Birleşik Arap Emirlikleri dışişleri bakanının Fahrettin Paşa’nın kutsal emanetleri çaldığı iddiası ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Fahrettin Paşa Medine’yi savunurken senin ceddin ne yapıyordu sorusuyla sert bir şekilde karşılık vermesi 100 yıl önceki dosyaların yeniden açılmasına neden oldu. Birçok gazete ve televizyonlarda Türk-Arap ilişkileri hakkında tarih ve tartışma programları yapıldı. 100 sene önce “İngiliz altınlarına güvenip Osmanlı’ya ihanet edenlerin torunlarının bugün petrol şımarığı, Yahudi uşağı olduğu” ithamları birbirini takip etti. Bu ithamların muhafazakâr kesim dediğimiz kesimden de gelmesi konuyu daha da ilginç bir hale getirdi.
Burada hemen şu soruyu sorma ihtiyacı hissediyoruz. Yüz sene önce bu coğrafya ve burada yaşayanlar hakkında düşünülen şeyler nelerdi? Ortadoğu’da birçok aşiret ile anlaşma yolları arayan ve bir kısmı ile mutabakat sağlayan İngilizler ve tüm Arap coğrafyasını bünyesinde barındıran Osmanlı Devleti Arapları nasıl tanımlamaktaydı? En önemlisi de Araplar kendi coğrafyaları hakkında nasıl çözümlemeler yapıyorlardı? Bu soruların birkaç sayfalık yazı ile cevaplanamayacağı su götürmez bir gerçektir. Ancak biz İngiliz arşivi, Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve bazı gazete yazıları üzerinden bu sorulara 100 seneyi aşkın bir süre önce verilmiş cevapları incelemeye çalışacağız.
Arap Vatanı İttifakı Büyük Meclisi Beyannamesi
Hikayemize Arap coğrafyasının kurtuluşunun Arapların idaresi ile mümkün olacağını düşünen ve muhtemelen (Hristiyan) Arapların bir beyannamesi ile başlayalım. Arap Vatanı İttifakı Büyük Meclisi adı ile kurulan bir cemiyet 1905 tarihinde Sabah gazetesine Fransızca bir mektup ulaşır. Mektup hemen Yıldız sarayına jurnallenir ve tercüme edilir. Mektubun başlığı ve içeriği o tarikleri için oldukça ilgi çekicidir:
Arap Vatanı Araplara Aittir.
Avrupa ve Kuzey Amerika’da bulunan medeni ve barışsevere hitaben yazıyoruz: Osmanlı Devleti’nde büyük bir değişim meydana gelmektedir. Türklerin ancak bir takım ehemmiyetsiz dini merasim ve mezhep meselelerinden dolayı birbirinden ayırdıkları Araplar kendi tarih ve asil kavim olmalarından dolayı haiz oldukları mevcudiyet-i milliyelerine tamamıyla vakıf olup bağımsız bir hükümet oluşturmak için millet-i Osmaniye’nin çürümüş olan devletinden ayrılmak istiyorlar. Bu yeni Arap hükümeti Dicle ve Fırat vadisinden Süveyş kanalına ve Kızıldeniz’den Umman körfezine kadar uzanan doğal sınırlar dâhilinde genişleyecek ve bir Arap sultanının anayasaya dayanan yönetimi altında bulunacaktır.
Şimdiki Hicaz vilayeti Medine ile beraber serbest bir hükümet olacak ve hükümdarı bütün Müslümanların halifesi olacaktır. Böylece İslam beldelerinde mülki idare ile dini idare ayrımı meselesi halledilmiş olacak ve herkes bundan memnun olacaktır. Namus ve vicdan sahibi hiç kimse bu harekete karşı duramaz. Bu hareket sayesinde uluslararası ticaret daha rahat yapılacak ve Avrupalı sermaye sahiplerinin menfaati artacaktır. Bizim Osmanlı Devleti’nden ayrılmamız ile Kürtler, Ermeniler, Arnavutlar ve diğer milletler de bağımsız olacaklar ve cihan-ı alem Şark Meselesi olarak isimlendirilen bu karışıklıklardan kurtulmuş olacaktır. Biz 10-12 milyon ahali olarak birkaç yüz Türk Çerkez memurların zulüm ve baskısı altında bulunuyoruz. Bu memurlar bizim daha kuvvetli olduğumuzu gördükleri zaman padişahlarına karşı ihanete hazırdırlar.
Aslında bu tür beyannameler II. Abdülhamid’in saltanatı başında ve Osmanlı Rus Harbi yıllarında ortaya çıkmıştı. Ama II. Abdülhamid’in takip ettiği politikalar ile bu talepler bir hayli geride kalmıştı. Anlaşılan Osmanlı Devletinin özellikle Makedonya’da, Balkanlarda sorunlar yaşadığı bu tarihte bir takım mahfiller yeniden hareke geçmişti. Her ne kadar geneli temsil etmez ise de bu belge milliyetçi hareketler için erken bir devre rastladığını söylemek yerinde olacaktır. Ancak bu mesele o tarihlerde İstanbul’un gündemi olduğu da başka bir yazıdan anlaşılmaktadır.
Beyanname’yi Teârüf-i Müslimin Gazetesi Cevaplıyor
Teârüf-i Müslimin gazetesi 5 Ocak 1911 tarihinde “Suriye Ahvali” başlıklı yazıda Arap-Türk tefrikası meselesini tartışıyordu ki; tam da yukarıdaki beyannameye adeta bir cevap teşkil etmektedir:
Farz edelim ki Araplar Türklerden ve Türkler de Araplardan nefret etmiş olsunlar ve yine farz edelim ki Araplar Türklerden ayrılmak ve kendi kendilerine hâkim olmak hilafet-i Arabiye tesis etmek istesinler. Acaba bu hal ve hayalin gerçekleşmesi durumunda Araplar kendi kendilerini idare edecek bir iktidara malik midirler? Halife olarak nasb olunmaya şayan bir kimse gösterebilirler mi? Tabii bir hükümeti idare etmek için birçok memurlara ihtiyaç vardır. Acaba bunlar mevcut mudur? Şayet acaba böyle bir şey vaki olacak olursa Avrupalılar Arapları istedikleri gibi serbest bırakırlar mı? Avrupalıların ba-husus İngiltere’nin Arabistan’ı (Şark’da üstünlüğünü tahkim etmek için) taht-ı temlikine almak ne büyük bir arzu ve emeli olduğunu ve bundan dolayı Arapların Türklerden ayrılmalarının ikinci günü İngiltere’nin veyahut Almanya’nın istilası gibi hayırlı olmayacak bir belanın vukuunu acaba Araplar bilmiyorlar mı?
Evet bizim kavm-i necip Arabı zeki fatîn bir kavim olmak üzere kabul etmişiz. O halde Araplar gibi zeki bir kavmin bu noktaları nazar-ı dikkate alıp böyle tutumlardan kaçınacakları tabiidir. Bunları aks-i hal olarak yazıyorum. Çünkü Araplarda ne böyle bir fikir var ve ne de böyle bir fikirde bulunmak isterler. Çünkü onlar Türklerden memnun ve Türkler de onlardan memnundur. Yalnız bu iki kavim arasına bazı bir su-i tefehhümler girmiş ve bu su-i tefehhüm yüzünden mesele kendi kendini büyütüyor. Su-i tefehhüm tefrikaya tefrika ise mahv ve izmihlale sebep olur.
Arabistan’ın İhyası Meselesi
Konumuz ile ilgili diğer örneğimiz 27 Ocak 1911 tarihli İkdam gazetesidir. Gazete’nin ilk sayfasında “Arabistan’ın İhyası” isimli bir makale yayınlanır. Yazının hikayesi, Arabistan’ın tüm bölgelerini gezmiş ismi açıklanmayan bir şarkiyatçı ile yapılan mülakattır. Şarkiyatçı yazar, Osmanlı Devleti’nin Arap coğrafyasını hiç bilmediğini iddia eder:
Ne memleketinizi biliyorsunuz ne mişvârını nazar-ı dikkate alıyorsunuz. Memleketiniz hakkındaki adem-i malumatınıza bir haritadan mahrum olmanız kadar kuvvetli delil yoktur. Arabistan kıtası hakkında mufassal bir haritanız yok. Asırlardan beri bu memlekete temellük ediyorsunuz da bir haritasını tanzim etmek hatırınıza gelmemiş. Harekât-ı askeriyede olsun idare-i mülkiyede olsun teferruat-ı ilmiye ve fenniyeyi cami bir harita elinizde bulunmadıkça memleket hakkında nasıl karar verirsiniz bilemem. Gazetelerdeki malumatda isimler de hep yanlıştır. Elhasıl memleketinizi bilmiyorsunuz.
Size tavsiyem kabile reisleri ile daima münasebette bulunun. Onları taltif edin. Kendinizi bu adamlara sevdirin. Sizde hüsn-i niyet gördükçe size ısınırlar. Arabistan bu kabileler elindedir. Onlar sair ırklar ile karışmamışlardır. Onlar mine’l-kadim hayatlarını değiştirmemişlerdir. Arabistan’ın kuvveti yerleşik olanlarla kaim değildir. Kadimden beri bu böyledir. İstidâd-ı mahalliyi nazar-ı dikkate almayan idare adamları daima teşebbüslerinde kaybetmişlerdir.
Ceziret-ül-Arap’ın bir politika güzergahı olduğunu da unutmayınız. Kaç devletin menfaati oraya bağlıdır. Onların hiçbirisi elbette ahali-i mahalliyenin faydası için çalışmaz. Ancak sizin ahaliye yabancı kalmanız ecnebi ellerini işe sokturuyor. Kabileler arasında paranızı tanıyanlar bile nadirdir. Osmanlı Devleti paralarının isimlerini bilen bile nadirdir. Hatta ellerindeki paranın fiyat ve piyasasını bile Mısır piyasasına göre anlayabiliyorlar. Hükümetinizin vücudunu hissetmiyorlar. Hükümet-i Osmaniye’nin namının işitilmediği yerler bile vardır. Sizin hükümetinize bedel oralarda başka kimselerin isimleri işitiliyor. Bunların hepsine meydan veriliyor. Gözlerinizi açmıyorsunuz. Bugün hükümet-i Osmaniye’nin oralarda kesb-i kuvvet etmesine mâni olmak isteyen politika daimî bir politikadır. Hiçbir zaman orada bir hükümet-i muntazama tesisine yardım edilmeyecektir. Bu politika gereğince Ceziret-ül-Arap karmakarışık bir halde bırakılacak, içindekilerin terakki etmemesine çalışılacaktır.
Ebuzziya’ının Araplara Bakışı
Adeta yukarıdaki yazıya cevap verircesine; (böyle bir işaret yoktur) 28 Ocak 1911 tarihli Tasvir-i Efkâr gazetesinde Ebuzziya Arapları metheden bir yazı kaleme almıştır. Yazara göre:
Ebnâ-yı Arap kıdem ve salâbet cihetiyle İslam’ı koruma içgüdüsüne sahip, zeki ve İslam’a karşı her türlü tahribat ve teşebbüsle mücadelede yol gösterecek kabiliyettedir. Milletimizi Arap Müslüman etti. Arap terbiye eyledi. Kanunumuz Arap’a tabi. Ekser maarifimiz Arapçadan istinbât olunmaya muhtaç. Lisanımız Arabi’nin edebiyatı sayesinde kaimdir. Arap bizim fesad-ı rüzgâr ile asabına halel gelmiş üstadımızdır. Biz şimdi onları bulundukları halden kurtarmaya yardımcı olacağız. Onlar da ileride bize muhafaza-i milliyet ve kemalât-ı medeniyetçe devam ve terakkide imdâd edecek.
Yemen O Zaman Da Gündemde
Yine aynı yıl Yemen isyanı üzerine yazılmış başka bir köşe yazısında da bölgedeki gelişmeler ele alınarak dönemin kafa karışıklığını ortaya koymaktadır. 3 Mayıs 1911 tarihinde Tanin gazetesinde yayınlanan bu yazıda, Yemen isyanı üzerinden Arap coğrafyasında hükümetin nasıl bir siyaset izlemesi gerektiği anlatılmaktadır:
Yemen isyanlarında zulmün, su-i idarenin ve memurların kötü idaresinin tesiri az olmuştur. İşte iki seneden beri Yemen’de hükümet adeta yok gibidir. Ne vergi tahsil olunuyor ne de kabileler üzerinde baskı uygulanıyor. Öyle iken evvelkilere kıyas olamayacak derecede müthiş bir isyan ortaya çıktı. Vergilerin affı yerel bir meclis kurulması, İmama az çok imtiyaz verilmesi gibi tedbirler ile Yemen’in ıslah edileceğine, artık kan dökülmeyeceğine, yeni ordular sevk edilmesine gerek kalmayacağına inananlar ancak hayal görmektedirler. Yemenlilerin halet-i ruhiyesi ve mevcut yapısı meclis teşkilini ve ona uygun fikirleri telakki etmekten pek uzaktır. Yemen’de yalnız bir hakikat vardır o da daima kuvvetli olmak lüzumundan ibarettir. Bütün Osmanlılar bilmelidirler ki Yemen’de ortaya çıkan bütün isyanların ilk ve son sebebi hükümetin oradaki zaafından ibarettir. Yemenli hükümetini kuvvetli gördüğü müddetçe hükümete itaat eder ve isyan etmez. Ta ki, hükümetin kuvvet ve kudretini zaaf halinde görsün. İşte o zaman imamlarının şeyhlerinin davet-i isyanına icabet eder. Arap, kuvvetin meftun ve mahbubu acz ve zaafın düşmanıdır. Burada şüphesiz ki adalet lazımdır ancak adaletin esas olması için kuvvete ihtiyaç vardır.
İngilizlerin Bölgeye Bakışları
Şimdi de tartışmaların merkezinde yer alan İngiltere’nin Araplara bakışını kendi arşivinden (Foreign Office) gözlemleyelim. Alıntı yapacağımız eser İngiltere Dışişleri Bakanlığı Tarih Bölümü tarafından 1919 yılında hazırlanan Arabia isimli el kitabıdır. Eser yaklaşık 120 sayfa civarındadır. Kitapta Arap coğrafyasının sınırları, akarsuları, iklimi, dilleri, nüfusu gibi birçok başlık ve tablo vardır. Ancak biz burada sadece Arap ırkı hakkında yazılan kısmı paylaşacağız.
Araplar Sami ırkından gelmektedirler. Ancak Araplar yalnızca Arabistan’da yaşamamaktadırlar. Kuzey Afrika, Suriye, Mezopotamya ve Fars körfezine yayılmışlardır. Bu bölgeler genellikle sahil kesimleridir. Buralarda Türkler, Yahudiler, Zenciler karışık olarak yaşamaktadırlar.
Araplar fiziksel olarak dünyanın en iyi ırkıdır. Onlar üstün bir zekaya sahiptirler. Fakat organizasyon gücünden ve ortak hareket kabiliyetinden yoksundurlar. Ayrıca onlar içgüdüsel olarak hiçbir merkezi yönetimden hoşlanmazlar. Genelde onurlu, nazik ve iyi huyludurlar. Aynı zamanda şüpheci, kinci, yalancı ve açgözlüdürler. Bedevilerin en misafirperver, en güvenilir ve birbirine en bağlı olanları Hicaz emirinin idaresinde bulunan kabilelerdir. Diğer başka şeyhlere bağlı daha küçük kabileler ihanet ve zalimlikte en çok bilinenlerdir. Hicaz ve Kasımlılar barışçıdırlar. Fakat Yemen’in dağlık bölgesinde yaşayanlar bedeviler arasında en savaşçı olanlarıdır.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde yazılan bu yazıların duygusallıktan uzak olduğunu ve objektif yaklaşımlar sergilediğini elbette söyleyemeyiz. Arapları aç gözlü ve yalancı olmakla itham eden İngilizlerin en başta Şerif Hüseyin’e söylediği yalanlar inkâr edilmez bir gerçektir. Bu yazıların yazıldığı zemin bugünden farklı görülse de yorum yapılmayacak kadar açık bir şekilde bütün geçen asra adeta ışık tutacak niteliktedirler. Söylenenler veya arzu edilenler yapılamamış, Osmanlı dağılmış, Arap topraklarına ise mutluluk gelmemiştir.
Arapları tek millet olarak ele alan ve onları kavm-i necip olarak adlandırıp aradaki ihtilafın geçici olduğunu düşünen Ebuzziya’nın daha hayatta iken hayal kırıklığı yaşadığını tahmin etmek hiç de zor değildir. Çözümün tek yolunun Osmanlı Devleti’nden bağımsız olmaktan geçtiğini düşünen Arap milliyetçilerinin kaderi de Ebuzziya’dan farklı değildir. Onların torunlarının da yeni kurulan Arap Devletleri ile ortaya çıkan yeni istikrarsızlıklar için çözümlemeler yaptığı da kuvvetle muhtemeldir. Duygusallıktan uzak, doğru tanımlama ve barış temelli politikalarla Arap Coğrafyasının barış ve istikrara kavuşacağı unutulmamalıdır.