Dünyanın önde gelen plülarist/neo-liberal uluslararası ilişkiler kuramcılarından Joseph Nye 1990 yılında Foreign Policy dergisinde yayınlanan makalesinde; o güne kadar kadim olan ‘güç’ teorisine yeni bir bakış açısı olan ‘Yumuşak Güç’ kavramını kazandırıyordu. Bu yeni teoride Nye, devletlerin yüzyıllardır sahip oldukları ‘‘Sert Güç’ teorisinin mutlak ve nihai bir caydırıcı sonuç getiremeyebileceğini, devletlerin ya da devlet dışı aktörlerin istedikleri sonuçları elde edebilmek için başkalarının davranışlarına ve zihinlerine etki edebilme yeteneğine sahip olması gerektiğini ileri sürüyordu. Nye, bu teorisini ‘Yumuşak Güç’ olarak tanımlıyordu.

Yumuşak Güç ve Medya

Özellikle Soğuk Savaş döneminde ‘Amerikan politikasının ve mesajının dünyaya pazarlanması’ için kurulan kamu diplomasisi, Propaganda ve Medya aparatlarının dış politikasında ne denli etkili olduğu Nye’nin ‘Yumuşak Güç’ teorisi üzerinden artık daha da iyi anlamlanıyordu.

1985’te kurulan CNN televizyonun Birinci Körfez Savaşı’nda yaptığı yayınlarda Amerikan bakış açısını yansıtan haber ve söylemlere alternatif oluşturacak hiçbir küresel haber kaynağının olmaması medyanın, kamuoyunun zihinlerinde bir ülkenin politikalarının satın alınmasını ne denli kolaylaştıracağı ya da zorlaştıracağı konusunda geleceğe dönük ilk ipuçlarını veriyordu.

2012 yılına gelindiğinde, Amerikan devletinin finanse ettiği medya/yumuşak güç aparatlarının ulaştığı kitle dünya genelinde haftada 187 milyon kişiye, sadece Amerika’nın Sesi Radyosunun haftalık 1500 saatlik 45 dildeki yayınlarında 134 milyon dünya vatandaşı Amerikan popüler kültürüne ve siyasetine dair haberlere erişecekti. Hollywood’dan Harvard’a uzanan bu kültürel hegemonya, ABD ‘nin dünya genelindeki bin kadar askeri üssü kadar etkili bir güç haline gelmişti.

Bu yeni güç kavramı özellikle teknolojiye erişimin devrimsel bir ivme kazanması ile uluslararası arenada güç dengelerini değiştirmeye ve bir ‘güç’ olmaya gözünü kestiren birçok devletin ilgisini çekti.

1922’de kurulan BBC bu konuda ABD’nin de yer yer önüne geçmiş ancak Kıta Avrupası, Orta Doğu, Rusya merkezli Avrasya, Uzak Doğu ülkeleri bir o kadar geride kalmıştı. 2005 yılında Rusya’nın 4 dilde yayın yapan uluslararası haber ağı Russia Today’i, 2006 yılında Fransa’nın France 24’ün İngilizce kanalı izledi.

El-Cezire Neden Hedefte?

Bugün Orta Doğu merkezli coğrafyada kurulmak istenen yeni nizamın mühendisleri, 1971 yılında İngiliz egemenliğinden kurtularak hürriyetini kazanıp uluslararası sistemde bağımsız bir devlet olarak yerini almış Katar devleti ve onun küresel ölçekte etkili bir yumuşak gücü haline gelen El Cezire kanalına karşı sistematik bir abluka yürüterek açık bir ‘teslim ol’ çağrısı yapmaktadır.

Körfez ülkelerinin Katar’a sunduğu 13 maddelik yaptırım listesinde yer alan El-Cezire operasyonlarının tümüyle durdurulması talebi hiçbir bağımsız ve egemen devlet tarafından kabul görmeyeceği gibi Katar tarafından kabul görmemiştir.

Küresel Sisteme 2 milyon gibi son derece mütevazi bir nüfusu ile çoktan dahil olmuş bir Katar ve bugün 130 ülkede 300 milyonu aşkın bir kitleye hitap eden ‘Global Doğulu’ bir El-Cezire neden şimdi ‘öteki’leştirilmek ve gayri-meşrulaştırılmak istenmektedir? Bu sorunun nedenlerine inebilmek için yakın geçmişteki siyasi ve tarihsel arka plana bakmak gerekir.

Bugün Katar ve El-Cezire’nin tehdit menziline alınması süreci Arap halk ayaklanmaları sonrası bu coğrafyada tahkim edilmek istenen anti-demokratik bir müesses düzenin batılı ve batı hegomonyası altındaki doğulu mimarları tarafından kendi söylem iktidarı ve siyasi rızası dışında olanları bir vesayet altına alma amacını taşımaktadır.

Öte yandan mevcut durumu ne salt ‘basın ve ifade özgürlüğü’nden ibaret bir sığlıkta ne de ‘doğu doğudur, batı da batı’ karşıtlığı üzerinden okumak yetersiz ve zaman kaybı olacaktır. Ne Batı’nın doğu görüşü ne de Anglo-Sakson medya hegemonyasının varlığı bugüne özgüdür. Orta Çağ’dan bu yana süregelen bu çatışmaya dair Edward Said’in ‘Haberin Ağında İslam’ ve ‘Oryantalizm’ külliyatı önümüze çok eşsiz ve geniş bir perspektif sunmaktadır.

Peki bugün yeni ve farklı olan nedir? Batının Doğu’ya dair söylem hegemonyasını sürdürmek için kullandığı en önemli araçlardan biri olan medyada bilgi ve söylem akışının alışılagelmiş haliyle sürekli batıdan doğuya değil de doğudan-batıya da çevrilebileceği tezine en yeni ve somut örnek son yirmi yıllık geçmişi ile El Cezire olmuştur.

Kanalın bu misyonunu, içerik ve söylemsel olarak ne derece etkili ve güçlü taşıyıp taşıyamadığı tartışmaları bir yana, bugün geldiği yer itibariyle Doğulu Global bir medya markası olma hedefine ulaştığı bir gerçektir.

El Cezire ilk kez Arapça olarak 1996 yılında yayın hayatına başladığında I.Körfez Savaşının tüm hakim söylemi başta Amerikan medyası olmak üzere batı başkentlerinde belirleniyordu. El-Cezire Arapça kanalı CNN televizyonunun savaş sırasındaki taraflı yayınlarına alternatif oluşturabilecek bir misyon ile hızla dünyaya ismini duyurmaya başladı. Artık doğu eksenli küresel bir medya kanalının doğudan-batıya haber akışını sağlayacak bir mecra olmayı başarıp başaramayacağı tartışmaları yapılıyordu.

Küresel ya da yerel ölçekte her medyanın olduğu gibi El-Cezire’nin de Katar devletinin fonları ile finanse edildiği gerçeğinden hareketle ülkenin ideolojik, ekonomik ve siyasi çıkarlarını göz önünde bulundurması yadsınamaz bir gerçekti.

Katar’ın dış politikasında ABD ve İngiltere ile olan iyi ilişkileri ve bu ülkelerdeki finansal yatırımları kanalın yayın politikasına da yansıyacak yoksa tam tersi bağımsız bir politika mı izlenecekti? El-Cezire Arapça, ‘Global Doğulu bir medya’ olma misyonu ve Arap-Müslüman perspektifinden yaptığı yayınları ile 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Irak’ı ve sonrasında da Afganistan’ı işgali döneminde tüm dünyanın dikkatlerini  üzerine çekmeyi başardı. Tek yönlü küresel medya akışını, Anglo-Sakson hakimiyetindeki batılı medyaların sansürlediği haberleri ve görüntüleri servis ederek tersine çeviriyordu.

El Cezire kısa sürede ABD’deki Bush yönetiminin ve kurmaylarının şimşeklerini üzerine çekmişti bile. Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld 2004 yılındaki bir konuşmasında II.Körfez Savaşı ile ilgili alternatif yayınları ile uluslararası  haber arenasına ortak olmayı başaran El Cezire’yi neredeyse ‘teröristlerden tiyo almakla’ itham ediyor ve yayınlarının meşruluğunu sorgulamaya gidiyordu. ABD’nin bölgedeki en büyük müttefiklerinden Suudi Arabistan da 2003 yılında El-Cezire’ye bir tepki olarak kendi politikalarını yansıtmak üzere El-Arabiya televizyonunu kurma kararı aldı.

2006 yılına gelindiğinde yine Doha merkezli ancak bu kez ekibini batılı başkentlerden gelen gazeteciler ve medya çalışanlarından oluşan El-Cezire İngilizce kanalı yayın hayatına başlamıştı. Kanal kendisini dünyanın Orta Doğu’dan yönetilen ilk İngilizce dilinde global haber yayın kanalı olarak tanımlıyordu.

Yıllar içerisinde El-Cezire İngilizce kanalının Arapça kanalından farklı bir dil ve söylem geliştirdiği, doğulu olmaktan çok doğu-batı sentezi bir dil benimsediği, yayın politikasındaki meşruiyetin kaynağını bu kez doğuda değil batıda aradığı tartışmalarını da beraberinde getirdi.

Arap Baharı ve El-Cezire

Takvimler 2011 yılını gösterdiğinde El-Cezire bu kez ikinci büyük çıkışını gerçekleştirecek, Tunus’da fitili ateşlenen Arap Halk ayaklanmalarında küresel haberciliğe damgasını vuracaktı.

Bugün Suudi Arabistan ve BAE merkezli körfez ittifakının Katar ve El-Cezire’yi yükselen bir “tehdit unsuru” olarak tanımlaması da işte bu döneme rastlıyordu.

Katar, Mısır’dan Suriye’ye uzanan ayaklanmalarda Arap halkının demokratik taleplerini destekleyen bir politika izlerken bunun doğal sonucu olarak bu politika El-Cezire’nin yayınlarında güçlü bir şekilde hissediliyordu. Demokratik yollardan Mısır halkı tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşleri desteklediği için El Cezire bu kez askeri bir darbe ile iş başına gelen Sisi yönetiminin hedef tahtasına oturtulmuştu. Sisi’ye açıktan destek veren Suudi Arabistan ve periferisindeki körfez ülkeler de bundan geri durmadı.

Dünyanın batı yakasında ise El-Cezire ile ilgili görüşler farklıydı. Ta ki, Mısır’da Halk devrimi bir askeri darbe ile engelleninceye kadar.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Amerikan senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde Mart 2011’de yaptığı konuşmada ABD’nin dünyada enformasyon savaşını kaybettiği ve diğer ülkelerin hızla kurdukları küresel medya ağı ile özellikle de Orta Doğu’ya yönelik  haberlerde gerçek haberciliği El Cezire’ye kaptırdığını söylüyordu. Bayan Clinton, El Cezire’nin insanların düşünce ve davranışlarını değiştirebildiğini söylemiş; karşısındaki senatörlere ‘beğenin ya da beğenmeyin gerçekten etkililer’ demişti.

Tüm bu ‘övgü’lerle sadece Orta Doğu için değil artık global ölçekte bir etki alanı yarattığına inanan El Cezire, ABD’nin eski başkan yardımcılarından Al Gore’un kurduğu Current TV’yi 500 milyon dolara satın alarak 2013 yılında Amerika operasyonunu bile kurmuştu.

Ancak Katar yönetimi kendisine yönelen daha büyük bir tehdidin farkında bile değildi. Ta ki ‘Küreye El Basanlar’ ittifakı ortaya çıkana kadar. Ta ki ABD-Mısır-Suudi Arabistan ve periferisindeki körfez ülkelerinin Riyad’da imzalanan deklerasyonda ‘teröre karşı birlikte savaşacaklarını’ ilan etmeleri ve Katar’ı ‘teröre destek vermekle’ suçlayıncaya kadar.

Peki ya şimdi? Trump döneminin başlaması ile Orta Doğu’da kurulmak istenen yeni nizamın mimarları Katar’a uygulanan bu abluka ile bölgeye ve uluslararası sisteme nasıl bir mesaj verme amacındadır?

Aslında, Arap halk ayaklanmaları ile gerçekleşecek demokratik devrim mücadelesinin küresel ve bölgesel aktörler tarafından  Mısır’daki müdahalesi ile akamete uğratılması, Katar yönetimi nezdinde ülkeye ve onun uluslararası medya ağı El Cezire’ye uygulanan abluka ve teslim alma girişiminin bir miladı olma özelliğini taşıyor.

Tüm bu özellikleri ile gelişmeler yeni dönemde Katar üzerinden, bölgeye ve dünyada bir güç iddiasında olan tüm ülkelere kadim uluslararası değerleri alt üst eden tehditkâr bir güç politikasının dayatılmak istendiği gerçeğini karşımıza çıkarıyor.

El Cezire’nin bugün yine aynı batının düşünce ve ifade özgürlüğüne dair hegemonik değerler kalkanına sığınamıyor/sığındırılamıyor olması da aslında Katar’ı ötekileştirme ve sonunda diz çöktürme amaçlı siyasi operasyonun bir parçası.

Bugün gelinen noktada, tüm paradigmaları ve uluslararası hukuku ayaklar altına alan bu siyaset tarzı mevcut durumun gücü merkeze alan gerçekçi bir politika üzerinden okunmasını zorunlu kılıyor. Zira sadece Katar değil Katar’ın yanında olan tüm ülkeler de bu durumun dolaylı birer muhatabı olma özelliğini taşıyor.

Önümüzdeki dönem, Katar gibi  küresel sisteme entegre olmayı başarmış ve aynı zamanda doğulu olmaktan taviz vermeyen tüm egemen devletlerin ‘Küreye El Basanlar İttifakı’na nasıl bir cevap vereceğine şahit olmak açısından önemli günlere gebe görünüyor.