Lübnan, dışarıdan ve içeriden birçok tehditle yüzleştiği 9 yıllık istikrarsız bir sürecin ardından geçen Mayıs ayından parlamento seçimlerini yaptı. Seçimlerin yapılması geleceğe yönelik ülke içinde bir umut yaratsa da Lübnanlı siyasetçiler seçimlerin üzerinde yaklaşık 7 ay geçmesine rağmen hâlâ hükümet kurmak için ulusal bir uzlaşı yaratmayı başaramadı. Bu durum geleceğe yönelik yeni endişelerin eşlik ettiği gergin bir bekleyişi ortaya çıkardı. Lübnan’ın mezhepsel dengeler üzerine inşa edilen kırılgan siyasal sisteminin yeni bir istikrarsızlık sürecine girme ihtimali, ülkede ortaya çıkabilecek toplumsal gerilimler, iç çatışmalar, dış müdahaleler ve İsrail’den gelecek bir askerî saldırı gibi tehditleri içeren bir riskler zincirini karşımıza çıkarmaktadır. Lübnan’da son aylarda ortaya çıkan hükümet kuramama krizinin ülke tarihinde daha önce birçok kez yaşanmış ve doğrudan ülkenin mevcut siyasal sisteminden kaynaklanan bir durum olduğu aşikâr. Bu krizden çıkılmasında en büyük sorumluluk ise genellikle ülke siyasetinde ulusal çıkarlardan çok mezhepsel, hatta kişisel çıkarları bağlamında hareket eden siyasetçilere düşmektedir. Nitekim seçimlerin ardından Devlet Başkanı Mişel Aûn tarafından hükümeti kurma görevinin Saad Hariri’ye verilmesi başlangıçta ülkede iyimser bir hava ve farklı görüşlere sahip siyasetçiler arasında bir diyalog ortamı sağlamış, hükümetin en kısa sürede kurulmasına yönelik beklentiyi arttırmıştır.
Tabii bu beklenti büyük ölçüde Aûn ile Hariri arasında 2016’dan beri devam eden işbirliği ve ülkenin acil çözülmesi gereken ciddi sorunlarla karşı karşıya olmasıyla doğrudan alakalıydı. Lübnanlı siyasetçiler, son iki yıl içinde aralarındaki tüm fikir ayrılıklarına ve dış baskılara rağmen geç de olsa önce devlet başkanlığı, ardından da parlamento seçimlerini yapacak bir uzlaşı sağlamayı başarmıştı. Bu bağlamda ülkedeki siyasî taraflar arasında bir denge unsuru olacağı düşünülen Aûn ile alternatifsiz başbakan adayı Hariri arasındaki işbirliği sembolik bir öneme sahipti. Öte yandan Lübnan’ın yaşadığı iktisadî zorluklar, ülke dışından sağlanmaya çalışılan maddi yardım ve krediler, çözüm bulunmayı bekleyen elektrik kesintileri, güvenlik zafiyetleri ve Suriyeli mültecilerin geri dönüşü gibi meseleler yeni hükümetin en kısa sürede kurulmasını herkes için bir zorunluluk haline getiriyordu. Tüm bunlara rağmen Hariri başkanlığında kurulacak ve 30 bakanlığın (yarısı Hıristiyan yarısı Müslüman) bulunduğu yeni ulusal birlik hükümetindeki koltukların nasıl paylaşılacağı merak konusuydu.
Bakanlık Paylaşımı Konusundaki Anlaşmazlıklar
İyimser bir havada başlayan hükümet kurma görüşmeleri, ülkedeki siyasî grupların kendi çıkarlarına dayalı olarak kabinede daha fazla temsil edilme talepleri ve tarafların birbirlerine taviz vermek istememesi yüzünden kısa sürede çıkmaza girdi. Bu süreçte üç meselenin yeni hükümetin kurulmasına engel teşkil ettiği söylenebilir. İlki Marunîler arasında koltuk paylaşımıyla ilgili yaşanan anlaşmazlıktır. Seçimden parlamentodaki koltuk sayısını arttırarak çıkan Marunî Samir Caca liderliğindeki Lübnan Kuvvetleri, yeni kabinedeki bakanlıklardan kendi partisine daha fazla pay verilmesini talep ediyordu. İstenen pay en az 4 en fazla 6 bakanlık koltuğuydu. Buna karşılık ülkenin diğer güçlü Marunî aktörleri olan Devlet Başkanı Aûn ve Özgür Yurtseverler Hareketi lideri Cibran Bassil Lübnan Kuvvetleri’nin 3 bakanlıktan fazlasına sahip olma hakkı olmadığı kanısındaydı. Haziran ayından beri taraflar birbirleriyle sıkı bir pazarlık içine görüşmeleri sürdürdü ve hiç birinin taviz vermeye yanaşmamasından dolayı uzun süre bir uzlaşıya varamadı. Lübnan Kuvvetleri lideri Caca, görüşmeler sırasındaki duruşuyla etkili bakanlıklardan biri veya başbakan yardımcılığını almak şartıyla 4 bakanlıktan azına razı olmayacağını göstermeye çalıştı.
Öte yandan Lübnan Kuvvetleri ile Devlet Başkanı Aûn ve Özgür Yurtseverler arasında yaşanan bu tartışmalar kısa sürede ülkedeki Marunî toplumunun genelinde bir huzursuzluğa yol açıp diğer Marunî siyasî ve dini aktörlerin konuya müdahil olmasını getirdi. Marunî Faranciyyehlerin Marada Hareketi ve Cemayellerin Ketaib Partisi kendilerine verilecek bakanlıkların tehlike altına girmesinden endişelenirken Marunîlerin en üst dinî otoritesi olan Patrik Bişara el-Rai ise Marunîler arasındaki anlaşmazlığın ve hükümetin kurulmasında yaşanan gecikmenin ortaya çıkaracağı risklere vurgu yapıp ulusal düzeyde bir aktör olarak siyasetin bir parçası haline geldi. Marunî siyasî liderliğinin zafiyet gösterdiği süreçlerde Marunî Kilisesi’nin kendi toplumunu savunmak için siyasete doğrudan müdahil olma eğilimde olduğu bilinmektedir. Rai de göreve geldiği 2011 yılından beri hem iç siyaset hem de dış siyasette sıra dışı etkili bir patrik olduğunu her fırsatta gösterdi. Son hükümet kurma süreci, Rai’nin önüne yeni bir fırsat çıkardı ve o da bu fırsatı iyi değerlendirerek hem kilisenin Marunîlerin haklarını koruma hem de ülke siyasetindeki rolünü açıkça sergiledi.
Görüşmelerin tıkanmasına yol açan ikinci mesele, kabinede Dürzîlere verilecek 3 bakanlığın paylaşımıyla ilgili yaşanan anlaşmazlıktır. Parlamentoda Dürzîlere ayrılan koltukların çoğunu elinde tutan Velid Canbulat liderliğindeki İlerici Sosyalist Partisi, kabinedeki 3 bakanlığın tümünün kendisine verilmesini talep ediyordu. Fakat Hizbullah’ın müttefiki ve Suriye yanlısı Dürzî lider Talal Arslan’ın bu 3 koltuktan birinin kendisinin hakkı olduğunu düşünmesi Dürzîler arasında da bir gerilime neden oldu. Hatta görüşmeler sırasında İlerici Sosyalistler, talep ettikleri 3 bakanlığın karşılanmaması durumunda muhalefette kalabilecekleri tehdidinde bulundu. Buna rağmen parti liderliğini oğluna devrettiği hassas bir geçiş sürecinde Velid Canbulat’ın kendisini hükümetin kurulamamasının sorumlusu olarak gösterecek sert bir tutumdan kaçınacağı ve daha pragmatik hareket edeceği beklentiler arasındaydı. Bu bağlamda Dürzîler arasındaki koltuk paylaşımı meselesinin Marunîler arasındaki koltuk paylaşımı meselesiyle doğrudan alakalı olduğu ve ikincisi çözüldüğü takdir de birincisinin de kolaylıkla çözüleceği aşikârdı.
Görüşmelerin tıkanmasına yol açan üçüncü mesele ise bakanlıkların paylaşımında Sünnîler arasındaki yaşanan anlaşmazlıktır. Saad Hariri liderliğindeki Müstakbel Hareketi daha önceki kabinelerdeki Sünnî koltuklardan hiçbirini 8 Martçılara kaptırmamıştı. Fakat Müstakbel’in son seçimlerde parlamentoda uğradığı kayıplardan sonra bu koltuklar için Hizbullah’a yakın diğer Sünnî vekillerden gelen taleplerle yüzleşmesi kaçınılmaz oldu. Müstakbel dışında parlamentoya seçilen Sünnî vekilleri iki gruba ayırmak mümkündür. Birinci grup, kendi içinde farklılık içermekle birlikte kendi listesiyle seçime giren Necib Mikati, İlerici Sosyalistler’den Bilal Abdullah, Beyrut’tan bağımsız aday Fûad Mahzûmi ve Popüler Nasırcı Parti’den Ussame Saad gibi isimleri kapsıyordu. Bu Sünnî vekiller, ya Müstakbel’e muhalif bir tavır takınmamayı ya da tarafsız kalmayı tercih etti. Buna karşılık Velid Succariyeh (Hizbullah), Kasım Haşim (Ba’as), Faysal Karami (Karama Hareketi), Cihad Samad (8 Martçı), Adnan Trablusi (el-Ahbaş) ve Abdürrahim Murad (İttihad Partisi) olmak üzere diğer 6 Sünnî vekil ikinci grubu oluşturmaktadır. Bunlar Müstakbel’e muhalif tutum takınıp hükümet kurulması için yapılan görüşmeler sırasında kabinede temsil edilme yoluyla ülkenin siyasal hayatında rol oynamayı talep ediyordu. Kuşkusuz Hizbullah ve Suriye yanlısı bu Sünnî vekiller, Müstakbel Partisi’nin kabinedeki Sünnî koltukların tümünü yeniden elde etmesini engelleme gibi bir misyona sahipti.
Son seçimlerde müttefikleriyle birlikte parlamentodaki çoğunluğu ele geçiren Hizbullah’ın hükümet kurma çalışmalarında yaşanan bu sorunlara doğrudan müdahil olmaktan kaçınmakla birlikte dolaylı olarak kabinede Hariri ve Canbulat’ın Sünnî ve Dürzî koltukları tekeli altında tutmasını engellemeye çalıştığı aşikârdır. Hizbullah ve müttefikleri parlamentoda ilk kez bu kadar zayıflamış olan Hariri’den mümkün olduğunca fazla taviz koparmak istemektedir. Hizbullah lideri Hasan Nasrallah, kendi partisi ve müttefiklerinin kabinede etkin temsilinin hem partinin ülke içindeki silahlı varlığının meşruluğunu güçlendirme hem de Devlet Başkanı Aûn ile aralarındaki uzun süreli ittifakın sürdürülmesi açısından önemli olduğu biliyordu. Nitekim Devlet Başkanı Aûn, Eylül ayında Fransız Le Figaro gazetesine verdiği röportajda Hizbullah’ın askerî gücünü ülke içinde kullanmadığını söyleyerek Nasrallah’ın hassasiyet gösterdiği iki konuda onunla aynı fikirde olduğunu gösterdi. Fakat Aûn’un hükümetin kurulma çalışmalarının sürdüğü bir süreçte yaptığı bu açıklama ülke içindeki rakiplerinden ciddi bir tepkinin ortaya çıkmasını beraberinde getirdi. Lübnan’daki Hizbullah karşıtı gruplar ve siyasetçiler, tarafsız ve ülkedeki farklı siyasî gruplar arasında bir denge unsuru olması beklenen Aûn’un bu tür meseleleri dile getirmesinin devlet başkanının meşruiyetini zedelediğini söyleyip onu yetkilerini kötüye kullanmakla itham etti.
Kurulamayan Hükümetin Yarattığı Gerilim, Mülteciler Meselesi ve Rusya
Lübnan’daki tüm toplumsal grupların merkezi karar alma sürecine katılmasını amaçlayan siyasî sistem (konfesyonel/taifeci sistem), 1926 Anayasası, 1943 Ulusal Pakt ve 1989 Ta’if Antlaşması olmak üzere üç anayasal belge üzerine inşa edilmiştir. Sistemin pratikte sağlıklı bir biçimde işleyebilmesi ve istikrarsızlığa yol açmaması için olmazsa olmaz gerekliliklerden biri ülkedeki farklı toplumsal grupları temsil eden siyasetçiler arasında görüşmeler yoluyla geniş tabanlı bir uzlaşma ve işbirliğinin sağlanmasıdır. Tabii Lübnanlı siyasetçilerin çoğu zaman mezhepsel veya kişisel çıkarlar bağlamında hareket etmesi, ulusal düzeyde bir uzlaşı sağlanmasını engellemekte ve son yaşanan krizde olduğu gibi istikrarsızlığa giden yolu açmaktadır. Mayıs ayından beri süren hükümet kurma görüşmeleri sırasında tarafların sık sık “Hükümetin kurulmasını engelleyen biz olmayacağız”, “Devleti korumak, adaletsizlikleri ve yolsuzlukları sona erdirmek için hükümete katılmak istiyoruz”, “Seçimlerde kazandığımız başarının hakkı olan bakanlıkları talep ediyoruz”, “Diğerleri bizim kabinede temsil edilmemizi engellemeye çalışıyor” gibi sözler sarf etmesi oldukça manidardır. Herkes kendinin haklı olduğunu iddia edip karşı tarafı hükümetin kurulamamasının asıl suçlusu olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu durum çoğu zaman tarafların hükümet kurma meselesini bir kenara bırakıp diğer siyasî çekişmeleri gündeme getirmesine ve karşılıklı sert suçlamalara yol açabilmektedir. Nitekim hükümet kurma çalışmalarının tıkmasıyla birlikte Lübnan siyasetindeki gerilim farklı konular üzerinden başlayan tartışmalarla yeni bir boyut kazandı. Bu tartışmalar, bazen hükümet kurma çalışmalarıyla doğrudan bazen dolayı olarak bağlantılı oldu.
Bu süreçte, hükümetin bakanlık paylaşımından dolayı değil Cibran Bassil ve Samir Caca’nın bir sonraki devlet başkanı olma arzularından ve bundan doğan kişisel rekabetten kaynaklandığı sıkça dile getirilen iddialardan biri oldu. Buna göre hükümetin kurulmasının önündeki asıl engel, Bassil ve Caca’nın kişisel hırsları ve kendi aralarındaki çekişmedir. Hatta Devlet Başkanı Aûn’un görüşmelerdeki pozisyonunun Özgür Yurtseverler lideri ve aynı zamanda damadı olan Bassil tarafından belirlendiği söylenmektedir. Son dönemde dışişleri bakanı olarak Lübnan siyasetinde yıldızı parlayan Bassil’i geleceğini devlet başkanı olarak görenlerin ülke içindeki sayısı da az değildir. Caca’nın ise iç savaştan bu yana milis komutanlığından ülkedeki en güçlü Marunî partilerinden birinin liderliğine yükselişini devlet başkanlığı gibi en üst makamla taçlandırmak istemesi mümkündür. Tüm bunlara rağmen Bassil ve Caca arasındaki devlet başkanı olma rekabetinin hükümeti kurma görüşmelerine ne düzeyde tesir ettiği muğlak bir konudur ve bu iddianın gerçekliği konusunda bir şey söylemek için oldukça erkendir. Öte yandan Lübnan’da hükümetin kurulamamasından dolayı Devlet Başkanı Aûn’u suçlayan bir kesim de mevcuttur. Bu kesim, Aûn’u anayasal olarak hükümeti kurma sorumluluğuna sahip olan Hariri’nin iyi niyetli çabalarını engellemek ve kendi yetkilerini aşarak hükümet kurma çalışmalarında daha etkin bir rol oynamak istemekle suçlamaktadır. Hatta Aûn’un hiçbir zaman kabul etmediği Ta’if Antlaşması’nı tekrar tartışmaya açıp güçlü bir devlet başkanı makamı ve Hıristiyanların ayrıcalıklı olduğu yeni bir anayasanın yolunu açmaya niyeti taşıdığı söylenmektedir. Aûn’un Eylül ayında bir ulusal birlik hükümeti kurulamadığı takdirde ülkenin hükümetsiz bırakılmaması için katılmayanların dışarıda kalacağı bir çoğunluk hükümeti kurulmasını teklif etmesi bu tartışmayı yeni bir boyuta taşıdı. Kurulacak bir çoğunluk hükümetinin Lübnan’da birçok grubun tepkisine yol açacağı ve uzun vadede gerilimi düşürmek yerine daha da arttıracağı konusunda ülkedeki siyasî aktörlerin büyük bir kısmı hemfikirdir. Nitekim Aûn’un çoğunluk hükümeti teklifine kuşkuyla bakanlar sadece Hariri’nin Müstakbel Hareketi, Caca’nın Lübnan Kuvvetleri ile sınırlı kalmadı. Nebih Berri liderliğindeki Emel Hareketi ve Marunî Marada Hareketi de en iyi yolun seçim sonuçlarına göre ve tüm tarafları içerecek bir ulusal birlik hükümetinin kurulması olduğunu ifade ederek Aûn’un bu teklifine sıcak bakmadıklarını gösterdi.
Hükümet kurma çalışmaları sırasında Lübnan siyasetinde yer işgal eden en önemli konulardan biri de Suriyeli mültecilerin geri dönüş meselesi oldu. Mülteciler, Nisan ayından beri küçük gruplar halinde Suriye’ye geri dönmeye başlasa da Lübnan’daki Suriye karşıtı siyasetçiler bu konuda Şam ile işbirliği yapmayı kesinlikle reddediyordu. Ayrıca mültecilerin yerlerinden zorla tahliye edildikleri ve Suriye’nin içinde bulunduğu mevcut şartlardan dolayı mülteciler uygun bir yer olmadığına dair iddiaların uluslararası kamuoyunda seslendirilmesi durumu daha da karmaşık hale getiriyordu. Beyrut’taki Suriye Büyükelçisi Ali Abdülkerim, seçimlerin ardından mültecilerin geri dönüşü için Lübnan hükümetiyle resmi işbirliğine hazır olduklarını açıklamış, fakat bu açıklama Lübnan içindeki farklı siyasî gruplar arasında bir uzlaşma sağlanmadan ve yeni hükümet kurulmadan mülteciler konusunda ciddi bir adım atılmasının zor olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamıştı. Bu arada Rusya’nın Temmuz ayında mültecilerin geri dönüşü konusunda bir planla Lübnanlı yetkililerin önüne çıkması meseleye yeni bir boyut kazandırdı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye Özel Temsilcisi Aleksander Lavrentiev’i bölgeye göndererek girişimlere başladı. Lavrentievi Şam, Amman ve Beyrut’u kapsayan turunda Rusya’nın planını kabul ettirme konusunda önemli bir ilerleme sağladı. Lavrentiev, Beyrut’ta görüştüğü Lübnanlı yetkililere Suriye hükümetinin geri dönüşler için güvence verdiğini söyleyip geri dönüşlerin koordine edilmesi için Suriyeli, Lübnanlı ve Rus temsilcilerden oluşan üçlü bir komitenin kurulması teklifinde bulundu. Lübnanlı yetkililer teklife sıcak baktıklarını ve Rusya’nın katkılarına önemsediklerini ifade etse de bu gelişme Lübnan içindeki Suriye karşıtı siyasetçilerin Şam ile iletişim kurma konusundaki çekincelerini ortada kaldırmadı. Lübnan’daki Suriye karşıtı siyasetçilerden biri olan Göçmenler Bakanı Muin el-Murabi, açıkça mültecilerin geri dönüşü konusunda Şam’a güvenmediklerini belirtip Rusya’dan güvence istiyordu.
Rusya’nın mültecilerin geri dönüşü ile ilgili planı Lübnan siyasetinde başka bir tartışmayı daha ortaya çıkardı. Bu tartışma, son yıllarda Suriye’de siyasî ve askerî varlığının güçlendiren Rusya’nın şimdi de Lübnan’da kendisine bir nüfuz alanı oluşturmak istediğine yönelik iddialar üzerinden şekillendi. Rusya’nın Orta Doğu’daki rolünü genişletme bağlamında Lübnan’a yönelik yeni bir siyaset oluşturmayı hedeflediğine dair birçok kanıt mevcuttur. Rusya 2011’de beri Lübnan’la olan ticaret hacmini yaklaşık iki katına çıkarıp Lübnan’ın tarım ürünleri açısından önemli bir pazar haline geldi. Rus doğal gaz şirketi Novatek de 2018 yılı başında Fransız Total ve İtalyan ENI şirketleri ile birlikte Lübnan hükümetiyle Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz aramak için bir sözleşme imzaladı. Lübnanlı yetkilileri, Rus şirketlerinin farklı alanlarda yatırım yapmasını beklerken Rus tarafı da ülkedeki alt yapı projelerine katılma konusunda istekli olduklarını ifade ediyordu. Ruslar, Lübnan Ordusu’nun geliştirilmesi için ekipman ve eğitim desteği vermeyi öngören bir anlaşma teklif etse de bu teklif ABD ve Avrupa’dan gelen askerî yardımların kesilmesinden endişe duyan Lübnanlı yetkililer tarafından son anda reddedildi.
Rusya-Lübnan ilişkileri açısından dikkat geçici bir gelişme de iki taraf arasındaki diplomatik temasların 2014 yılından beri hızlı bir sürece girmesidir. Hatta bu temaslar sadece resmi diplomatik ilişkilerle sınırlı kalmamış, Lübnan siyasetinde önemli rol oynayan bazı siyasî figürlerin Moskova’ya yaptıkları ziyaretlerle yeni bir boyuta ulaşmıştı. Geleneksel olarak Ruslarla özel ilişkilere sahip olan Dürzî Canbulatların bu ziyaretlere öncülük etmesi hiç de şaşırtıcı değildi. 2014 yılı sonunda Velid Canbulat, oğlu Teymur ile birlikte Moskova’ya gidip Suriye meselesiyle ilgili Rus yetkililerle görüştü. Bu ziyaretten kısa süre sonra Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Mikhail Bogdanov Beyrut’u geldi. Bogdanov’un Beyrut’ta görüştüğü siyasî liderler arasında Hizbullah lideri Nasrallah da vardı. Rusya bu ziyaretle Lübnan içindeki siyasî gerilimlerde arabulucu bir rol oynamak istediğini gösteriyordu. Ruslar, 2015, 2016 ve 2017’de diğer Dürzî lider Talal Arslan’ı üç kez Moskova’da ağırladı. Arslan Nisan 2017’deki ziyaretinde Rusya’nın Orta Doğu’da oynadığı rolün eski sömürgecileri kızdırdığını söylüyordu. Müstakbel Hareketi lideri Saad Hariri de Mart 2016’da -en son 2010 yılı sonunda başbakan olarak ziyaret ettiği- Moskova’daydı. Hariri, Eylül 2017’de bu kez başbakanı olarak tekrar Moskova’yı ziyaret etti. Hükümet kurma görüşmelerin başladığı Haziran 2018’den sonra Lübnanlı siyasetçilerin Rusya’ya yaptığı ziyaretler tüm hızıyla sürdü. Bu süreçte Moskova’yı ziyaret eden Lübnanlı siyasetçiler arasında Saad Hariri, Cibran Bassil, Teymur Canbulat, Talal Arslan, Sami Cemayel ve Süleyman Faranciyyeh gibi önemli isimler vardı.
Bu ziyaretler, Rusya’nın Lübnan’a yönelik daha aktif bir siyaset sürdürme arzusuna karşılık Lübnanlı siyasetçilerin de farklı beklentilerle ilişkilerin geliştirilmesi konusunda istekli olduğunu gösteriyordu. Rusya’nın Lübnan’da nüfuzunu arttırma ihtimalinden en çok ABD, Fransa ve Suudi Arabistan gibi aktörler endişe duydu. Fakat Rusya-Lübnan ilişkilerinin gelişmesi için uygun bir zemin oluşmasını sağlayan yine bu aktörlerdi. Lübnanlı siyasetçiler ülke için hayati denilecek bazı konularda ne Batılı devletlerden ne de Suudi Arabistan gibi bölgesel aktörlerden yeterince destek alabilmişti. Örneğin Batılı devletlerin ve uluslararası örgütlerin mülteciler konusunda herhangi bir ciddi adım atmaktan kaçındığı bir dönemde Rusya’nın bu işe girmesi Lübnan’da pek çok kişinin Rus planına bel bağlamasına yol açtı. Fransa gibi Lübnan’da nüfuz sahibi olan etkili bir aktörün Suriyeli mültecilerin Kıbrıs üzerinden Avrupa’ya ulaşmalarının önlenmesi ve Lübnan topraklarında tutulmasına yönelik önerileri karşısında Rusların mültecilerin dönüşü meselesine doğrudan müdahil olması önemlidir. Nitekim geçen Nisan ayından beri küçük gruplar halinde de olsa 80 binden fazla mültecinin Suriye’ye geri dönüşünün sağlanması Lübnan’daki tüm gruplar tarafından memnuniyetle karşılandı. Bu noktada Rusya’nın Lübnan siyasetine müdahil olmasının, ülkenin bağımsızlığına ve egemenliğine bir dış müdahale olarak görülmekten çok ABD, Fransa, Suudi Arabistan, İran ve Suriye gibi dış aktörlerin himayesi altındaki farklı siyasî grupların çıkarları bağlamında ele alınan bir konu olduğu unutulmamalıdır. Rusya’nın Lübnan’a yeni bir hami olarak girmesi söz konusu olduğundan dolayı bu tartışmaların önümüzdeki dönemde de hararetli bir biçimde sürmesi muhtemeldir.
Hükümet Konusunda Yeni Umutlar ve Hayal Kırıklıkları
Haziran ayında başlayan ve kısa sürede tıkanan hükümet kurma görüşmeleri Ekim ayı başından itibaren yeni bir safhaya girdi. Saad Hariri, 3 Ekim’de Devlet Başkanı Mişel Aûn ile yaptığı görüşmenin ardından mevcut iktisadî koşullardan dolayı hükümet kurma sürecini hızlandırma konusunda fikir birliğine vardıklarını söylüyordu. Hariri, daha sonra da bazı anlaşmazlıkların aşılması durumunda hükümetin 10 gün içinde kurulabileceğini dair iyimser bir tahminde bulundu. Lübnan içindeki siyasî gerilimlerin az da olsa yumuşamasına ve siyasetçilerin hükümet kurma konusunda tekrar harekete geçmesinde bazı dış faktörler etkili olduğu aşikârdır. Bunlardan ilki, İsrailli yetkililerin Lübnan’a yönelik tehdit içerikli açıklamalarıdır. Yeni bir İsrail saldırısına hükümetsiz yakalanmanın Lübnan için en kötü senaryolardan biri olduğu herkes tarafından biliniyordu. Ekim ayı başında Nebih Berri’nin liderliğindeki Emel İsrail tehdidinin ciddiye alınması ve hemen hükümetin kurulması gerektiği konusunda uyarıda bulunurken Samir Caca da kendi partisinin hak ettiği bakanlık koltuğunu alması için Aûn’un gerekli adımları atacağına inandığını söyleyerek olumlu bir tavır takındı. Bununla birlikte Özgür Yurtseverler Hareketi lideri Cibran Bassil’in 5 Ekim’de verdiği bir röportajda parlamentodaki her 5 vekile karşılık bir bakanlık verilmesini teklif etmesi ülkedeki iyimser havayı kısa bir süre için de olsa tersine çevirmeye yetti. Hükümetin hızlı bir biçimde kurulması için Lübnan Kuvvetleri’nin 3 bakanlıkla yetinmesini ve Dürzî bakanlıklardan birinin de Talal Arslan’a verilmesini isteyen Bassil, Sünnîlerin kabinedeki temsil meselesinin ise Hariri tarafından çözülmesi gerektiğini vurguluyordu. Bassil’in teklifine sert tepki gösteren Lübnan Kuvvetleri, hükümet kurma konusundaki kriterlerin Bassil tarafından değil Aûn ile Hariri arasında oluşacak bir uzlaşı ile belirlenebileceğini açıkladı. Lübnan Kuvvetleri’ne göre bakanlıkların paylaşımında temel kriter parlamentoda kazanılan koltuk sayısı olmalıydı.
Cibran Bassil ile Lübnan Kuvvetleri arasındaki bu kısa süreli gerilime rağmen Hariri hükümet kurma konusundaki görüşmelerini iyi niyetli bir biçimde sürdürdü. Bu sıralarda ülkedeki hükümet kurma görüşmelerinin hızlanmasına etki eden ikinci dış faktör Fransa oldu. Devlet Başkanı Aûn, 12 Ekim’de Ermenistan’ın başkenti Erivan’da katıldığı Frankofon Zirvesi’nde Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron ile görüşüp ülkesindeki önemli siyasî sorunları ele aldı. Aûn’un bu görüşmesi Lübnan içindeki siyasî grupların büyük kısmı tarafından olumlu karşılandı. Fransa’nın Eylül ayından beri diplomatik girişimlerle Lübnan’daki hükümet kurma krizinin bir parçası haline gelmeye çalıştığı aşikârdı. Nitekim Erivan’daki zirveden birkaç gün önce Macron’un Özel Temsilcisi Pierre Dukan Beyrut’a gelip Hariri ve Berri ile görüşmüştü. Yaptığı görüşmelerde Dukan, geçen Nisan’da Paris’te yapılan konferansta Lübnan’a verilmesi vaat edilen 11 milyar dolarlık fonun hükümetin kurulamaması durumunda tehlike altına girebileceğini söyleyip Lübnanlı yetkilileri uyarıyordu. Kuşkusuz ciddi iktisadî zorluklarla uğraşan Lübnan için bu paranın verilmesi hayati önemdedir. Fakat paranın verilmesinin istenilen reformların yapılmasına bağlı olması hükümetin kurulmasını bir zorunluluk haline getiriyordu.
Fransa’nın bu müdahalesinin Lübnanlı siyasetçiler arasındaki hükümet kurma görüşmelerinin hızlanmasına olumlu katkı yaptığı söylenebilir. Hükümetin kurulması Hariri’nin söylediği gibi 20 gün içinde gerçekleşmese de Ekim ayı sonuna doğru daha önce üzerinde anlaşılamayan konular üzerinde ilerleme sağlanmaya başlandı. Hariri’nin görüşmelerden sunduğu ilk taslağa göre Dürzî, Marunî ve Sünnî’den oluşan 3 bakanlığın Devlet Başkanı Aûn tarafından belirlenmesi öngörülüyordu. Böylece Aûn kendisine verilen 3 bakanlık koltuğunu dengeyi sağlamak için Talal Arslan (Dürzî), Ketaib Partisi (Marunî) ve Necib Mikati (Sünnî) arasında paylaştırabilirdi. Taslağa göre 5 Sünnî ve 1 Hıristiyan bakanlık Müstakbel’e, 6 Şi‘î bakanlık Hizbullah ve Emel’e ve 2 Dürzî bakanlık da İlerici Sosyalistlere verilecekti. Hıristiyan bakanlık koltukları ise 7’si Özgür Yurtseverler, 4’ü Lübnan Kuvvetleri’ne ve 2’si de Marada’ya verilecekti. Tabii bu paylaşım taslağı Lübnan Kuvvetleri’ni kısmen tatmin etmekle birlikte Özgür Yurtseverler, İlerici Sosyalistler ve Hizbullah’ın desteklediği Sünnî muhalif cepheyi taviz vermek zorunda bırakıyordu. Yine Aûn’un genellikle kendi kotasında bir Grek Ortodoks bakanlık tuttuğu düşünüldüğünde Dürzî bakanlık konusunda taviz vermesi gerekecekti.
Hariri, Ekim ayı sonuna kadar görüşmelerde kabinedeki bakanlıkların nasıl paylaşılacağının yanı sıra hangi bakanlığın kime verileceği meselesini de çözüme kavuşturmaya çalıştı. Lübnan Kuvvetleri’nin Adalet Bakanlığı’nı, Hizbullah’ın da Sağlık Bakanlığı’nı istemesi görüşmelerde sıkıntıya yol açtı. Devlet Başkanı Aûn, Lübnan Kuvvetleri’nin istediği Adalet Bakanlığı’nı kendine ayrılan kota içinde tutma niyetindeydi. ABD’nin Hizbullah uygulamaya başladığı yeni yaptırımlar ise Sağlık Bakanlığı gibi kritik bir bakanlığın örgüte verilmesini tartışmalı hale getiriyordu. Buna rağmen Hizbullah görüşmelerin sonunda kabinede Sağlık Bakanlığı dâhil 3 bakanlığı garanti altına almayı başardı. Lübnan Kuvvetleri’ne ise Adalet Bakanlığı’nın yerine Çalışma Bakanlığı, Sosyal İşler Bakanlığı, Kültür Bakanlığı ve bir başbakan yardımcılığı dâhil 4 bakanlık teklif edildi. Başlangıçta itiraz etmesine rağmen Lübnan Kuvvetleri bu teklifi kabul etti. Böylece hükümetin kurulması açısından önemli bir engel aşılmış oluyordu. Öte yandan görüşmelerde önemli bakanlıklardan Dışişleri ve Enerji Bakanlıkları Özgür Yurtsever Partisi’ne, Savunma ve Adalet Bakanlıkları Devlet Başkanı Aûn’a, İçişleri Bakanlığı Müstakbel’e, Maliye Bakanlığı Emel’e ve Eğitim Bakanlığı da İlerici Sosyalist Partisi’ne bırakıldı. Ayrıca kabinedeki 3 Dürzî bakanlıktan 2’sinin İlerici Sosyalistlere, 1’inin de Talal Arslan’a verilmesiyle Dürzîler arasındaki sorun da çözülmüş oluyordu.
Bundan sonra yeni hükümetin kurulmasının önünde kalan tek engel, Hizbullah yakın muhalif 6 Sünnî vekilden oluşan grubun en az 1 bakanlık talebiydi. Hariri, bu 6 Sünnî vekilin bakanlık talebi yüzünden kendi payından bir bakanlığı onlara vermeyeceğini söyleyip “Sünni koltuktan vazgeçmem isteniyorsa başka bir başbakan bulun” diyerek tepki gösterdi. Öte yandan Hizbullah Sünnî vekillerin bakanlık talebini haklı bulurken diğer Şi‘î örgüt Emel ise bu sorunun devlet başkanı veya başbakanın payının bir parçası olarak çözülmesi gerektiğini açıkladı. Hizbullah, Sünnî vekillerinin taleplerinin görüşmelerin başından beri çözülmesi gerek bir sorun olarak görürken Müstakbel ve Lübnan Kuvvetleri Hizbullah’ın bu meseleyi hükümetin kurulmasını geciktirmek için son anda gündeme getirildiğini ve bu işin arkasında İran’ın olduğunu iddia etti. Devlet Başkanı Aûn ve Cibran Bassil ise bu meselede taraf olmadıklarını söyleyerek konuya müdahil olmaktan kaçındı. Hatta Hariri onlara 1 Marunî bakanlık karşılığında 1 Sünnî bakanlık vermeyi teklif etse de bu teklif kabul görmedi. Daha sonra Bassil kabinedeki toplam bakanlık sayısını 30’dan 32’ye çıkarak bu sorunu çözmek istese de bu teklif de Hariri tarafından kabul edilmedi. Kısacası hiç kimsenin Sünnî vekillere kendi payından 1 bakanlık vermek istememesi hükümet kurma çalışmalarını yeni bir çıkmazın içine sürüklüyordu.
Kasım ayı içinde Sünnî bakanlık meselesi gündemin en önemli konusu olarak tartışılırken Marunî Patrik Rai ülke siyasetindeki etkinliğini tekrar gösterip uzun süredir düşman olan Marada Hareketi lideri Süleyman Faranciyyeh ile Lübnan Kuvvetleri lideri Samir Caca’yı bir araya getirip barıştırdı. İki taraf arasındaki düşmanlık iç savaş yıllarına dayanıyordu. Beşir Cemayel’in emriyle Ketaib (Falanj) milisleri Faranciyyehlerin Ehden’deki yazlık evine yaptıkları baskında Süleyman Faranciyyeh’in babası Tony, annesi Vera ve 3 yaşındaki kız kardeşi Cihan katledilmişti. Süleyman Faranciyyeh Ehden’e gelen milislere komutanlık yapan Caca’yı katliamın başlıca sorumlusu olmakla suçluyordu. Kuşkusuz iki taraf arasında uzun yıllardır süren bu kan davasını Faranciyyeh ve Caca’yı barıştırarak sona erdiren Rai, hem Marunî toplumunun birliğine katkı yapıyor hem de patriğin Marunî toplumu açısından ne kadar önemli bir kişi olduğunu bir kez daha herkese gösteriyordu. Marunîler arasında böylesi bir sorun çözülürken Aralık ayı başında bu kez ülkedeki Dürzîleri ilgilendiren yeni bir kriz patlak verdi. Krizin nedeni, Suriye yanlısı Dürzî lider Viam Vahhab’ın internette yaptığı Saad Hariri’yle ilgili hakaret içerikli bir paylaşımdı. Vahhab, internette yayınladığı bir videoda Hariri için “Babası şehit başbakan olmasaydı hiç kimse onu bir binada kapıcı bile yapmazdı” ifadelerini kullanıyordu. Bu açıklamalara tepki gösteren Müstakbel’e yakın bir grup avukat, Vahhab’ın ifadelerinin ülkeyi karıştırmaya yönelik olduğu gerekçesiyle başsavcılığa başvurdu. Başsavcılık şikâyeti dikkate alıp Lübnan İç Güvenlik Güçleri’ni harekete geçirdi. Güvenlik güçleri, Vahhab’ın evine yaklaştığında iki taraf arasında silahlı çatışma çıktı. Çatışmada Vahhab’ın korumalarından birinin hayatını kaybetmesi gerilimi daha da arttırdı. Vahhab, yaşanan olayları kendisine ve Dürzîlere yönelik bir saldırı olarak gördüğünü söyleyip Hariri ile birlikte Savcı Samir Hammûd ve İç Güvenlik Güçleri’nin komutanı General İmad Osman’ı suçladı. Velid Canbulat’ın yaşanan olayda Hariri’ye destek vermesi ise Dürzîler arasında huzursuzluğa yol açtı.
Hükümet Kuramamanın Büyüttüğü Riskler
Geçen Mayıs ayındaki parlamento seçimlerin ardından Lübnan’da yaşananlar hükümetin kurulması konusunda bir tahmin yapılmasını imkânsız hale getirmektedir. İç ve dış baskıların neticesinde hükümetin kısa süre içinde kurulması mümkün olduğu gibi krizin daha uzun bir süre devam etmesi de hiç kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu bağlamda hükümetin kurulamaması veya kurulmasının gecikmesinin beraberinde getireceği riskleri ele almak daha anlamlı olacaktır. Bu riskleri şu başlıklar haline toplamak mümkündür: İktisadî sorunların derinleşmesi ve devletin iflası; devletin temel kamusal hizmetleri yerine getirememesinin yaratacağı toplumsal patlama; Suriyeli mültecilerden kaynaklı toplumsal huzursuzluk ve Lübnan’a yönelik yeni bir İsrail saldırısı.
Lübnan’daki öncelikli sorunlardan biri ülkenin iktisadî alanda yaşadığı çöküştür. 2011’den beri siyasî istikrarsızlıklar ve bölgesel çatışmaların gölgesinde varlığını sürdüren Lübnan’da 80 milyar doları aştığı söylenen kamu borcu ülkenin zaten zayıf olan iktisadî yapısını doğrudan tehdit ediyor. Lübnan, dünyanın en borçlu devletleri arasında ilk sıralarda yer aldığı gibi dış ticaret ve bütçe konusunda sürekli olarak açık veriyor. Ayrıca Lübnan’ın en önemli gelir kaynakları olan bankacılık, ticaret ve turizm sektörlerinde son yıllarda yaşanan kriz ülkede var olan yapısal bozuklukları ve sorunları daha da derinleştiriyor, borç ödemelerini imkânsız hale getiriyor. Kuşkusuz Suriye’deki iç savaş ve yarattığı bölgesel gerilimler, bir yandan Körfez’deki Arap ülkelerinden Lübnan’a gelen sıcak para ve turist akışının azalmasına yol açmış diğer yandan da ülkeyi kalabalık bir mülteci kitlesinin yükü ile karşı karşıya bırakmıştır. Bu kötü şartlar altında Lübnan’ın daha ne kadar dayanabileceğini tahmin etmek zor. Tabii seçimlerin yapılmasına rağmen hükümetin kurulmasının gecikmesi de bu iktisadî çöküşü hızlandırmaktadır. Nitekim 2018 yılı boyunca ülkenin birçok iktisadî göstergesi gerileme göstermiş, inşaat ve gayrimenkul satışı gibi önemli sektörlerde talep azalması yaşanmıştır. Hükümet kuramamanın dış yatırım ve iktisadî büyüme konusunda da olumsuz neticeler ortaya çıkaracağı aşikâr. Ayrıca yakın bir gelecekte Lübnan Lirası’nda yaşanabilecek hızlı bir değer kaybının ülkeyi büyük bir felakete sürüklemesi ihtimali mevcut. Bu bağlamda Lübnan’daki iktisadî sorunların dış destek ve yardım olmadan aşılması çok da kolay görünmüyor. Batılı devletlerin geçen Nisan ayında Paris’te vaat ettikleri 11 milyar dolarlık fonun gelmesi ise hükümetin kurulmasına ve yeni hükümetin kamudan işçi çıkarılması gibi bazı tasarruf tedbirlerini içeren reformları uygulamasına bağlı. Hükümet kurulsa bile bu sert reform paketini uygulayıp uygulamayacağı belirsizdir. Bundan dolayı Lübnan’da iktisadî çöküşten kurtulmak için haşhaş ekiminin yasallaştırılması isteyenler veya Doğu Akdeniz’den çıkarılacağı düşünülen petrol veya doğal gazdan medet umanlar da var.
Lübnan’da devlet, sağlık, eğitim, elektrik, su ve çöp toplama gibi temel kamusal hizmetleri yerine getirmekte eskiden beri yetersizlik göstermektedir. Sağlık ve eğitimi büyük ölçüde özel sektöre bırakmış olan devlet, son yıllarda ciddi bir elektrik sorunuyla de yüzleşmek zorunda kaldı. Lübnan’da neredeyse her gün yaşanan elektrik kesintileri kronikleşmiş bir sorun haline geldi. Elektrik sorunu hem ülkenin kalkınmasının önünde bir engel teşkil ederken hem de halkın üzerinde büyük bir baskı unsuru oluşturmaktadır. 2013’ten beri Türk özel şirketlerine ait gemiler aracılığıyla ülkenin elektrik açığı kapatılmaya çalışılsa da bu yolun nihai bir çözüm sunmadığını düşünen siyasetçiler hükümete sert eleştiriler yöneltmektedir. Yine yakın zamanda bir Alman firması Lübnan’daki elektrik sisteminin yenilenmesi ve enerji konusunda işbirliği teklifinde bulunsa da şu ana kadar bu konuda bir gelişme ortaya çıkmamıştır. Lübnan hükümetinin elektrik sorununa nihai çözüm bulmaya yönelik planlarının ise hiçbiri başarıya ulaşmamıştır. Ayrıca ülkede çok sayıda kişinin elektriği kaçak olarak kullanması ve para ödememesi ciddi bir sorun teşkil etmektedir. Bu sorunun elektrik ücretlerinin artırılması yoluyla kapatılmasını önerenler vardır. Fakat zaten pahalı olan elektriği daha yüksek ücretlerle sunmak halk üzerinde daha büyük baskı oluşturabilir. 2015’te çöp sorunundan dolayı ortaya çıkan sokak gösterilerinin benzerlerinin, hatta daha şiddetlilerinin elektrik sorundan dolayı ortaya çıkması söz konusu olabilir. Bu durum, toplumsal tepkinin kolayca siyasileştiği bir ülkede ciddi güvenlik risklerini içinde barındırmaktadır. Hükümetin kurulmasının gecikmesi elektrik soruna yönelik atılacak muhtemel adımları ve alınacak tedbirleri de geciktirmekte ve bir toplumsal patlama için uygun bir zemin yaratmaktadır.
Lübnan’ın geleceğini tehdit eden diğer bir sorun da ülkede bulunan Suriyeli mültecilerin durumudur. Lübnan’ın toplam nüfusunun neredeyse %20-25’ini oluşturan mülteciler ülke için siyasî, iktisadî ve toplumsal olarak büyük bir yük oluşturmaktadır. Kendi vatandaşlarına bile temel kamusal hizmetleri sağlamakta yetersiz kalan bir ülkede mültecilerin durumu oldukça vahimdir. Batılı devletler ve uluslararası örgütlerden mülteciler konusunda istedikleri desteği alamayan Lübnanlı yetkililer kendi imkânlarıyla bu işin üstesinden gelmeye uğraşmaktadır. Fakat 1970’lerde ülkedeki Filistinli mülteci varlığının ciddi güvenlik sorunlarına yol açtığını düşünen Lübnanlı yetkililer şu ana kadar ne mülteciler için bir kamp kurmuş, ne de onların ihtiyaçlarını karşılayabilecek tedbirler uygulamaya koyabilmiştir. Ayrıca Lübnan’daki tüm sorunlardan dolayı mültecileri suçlayan geniş bir kitle mevcuttur ve onların tepkilerinin açık bir yabancı düşmanlığına dönüşmesi çok fazla zaman almayabilir. Mültecilerden kaynaklanan toplumsal huzursuzluğun bir iç çatışmaya dönüşme riski taşıdığı da aşikârdır. Tüm bunlardan dolayı geçen Nisan’dan beri devam eden Suriyelilerin geri dönüşüne yönelik girişimler Lübnan’ın yakın geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Rusya’nın geçen Temmuz’da sunduğu mültecilerin geri dönüşüne yönelik planın uygulanabilmesi ve sürdürülebilir hale gelmesi ise yine yeni hükümetin kurulmasına bağlıdır.
Son olarak parlamento seçimlerinden beri İsrailli yetkililerin Lübnan’a yönelik yaptığı açıklamalar ülkenin ciddi bir dış saldırı riskiyle karşı karşıya kaldığını göstermektedir. En son 2006 yazında Lübnan’a saldıran İsrail, geçen 12 yıl boyunca bölgedeki en tehditkâr düşmanlarından biri olarak gördüğü Hizbullah’ın durumunu yakından takip etmektedir. Hizbullah’ın Suriye’deki iç savaştan askerî ve siyasî olarak daha güçlü bir biçimde çıkması İsrailli yetkililerin endişelendirmekte ve Lübnan’a yönelik bir saldırı planını hazır tutmalarına neden olmaktadır. İsrail’in Lübnan topraklarında Hizbullah’a yönelik yeni bir askerî saldırı yapma ihtimali oldukça çok yüksek olmakla birlikte saldırının zamanı bilinmemektedir. Aralık ayı başında İsrail’in Lübnan sınırında Hizbullah’a ait olduğu iddia edilen tünellere yönelik başlattığı operasyonla gerilim tekrar artmış ve saldırı ihtimali gündeme gelmiştir. Bu durum, Lübnan’daki tüm siyasî ve toplumsal gruplar üzerinde ciddi bir baskıyı beraberinde getirmekte ve ülkenin geleceğine yönelik endişe yaratmaktadır. Kuşkusuz yeni hükümetin en kısa süre içinde kurulması, en azından olası bir İsrail saldırısı karşısında ulusal düzeyde bir dayanışma sağlanması ve diplomatik alanda mücadele edilmesi açısından önem arz etmektedir. İsrail saldırısına parlamento seçim sonuçlarına dayanan meşru bir hükümet olmadan yakalanmak Lübnan’ın direnme gücünü zayıflatmanın ötesinde saldırı sonrasında ülke içinde gerilimlere ve yeni bir iç çatışmanın patlak vermesine bile yol açabilir. Bu tür bir iç çatışmanın Lübnan’da başlamasını ve genişlemesini kışkırtacak veya buna destek verecek İsrail dışında bölgede çok sayıda aktör olduğu da unutulmamalıdır.