Hamas’ın 7 Ekim 2023 günü İsrail’e saldırısı ile Filistin direnişinde yeni bir aşamaya geçilmiştir. İsrail’in karşı saldırıları, toplu bir cezalandırma ile sivil katliamına ve tüm Gazzelilerin yok edilmesine yönelik bir soykırıma dönüştü. Bu durum, Hamas’ın bu düzeyde bir karşılığı göze alarak bu savaşı başlattığını çünkü bu savaşın Filistinliler için var oluş ve yok oluş arasındaki çıkmazı sona erdirerek, ‘ya istiklal ya ölüm’ noktasında bir kararlılık taşımasına işaret etmektedir.

İlk defa 1888’den itibaren Siyonizm projesi çerçevesinde gerçekleştirilen göç dalgaları ile başlayan Filistin sorunu, 100 yılı aşkın süredir dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir insanlık dramını ortaya koymaktadır. Dolayısıyla güncel bir gelişme olmanın ötesinde Filistin sorunu tarihsel bir meseledir. 1 Uluslararası hukukun, uluslararası sistemin ve aktörlerin bu durumu değiştirme yolunda hiçbir varlık ortaya koymadığı bir ortamda Filistinliler kendi kaderlerini ancak kendilerinin belirleyebileceğinin idraki ile ölümü göze aldıkları bir savaş vermektedir. Bunun en çarpıcı örneğini daha önce Güney Afrika Cumhuriyeti’nde benzer bir şekilde yerleşimci kolonyalizm2 ve apartheid3 zulmüne maruz kalmış olan Güney Afrika halkı Nelson Mandela önderliğinde özgürlük savaşı vermiş ve nihayetinde zafere ulaşmıştır. Aynı şekilde, ne yazık ki Filistinlilere, savaşmak dışında başka bir seçenek bırakılmamıştır.

Bu süreçte, İslam dünyası, Filistin sorununun çözümüne yönelik siyasi bir irade geliştirememiş ve Müslüman liderler akan kanın durdurulmasına yönelik ateşkesi sağlamakta dahi başarısız kalmıştır. Elbette kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk ayırt etmeksizin devam etmekte olan katliamın durdurulması en öncelikli insani meseledir. Fakat artık kökleşmiş bir insani sorun haline gelen Filistin meselesinin kalıcı olarak çözümüne yönelik bir insiyatif geliştirilmediği sürece geçici olarak durdurulacak olan katliam bir süre sonra yeniden devam edecektir. Bu noktada, sorunun çözümüne giden yol bellidir; Uluslararası hukuk çerçevesinde, iki devletli çözümün hayata geçirilebilmesi için öncelikli olarak Filistin’in egemen bir devlet olarak tanınması, İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesi, İsrail yerleşimlerinin durdurulması ve Doğu Kudüs’ün Filistin başkenti olması gerekmektedir. Filistin sorunu çözülmediği sürece Mescid-i Aksa sorununun çözülmesini beklemek rasyonellikten uzak bir yaklaşım olacaktır.

Uluslararası Dezenformasyon Kampanyası

Batı tarafından İsrail’in gerçekleştirdiği katliam ve soykırıma yönelik destek çerçevesinde belki de askeri ve finansal destekten daha etkili ve yoğun bir şekilde sürdürülen, medya, sosyal medya ve siyasi söylemler aracılığıyla yürütülen dezenformasyon kampanyası ön plana çıkmaktadır. Özellikle büyük uluslararası medya şirketlerinin başını çektiği bu kampanya iki temel hedef doğrultusunda yürütülmektedir. Birincisi, İsrail’in tarihsel olarak uluslararası hukuk ihlali temelinde sürdürdüğü “yerleşimci kolonyalizm” ve etnik temizliğe meşruiyet kazandırmaktır. İkinci hedef ise İsrail’in sürdürdüğü mevcut katliama yönelik İslam dünyası başta olmak üzere dünya kamuoyundan gelecek tepkilerin ve bu tepkilerin sebep olacağı baskıların önünü kesmektir.  Bu amaçla yapılan algı operasyonu ile hakikat tersine çevrilerek Filistin tarafı zalim ve İsrail tarafı mazlum olarak lanse edilmektedir.  Özellikle Türkiye gibi tarihsel ve kültürel bağları doğrultusunda bölge siyasetinde etkin rol oynayan bir ülkede toplumun konuya olan hassasiyetinin daha çok tepkiye ve baskıya yol açabileceği endişesi ile Türkiye özelinde yapılan dezenformasyon kampanyasında tarihi gerçekler tamamen çarpıtılmaktadır. Bu kampanyanın kullandığı yanıltıcı temel argümanların bazıları aşağıda özetlenmektedir.

Hamas’ın terörle suçlanması

Bir ideolojiyi temsil etse de Hamas, halkın oylarıyla meşruiyet temelinde seçilmiş siyasi partidir ve 2007’dan beri de Gazze’yi yönetmektedir. Hamas yönetiminin başlaması ile Hamas’ı terör örgütü olarak tanımlayan İsrail, 2007’den bu yana Gazze’yi karadan, denizden ve havadan gerçekleştirdiği abluka ile kuşatma altında tutmaktadır. Bu kuşatma çerçevesinde Gazze bir açık hava hapishanesine çevrilmiştir ve Gazzeli Filistinliler temel insan haklarından mahrum edilmektedir. Buna karşılık Hamas, bağımsız Filistin devletini kurmak için İzzettin Kassam Tugayları olarak bilinen askeri bir savunma gücü oluşturmuş ve zaman içerisinde savunma kapasitesini ekip ve silah bağlamında geliştirmiştir.

Bu durum İsrail güvenliği için başat tehdit olarak görülmüş ve İsrail politikaları ile özdeşleşmiş ABD politikaları kapsamında HAMAS terör örgütleri listesine alınmıştır. Bunun sonucu olarak, İsrail, bir gerekçeye ihtiyaç duymadan Gazze’yi bombardıman altında tutarak çok sayıda sivili sistematik olarak öldürme izni almıştır. Sadece Gazze’de değil, Batı Şeria’daki şehirlerde ve Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinliler üzerinde etnik temizlik sürmektedir.

Uluslararası hukuka göre işgal altındaki bir bölgede yaşayan halkın kendini savunma ve bağımsızlığını sağlamak için silahlı direnişte bulunma hakkı meşru ve yasal bir haktır. Bu nedenle Hamas’ın işgalci yönetime karşı giriştiği eylemler “terör” kavramından ziyade, bağımsızlık savaşı ve direniş kavramlarıyla nitelenmelidir. Bu anlamda iki taraf arasında siyasi görüş ayrılıkları olsa da temelde El-Fetih ve HAMAS liderliği Filistin’in kurtuluşu ve özgürlüğü ortak hedefi doğrultusunda ayrışma içinde değildir ve Filistin direnişinin önemli unsurlarını teşkil etmektedir. Hamas’ın Filistin özgürlük savaşının ötesine geçen farklı bir ajandası bulunmamaktadır.

Hamas’ın sivilleri hedef aldığı iddiası

Savaşın başladığı ilk günlerde uluslararası medyada ve sosyal medya platformlarında yaygın bir şekilde HAMAS’ın İsrailli sivilleri katlettiği iddia edilen görüntüleri öne çıkarılarak negatif kamuoyu oluşturma çabasına girildi. Özellikle, İsrail bebeklerinin başlarının kesildiği iddiası her hangi bir delile ihtiyaç duyulmadan hızla servis edildi. Bu yoğun yalan medya kampanyası gerek batı gerekse İslam toplularında HAMAS özelinde Filistinliler aleyhinde kafaların karışması noktasında kısmen de olsa etkili oldu. Ancak sonraki günlerde çok sayıda İsrail vatandaşının Hamas’ın sivillerin canlarını korumaya yönelik yaklaşımını anlatan videoları paylaşıma girince, sahadaki gerçeğin farklı olduğu anlaşıldı. Son olarak, İsrail’in El-Ehli Baptist Hastanesini bombalayarak 500’den fazla sivili katletmesinin ardından gelen uluslararası tepkiler üzerine hastaneyi HAMAS’ın bombaladığı yalanına sığınması dezenformasyonun ulaştığı noktayı ortaya koymuştur. Aslında İsrail işgaline karşı verdiği mücadelede zaman zaman sivillerin zarar gördüğü durumlar ortaya çıksa da, ilkesel olarak HAMAS, sivilleri, kadınları ve çocukları doğrudan hedef alan saldırılardan özellikle kaçınmaktadır. Buna karşılık, İsrail özellikle sivillerin sığınak olarak kullandığı hastane, okul, cami ve kilise gibi yapıları hedef alarak uluslararası hukuk sisteminde yargılanması gereken büyük savaş suçları işlemektedir. Bunun yanı sıra, işgal altındaki Filistin topraklarında yaşayan ve sivil görünen birçok Yahudi yerleşimcinin bizim zihinlerimizde canlandığı şekli ile sıradan sivil vatandaşlar olmadığı, her birinin silahlı milis gücü olarak yapılandırıldığı unutulmamalıdır.

Tarihi gerçeklerin çarpıtılması

Özellikle Türk toplumuna yönelik olarak sürdürülen en temel dezenformasyon kampanyalarından biri, Filistinlilerin 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya ihanet ettiği ve hatta Osmanlı askerlerini öldürdükleri yalanıdır. Filistin toplumu belki de diğer Arap toplumları içinde Osmanlı devletine olan sadakat ve bağlılığını son ana kadar en açık olarak ortaya koymuş bir toplumdur. Filistinliler 1917’de İngilizler tarafından işgal edildikten sonra da Osmanlı’ya ihanet etmedikleri gibi Osmanlı’ya karşı da doğrudan hiçbir savaşın içinde olmamışlardır. Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı sırasında Haşimi ailesi ve bazı bedevî müttefikleri dışında hiçbir Arap toplumu Osmanlı’ya karşı olumsuz bir tutum takınmadığı tarihi bir gerçektir.

Filistin direnişinin meşruiyet temelini ortadan kaldırmak amacıyla yapılan dezenformasyon kapsamında, tarihsel süreçte Filistinlilerin işgale uğrayarak yerlerinden edilmesi gerçeğini gölgelemek üzere Filistinlilerin evlerini Yahudilere sattığı iddiası dolaşıma sokulmuştur. İsrail’in 1948’de kurulmasına kadar devam eden süreçte, 400 bini aşkın Yahudi göçmen Filistin’e getirilmiş, kısa sürede örgütlenerek para-militer yapılar oluşturulmuş ve silah zoruyla binlerce Filistinli aile evinden zorla çıkarılmıştır. Bu süreçte bırakın toprak satmayı, Filistinliler bir yanda İngiliz öbür yanda Siyonist işgalcilerle mücadeleyi daha da artırmıştı. Ayrıca, konuyla ilgili önemli çalışmaları bulunan tarihçi Zekeriya Kurşun tapu kaydı sistemindeki problemlere dayalı olarak birçok Filistinlinin evinin mülkiyetini ispatlayamaması sebebiyle evlerinin Yahudi yetkililer tarafından istimlak edildiğine dikkat çekmektedir.4 Evsiz kalanlar arasında ekonomik sebeplerle Yahudilere evini satmak zorunda kalmış olan Filistinliler olmasına rağmen bunların oranı %1’i dahi bulmamaktadır.5 İsrail’in kuruluşundan bu güne, İsrail devleti halen Filistinlilerin evlerini yıkmaya ve istimlak etmeye devam etmekte ve Filistinliler yerlerinden edilerek göçe zorlanmaya devam etmektedir.

Direnişi İran’la ilişkilendirerek Filistin davasını gölgeleme girişimi

Dezenformasyon kampanyası kapsamında, Filistinlilere olan desteğin kesilmesi amacıyla Hamas’ın sürdürmekte olduğu Aksa Tufanı harekatının Filistin direnişini temsil etmediği fakat İran’ın kendi bölgesel siyasi çıkarları doğrultusunda bu savaşı başlattığı şeklindeki iddialar yaygınlaştırılmaktadır. Buna karşılık Hamas yetkililerinin harekatı İran’ın emri veya planı ile değil kendi girişimi ile planladıkları ve başlattıklarını defalarca açıklamalarına rağmen bu algı çalışması sürdürülmektedir. Filistin topraklarındaki varlığı 1940’lı yıllarda Müslüman Kardeşler hareketinin bölgede örgütlenmesine dayanan Hamas’ın kuruluşundan beri tüm stratejisini kendi öncelikleri belirlemiştir. Ortadoğu’da İran yada başka bir ülkenin Hamas’a yakın durması ve bazı dönemler maddi destek vermesi, Filistin direnişinin tarihsel çizgisini değiştirecek bir etkiye sahip değildir. Yıllardır kuşatma altında olan ve sürekli İsrail saldırılarına maruz kalan Gazze yönetiminin, zaman zaman Türkiye’den de siyasi ve maddi destek alması Filistin hareketini Türkiye’nin emrine sokmamıştır. Dolayısıyla İran veya bir başka ülkenin kendi dış politik öncelikleri doğrultusunda, Filistin direnişine destek vermesi, direnişin kendi özgün çizgisine halel getirmeyeceği gibi İsrail’in sürdürdüğü bebek katliamlarına ve soykırıma meşruiyet kazandıramayacaktır.