21.yy’da uluslararası ilişkiler terimleri olarak gücün farklı çeşitleri tanımlandı. Batı, Çin’in yükselişini endişe ile karşılarken Batı akademisi “soft power”, “hard power” terimlerinin yanına 2017’nin son çeyreğinde Çin’i tanımlayan yeni bir terim daha ekleyerek Çin’i “sharp power (keskin güç) olarak tanımlaya başladı. Sert güç (hard power), yumuşak güç (soft power) ve akıllı gücün (smart power) aksine, keskin güç (sharp power), baskıyla çalışan ve otoriter rejimlerin yurtdışında görüş ve düşünceleri güçlendirmesine yardımcı olan bir terim olarak adlandırılmakta.1 Çin’in yükselişinin Batı’dan gelen yoğun bir tepkiyi tetiklediği ortada. Amerika’da ülkelerin yumuşak güçlerini raporlayan ve toplumlara nüfuz etme dengesini araştıran araştırma kuruluşu NED (National Endowment for Democracy) “ Yumuşak Güçten Keskin Güce: Yükselen Otoriter Etki” raporunda “eğer Amerika ve diğer demokratik ülkeler tarafından önlem alınmaz ise ülke içerisinde iktidarı korumak için politik çoğulculuğu ve özgür ifadeyi sistematik olarak bastıran bu güçlü ve belirlenmiş otoriter rejimin (yani Çin’in), çıkarlarını korumak için giderek aynı ilkeleri uluslararası düzeyde uygulayacağını” belirtmektedir. Tüm bunların temel sebeplerini anlamak için Çin’in gerçekleştirdiği girişimleri ele almak gerekmektedir.
Çin’in dünya sahnesinde “re-emerging power” olarak yeniden ortaya çıkışı rejimin kendi avantajına kullanabileceği durumda olduğu yeni bir olgudur. Çin’in bir çok ülke ile olan ilk teması Çin’i gelişmekte olan ülkelere alternatif bir yatırım kaynağı yapan “dışarı açılma” stratejisi ile başladı. Özellikle 2008’deki küresel mali kriz Çin’e bu stratejisini genişletme imkanı sağladı. Örneğin; o yıl hükümet, Çin’in Latin Amerika ve Karayipler’deki yatırımlarının çerçevesini çizen ilk dış politika belgesini (white paper) yayımladı. İkinci dış politika belgesi ise 2016 yılında Devlet Başkanı Şi’nin Peru ve Lima’yı ziyareti esnasında Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği Zirvesi (APEC) için yayınlandı.
Çin, dünyadaki en çok nüfusa sahip, ikinci büyük ekonomisi olan ülke ve ordusunu modernleştirmede en çok yatırımı yapan ülkelerden biri olarak güçlü bir uluslararası aktör. ABD Başkanı Trump’ın göreve geldiği ilk yılında bundan sonra “sert güce” ağırlık vereceğine gösteren erken belirtilerle birlikle Çin, kendisini küreselleşmenin ve ekonomik entegrasyonun lideri olarak göstermeye başladı. Çin bunu yaparken belki de daha büyük bir uluslararası liderlik rolüne işaret etmektedir. Bunu yumuşak gücünü ikiye katlayarak ve diğer ülkeleri ve toplulukları etkileme kabiliyetini sonuna kadar kullanarak yapmaya çalışmaktadır.
Yumuşak gücün önemi Çin’de ilk olarak 1990’lı yılların sonunda akademisyenler tarafından ele alınsa da hükümet politikası olarak 2007 yılında Çin Komünist Partisinin 17. Ulusal Kongresinde ilan edilmiştir. Eski Cumhurbaşkanı Hu Jintao, “ Çin halkının yenilenmesine başarı ile büyüyen Çin kültürü eşlik edecektir.” kültürü dünya sahnesinde ülkenin değeri olarak ön plana çıkaran bu formülü ile, Çin’in barışçıl yükselişi ve uyumlu toplum vizyonu gibi hedeflerini tekrar güçlendirmesine vesile oldu. O dönemlerde, bu fikirler Batı’nın anlatılarına karşı çıkmayı amaçladığından Çin’in ortaya çıkışı var olan uluslararası düzene bir tehdit oluşturmaktaydı.
Hu’nun halefi Xi Jinping’in yönetimindeki hükümet de Çin’in yumuşak gücüne her yıl 10 milyar dolar harcayarak “Chinese Dream”i canlı tutma gayretini taşımaktadır ve Avrasya, Asya’yı öncelik olarak gördüklerinden Batı ile entegre konusunda çekimser tavırlar sergilemektedirler.
Öte yandan Çin, yüz milyonlarca halkını yoksulluktan kurtaran kalkınma yaklaşımını ihraç etmeye çalışmaktadır. Çinli liderler tarafından önemli bir yumuşak güç aracı olarak kabul edilen “Bir Yol Bir Kuşak” (One Belt One Road – OBOR) projesi bölgedeki Çin etkisini önemli derecede artıracak potansiyele sahiptir.
21. yy’ın Marshall Planı olarak görülen bu uluslararası girişim Avrasya hattından başlayarak Batının egemen olduğu finans, ticaret, lojistik, iletişim, altyapı ve kültür ağlarını örerek bir alternatif oluşturan Çin merkezli bu proje Çin’in agresif bir biçimde olan açılma niyetini ete kemiğe büründüren somut bir proje haline gelmiştir.
21. yy’da büyük bir güç değişimi yaşanmaktadır. Trump, Çin ile nasıl başa çıkmayı planladığı konusunda karışık sinyaller göndermektedir. Cumhurbaşkanlığı kampanyası boyunca Çin’e saldırarak görev süresinin ilk gününde para manipülatörü görevlendireceğini, çeşitli vergi tarifeleri uygulayarak cezalandırmayı vaat ettiğini ve ticaret savaşını ateşleyecek bir adım atacağını her fırsatta dile getirmiştir. Bunu, Aralık ayında açıkladığı Ulusal Güvenlik Strajesi Belgesi ile bir kez daha resmi olarak ilan etmiş oldu. Yeni strateji, dünyanın en büyük iki ekonomisi arasında potansiyel olarak zararlı bir ticaret savaşının reçetesinin yazıldığını göstermektedir. Öyle ki, Trump’ın yeni stratejiyi ilan etmesinin hemen akabinde Çin’in Dışişleri Bakanlığı sözcüsü “ABD’yi Çin’i kasıtlı olarak çarpıtmak ve eski Soğuk Savaş düşüncelerle her iki tarafı da kaybetme ve kazanma konusunda sınayan (zero-sum game) oyunlarını bırakmaya çağırıyoruz. Aksi taktirde yalnızca kendilerine zarar vereceklerdir. ” şeklinde açıklama yaparak ABD’yi uyarmaktadır.
Öte yandan Amerika’nın Pasifik’te özellikle 2016 Kasım ayında Güney Kore’ye THAAD füzelerini yerleştirilmesiyle beraber artan askeri varlığından rahatsız olan Çin ve Rusya, ortak bir pozisyon aldı. Aralık ayının ikinci haftası Çin’in önemli güvenlik uzmanlarından Wang Hongguang, Global Times’a yaptığı bir açıklama ile kamuoyunda infial oluşturmuştur. Hongguang’un “Kore Yarımadası’ndaki savaşın gelecek yılın Mart ayına kadar her an patlayabileceğini ve Rusya ile Çin’in askeri birliktelik yapması gerektiğini” belirten açıklamaları kamuoyunda bu iki ülkenin Amerika’ya karşı peninsulada askeri bir ittifak kurabileceği söylentilerini artırmıştır. Öte yandan, NATO üst düzey yöneticilerinden Denis Mercier, NATO’ya bağlı bir düşünce kuruluşu olan Atlantic Council’da yaptığı açıklamada küresel askeri gücün Batı ittifakından Çin ve Rusya’ya kaydığı konusunda uyarıda bulunmuştur. Bu durumun, küresel bir çatışmayı daha olası kılabileceğini söylemesi de Batı’ya karşı Rusya-Çin askeri ittifakının varlığını güçlendirmektedir. Esasen, NATO içerisinden bir generalin yaptığı bu açıklama NATO’nun 2017 yılı için hazırladığı Stratejik Öngörü Raporuna (Strategic Foresight Report’unda2) doğrudan bir destek olarak görülebilir. Denis’in başkanlığında hazırlanan bu resmi NATO raporunda da benzer bir tehdite işaret edilerek “Doğu Avrupa’da yeniden dirilen Rusya’nın eylemleri ve Güney Çin Denizi’nde daha iddialı olan Çin’in siyasi amaçlarını başarmak uğruna hem sert hem de yumuşak güç kullanması ciddi bir sorun olarak gösterilmektedir.
Tüm bunlara ek olarak, değişen güç dengeleri 2012 yılında, Groningen Üniversitesi’nden veri kullanan McKinsey analistleri tarafından da küresel ekonomik ağırlık merkezinin değiştiğini gösteren çarpıcı bir harita yayınlanarak belgelenmiştir.
Haritaya baktığımızda, ağırlık merkezinin İkinci Dünya savaşından sonra Atlantik bölgesinden Amerika’ya taşındığını, 1960-1990 arasında kuzey yarımküresinin Batı kısmında olduğunu ancak 2000’li yıllarda baş döndürücü bir ivme ile 2000 yıllık eğilimlerin hepsinin tamamen değişerek ağırlığın tamamen Çin’e doğru döndüğü görülmektedir.3
Özetleyecek olursak, evet, askeri ve ekonomik veriler bir güç değişimini gözler önüne sermektedir. Joseph Nye’ın da Is the American Century is Over? kitabında belirttiği gibi güç, Batı’dan Doğu’ya kaymaktadır. Buna Asya’nın dirilişi veya geri dönüşü de denilebilir. 1800’lü yıllara gittiğimizde dünya nüfusunun yarısından fazlasının Asya’da yaşadığını ve dünyadaki üretimin yarısından fazlasını karşıladığı görmekteyiz. Hızlıca 1900’lere ileri sardığımızda dünya nüfusunun yarısından fazlasının hala Asya’da yaşadığını görüyoruz ancak toplam üretimin sadece beşte birini karşılamaktadırlar. Peki ne değişti? Sanayi Devrimi ile Batı büyük bir üretim çiftliği haline gelerek dünyadaki üretimi domine etmeye başladı ve hâlâ üretimin büyük bir kısmını Çin, Hindistan gibi ülkelere yaptırarak domine ettiği sahayı öyle kolay kolay bırakma niyetinde olmadığını Çin’i yeni tehdit olarak göstererek açığa çıkarmaktadır.
Şimdiye kadar, ABD çok kutuplu dünyada global dominant unsuru oldu. Ancak, Çin’in yeniden yükselişinde görüldüğü gibi gücün alternatif merkezlerinin gittikçe büyüdüğü görülmeye başlanmıştır. Tüm bunlara şahit olurken, bugünkü modern dünyada gelişen teknolojilerle insanların hayatları birbirine bağlandığına da şahit olmaktayız. Birbirimize kilitlenmiş durumdayız ve birbirimize karşı yükümlülüklerimiz giderek artmaktadır. Örneğin, 2008’de Lehman Brothers’in batması ile tüm dünyadaki piyasalar etkilenmesi tesadüf değildir. Bu nedenle büyümesi veya daha doğru bir deyimle yeniden yükselmesi Batı tarafından tehdit olarak algılanan Çin’in gelişmesi tüm dünyayı etkileyecektir. Çok kutuplu olan güçlerde dengeleyiciler ön plana çıkmaktadır. Amerika (Batı) ve Çin savaş teorileri oluşturmak yerine birbirlerini dengeleyebilirlerse tüm insanları etkileyen küresel sorunlar (terör, iklim değişikliği, salgın hastalıklar, ekonomik krizler, vs.) daha kolay çözüme ulaşabilir. 21.yy’da büyük güçlerin önünde işbirliğinden başka alternatif görülmemektedir. Başka bir deyişle, 21.yüzyıldaki gücü ele aldığımızda karşı tarafın gücünün bize her zaman sıfır kârının olmadığını görmek zorundayız. Gücü bazen “senin kazancın benim kazancımın da olduğu yerdir” olarak görmek gerekmektedir. Örneğin; Çin eğer karbon salımı sorunları ile mücadele ederek enerji güvenliği konusunda başarı gösterirse, kapasitesini genişletirse bu herkes için iyidir yani bir sıfır kazanç değildir.
Güç daim kaldığı sürece savaşlar da daim kalacaktır. Yumuşak güç ile sert gücü harmanlamayı bilmeyerek kolay yolu yani “savaşmayı” yeğleyen beceriksiz diplomatlar ve yöneticiler olduğu sürece maalesef toplumlar istemediği halde savaşlara sürüklenmek zorunda kalacaklardır.