştürmesinin ne ilk ne de son örneğidir. Bu, maalesef tekrar eden tarihsel bir patendir.

Bu paternin tarihte en bilinen ve meşhur olan sembolü, “İnsan Bahçeleri”dir. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında, Paris, Brüksel, Hamburg ve Londra gibi Avrupa kentlerinin en popüler eğlencelerinden biri, sömürgelerden (özellikle Belçika Kongosu ve Afrika’nın diğer bölgelerinden) getirilen yerlilerin, “otantik” köylerinin benzerlerinde sergilenmesiydi.

Dönemin elitleri tarafından yönlendirilen ve bu propagandaya maruz kalan milyonlarca Avrupalı, bu “bahçelere” giderek, “ilkel” olarak yaftaladıkları insanları, tıpkı bir hayvanat bahçesindeki egzotik hayvanları izler gibi izledi. Bu “eğlence”, iki amaca hizmet ediyordu: Birincisi, Avrupalının kendi “üstün” medeniyet seviyesine olan inancını pekiştirmek; ikincisi, sömürgeciliğin acımasızlığını “medenileştirme misyonu” adı altında meşrulaştırmak.

Kongo’da Kral II. Leopold’un kauçuk toplamadaki kotayı dolduramayan yerlilerin ellerini ve kollarını kestiği o korkunç vahşet “arka planda” yaşanırken, “vitrinde” o yerlilerin “mutlu” halleri sergileniyordu.

1990’ların ortasında Saraybosna’da yaşandığı ortaya çıkan “safari” ile Brüksel’deki “insan bahçesi” arasındaki zihniyet birebir aynıdır: Her ikisi de “öteki”ni insan olarak değil, bir “nesne” olarak görür. Biri, “izlenecek” bir nesne; diğeri, “vurulacak” bir nesne. 19. yüzyıl eliti, Avrupa’da “öteki”ni görmek için para ödüyordu; 20. yüzyılın sonundaki “deneyim” arayan eliti ise, teknoloji ve savaşın sunduğu imkanla, “öteki”ni öldürmek için para ödüyordu. Yöntemler modernleşiyor, ancak “medeniyetin” altındaki o sömürgeci ve vahşi bakış baki kalıyordu.

Uygarlık Zırhının Delindiği Yer: “Biz” ve “Onlar”

Bu tarihsel süreklilik, bizi “medeniyet” dediğimiz kavramın ne olduğuna dair daha derin, teorik bir tartışmaya zorluyor.

Norbert Elias, Uygarlık Süreci (The Civilizing Process) adlı eserinde, modern Avrupa’nın feodal dağınıklıktan ulus-devlete geçiş sürecini (ya da modernleşmesini), sadece siyasi değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir dönüşüm olarak analiz eder. Elias’a göre “medenileşme”, şiddet dürtülerinin kontrol altına alınması, dışsal zorlamaların içsel otokontrole dönüşmesi ve şiddet tekelinin Weberyan anlamda siyasi otoriteye devredilmesidir. Yani şiddet dürtüsünün eğitilmesi ve kontrol altına alınması Avrupa merkezli “uygarlığın” en temel sürecidir. Bireyler, şiddetten arındırılmış kamusal alanlarda yaşayabilmek için görünmez bir “psikolojik zırh” giyerler.

İşte Saraybosna safarisi, bu teorilerin Avrupa özelindeki ikiyüzlülüğünü gösteren mükemmel bir laboratuvardır. Görünen o ki, Elias’ın bahsettiği uygarlık süreci, Avrupa’da sadece içsel bir proje olarak işlemiştir. Avrupalılar, birbirlerine karşı şiddet dürtülerini törpülemeyi ve kamusal alanlarını “medeni” hale getirmeyi başardılar. Ya da söylemsel olarak bu iddiayı ve tahayyülü hep diri tuttular (kendi aralarındaki iki dünya savaşına rağmen).

Ancak, zaten bilindiği gibi, bu içsel “medenileşme”, “öteki”nin, yani Avrupalı olmayanın, sömürgeleştirilmesi ve vahşice sömürülmesi sayesinde finanse edilmiştir. “Ahlaki çember”, hiçbir zaman tam anlamıyla kozmopolit olamamış, Avrupa’nın (veya geniş anlamda “Batı”nın) sınırlarında durmuştur.

Bu zihniyetin sonucu şudur: Avrupalı elit, kendi iç kamusal alanında (Milano’da, Paris’te), haklı olduğu bir meselede dahi, bir insana tokat atmanın “barbarlık” olduğunu bilir ve bundan utanç duyar. Ama aynı elit, Cuma günü uçağa binip “ahlaki çemberin” dışına, yani “barbarların” dünyasına (Saraybosna’ya) gittiğinde, o medeniyet zırhını çıkarabilir. Orada karşısındaki bir “insan” değil, “avlanabilir” bir nesnedir. Pazartesi günü Milano’ya döndüğünde ise zırhını tekrar giyer ve uygar yaşamına devam eder.

Elbette, burada ‘Avrupalı’ derken topyekün bir halktan veya yekpare bir kültürden bahsetmiyoruz. Bu, kolaycı bir genelleme değil; bu eleştiri, daha çok kıtanın ‘kurucu ve yönetici elitlerinin’ tarihsel zihniyet kodlarına yönelik bir tespit ve eleştiridir.

Aksine, bugün Avrupa’da bu elitist ikiyüzlülüğe karşı çıkan güçlü bir vicdani uyanış ve kitlesel bir hareketlilik de mevcuttur. Bugün Gazze’deki soykırım karşısında kendi ‘medeni’ hükümetlerine en sert muhalefeti gösteren, ‘ahlaki çemberin’ derhal genişlemesi gerektiğini savunan ve bu ikiyüzlülüğe isyan edenler de yine bizzat Avrupa halklarının kendisidir. Üniversite kampüslerini sarsan direnişlerden, liman işçilerinin boykotlarına ve başkentlerin sokaklarını dolduran milyonluk yürüyüşlere kadar uzanan hareketliliği görmezden gelmek mümkün değildir.

Ancak sorun tam da burada yatmaktadır: Halkların bu vicdani talebi ile elitlerin (Saraybosna’da tetiğe basan o ‘saygın’ iş insanından bugünün ‘medeni’ politikacısına uzanan) sömürgeci ve çıkarcı zihniyeti arasında derin bir uçurum bulunmaktadır.

Dahası, elitlerin bu kitlesel vicdani uyanışa verdiği tepki, o ‘uygarlık zırhının’ ne kadar koşullu olduğunu bir kez daha göstermektedir. Avrupa’nın ‘medeni’ bireyi, ne zaman ki ‘öteki’nin hakkını savunmaya kalksa, bizzat kendi devlet elitleri tarafından ‘tehdit’, ‘radikal’ veya ‘terör destekçisi’ olarak damgalanmaktadır. Gazze’de yaşananları ‘soykırım’ olarak adlandırmanın dahi ‘anti-semitizm’ sopasıyla susturulduğu; bunu dile getiren akademisyenlerin, hatta rektörlerin anında görevden alındığı; öğrencilerin ise yeri geldiğinde polis şiddetine maruz kaldığı bir iklimden bahsediyoruz.

Dikotomik Ahlak ve Seçici Duyarlılık

Kısacası, Avrupa elitleri ‘ahlaki çemberi’ genişletmek yerine, o çemberin dışındakileri savunan kendi vatandaşlarını bile ‘ötekileştirmeyi’ göze almaktadır.

İşte bu dikotomik ahlak yapısı—yani halkların vicdanı ile elitlerin çıkarları arasındaki bu kopuş— bugün dünyada yaşanan sorunlara karşı sergilenen “seçici duyarlılığın” da temel sebebidir. Küresel sistemin “öteki”si olan Gazze’de yaşanan soykırıma karşı takınılan tavır, bu tarihsel paternin bir devamıdır.

Ukrayna’da yaşananlar (Avrupa’nın iç meselesi, “bizim” çemberimizin içi) uluslararası hukukun ve medeniyetin sonu olarak görülürken; Gazze’de yaşananlar (çemberin dışı, “onların” meselesi, elitlerin çıkarlarıyla uyumlu) ‘meşru müdafaa’ veya ‘karmaşık bir bölgesel sorun’ olarak rasyonalize edilmekle kalmaz, bu soykırım bizzat bu elitler tarafından askeri, diplomatik ve finansal olarak desteklenir. Ukrayna için anında devreye giren yaptırımlar ve uluslararası mahkemeler, Gazze’deki fail (İsrail) için ‘veto kalkanına’ ve ‘koşulsuz desteğe’ dönüşür.”

Saraybosna tepelerinde para karşılığı çocukları vuran o “saygın” iş insanı ile bugün Gazze’deki soykırıma askeri ve siyasi destek veren “medeni” politikacıyı besleyen zihniyet aynıdır: “Bizim” insanımız ve “onların” nesneleri. İtalyan savcılığının soruşturması, bu yüzden sadece bir örgütlü cinayet soruşturması değil, aynı zamanda Avrupa elitlerinin medeniyet projesinin ikiyüzlülüğüyle ve içindeki vahşetle yüzleşmesi için tarihsel bir fırsattır.

Ancak bu yüzleşme, ikiyüzlülüğün bir hata değil, bizzat uygarlık projesinin kendisi olduğunu kabul etmekle başlamalıdır. Görünen o ki ‘medeniyet’, ‘insan hakları’ ve ‘hukuk’ gibi kavramlar, Batı elitlerinin elinde evrensel hedefler değil; ‘öteki’ni yönetmek, ‘nesneleştirmek’ ve Saraybosna’dan Gazze’ye, Kongo’dan Epstein’in adasına kadar uzanan bir ‘istisna coğrafyasında’ vahşeti meşrulaştırmak için kullanılan araçlardır. İkiyüzlülük, sistemin arızası değil, işletim sisteminin kendisidir.