Ortadoğu’nun en sancılı sorunu olan İsrail hegemonyası altındaki Filistin topraklarının akıbetine dair ABD başkanı Trump tarafından ortaya atılan “Yüzyılın Anlaşması” isimli planın ayrıntıları gün yüzüne çıkmaya başladı. Batı Şeria ile Gazze arasında, izole bir alanda kurulması tasarlanan “Yeni Filistin Devleti” projesi yalnızca Filistinlilerin değil, bölge ülkelerinin halkları içinde de siyasi, ekonomik ve sosyo-dini açıdan önemli bir sürecin başlangıcına işaret ediyor. Hiç şüphesiz, bu ülkelerin başında, gerek Filistinli mültecilerin ülkedeki yaşama biçimleri bakımından, gerekse geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran Arap-İsrail savaşlarının en ağır yüklerinden birini taşıması açısından Lübnan geliyor.
1948 Arap-İsrail savaşından sonra ortaya çıkan Filistinli mülteciler sorunu en çok Lübnan’ı etkilemiştir. Savaşın akabinde mültecilerin önemli bir bölümünün Lübnan’a göç etmeleri nedeniyle ülke gündeminde siyasi olduğu kadar toplumsal bir mesele olarak yer almaya başladılar. 1960’lara kadar Filistin meselesi, Lübnan’ın bölge ülkeleriyle birlikte ele alması gereken bir sorun iken, mülteci kamplarında silahlı örgütlenmelerin başlaması ve nihayetinde 1964 yılında Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurularak Lübnan merkezli eylemlere imza atmasıyla yeni bir evreye girmiştir. FKÖ’nün faaliyetleri, toplumsal dengenin bozulmasına ve ülkede yeni bir Hristiyan-Müslüman geriliminin tırmanmasına yol açarak meselenin iç siyasete evirilmesine neden oldu. Filistinli örgütlerin ülkedeki varlıklarının meşru görülmesini talep eden ve bu bağlamda yoğun destek sağlayan Lübnan’daki Sünni Müslümanlara karşılık Hristiyan kesim, kendi hakimiyetlerini zayıflatacağı ve ülkedeki dini/mezhebi hassasiyete zarar vereceği endişesiyle, Filistinlilerin Lübnan’dan çıkarılması gerektiğini savunmaya başladılar.
Lübnan siyasetinde egemen olan Hristiyanlar, -özellikle de Katolik Maruniler- 1970’li yıllardan itibaren, Filistinlilerin sürekli artan nüfusuna bağlı olarak kurulan mülteci kamplarında verilen silahlı eğitimlere karşı kitlesel tepkiler gösterdiler. Böylece bu mesele üzerinden Lübnan siyasal sisteminde var olan mezhepsel kutuplaşmanın Filistin boyutunu ortaya çıkardılar. Kendi nüfuz alanlarında adeta özerk statüde yaşayan Filistinlilerin varlığını kabul etmeyen dönemin Hristiyan Ketaib Partisi lideri Beşir Cemayel önderliğinde, Lübnanlı Hristiyan siyasi parti liderleri işbirliği yaptılar. Bu koalisyonun müntesipleri halkın çağrısına kulak verilmesi gerektiğinden yola çıkarak, Filistinli mücadele örgütlerinin ülkedeki varlıklarının kabul edilemez olduğunu vurguladılar. 1970’de Ketaib Partisi’ne bağlı olan Hristiyan milislerle Filistinli gerillalar arasında yaşanan ilk silahlı çatışma ve aynı yıl başlayan karşılıklı saldırılarda pek çok Hristiyan ve Müslüman sivilin ölmesi ise Lübnan’ın ileri gelen Hristiyan siyasetçileri açısından ideolojik kırılmaların somut karşılığı olarak yorumlandı. Nitekim, 1975 yılında iç savaşın başlamasından kısa bir süre önce, Lübnan halkının büyük çoğunluğunun da desteklediği iddiasıyla yola çıkan Hristiyan siyasi liderler, Filistinlilerin ülkeden çıkarılmasına dair gerekli adımların atılması çağrısında bulundular.
Dürziler ve Filistin Meselesi
Lübnan siyasetini meşgul etmeye devam eden mülteciler sorununda, Hristiyan kesimin ve siyasi liderlerin gösterdikleri bu reaksiyona karşı Filistinlilerin her türlü mücadelesine destek verenler ülkenin yalnızca Sünni kesimi olmadı. Mevcut durumda, siyasi güçleri zayıf olsa da yüzyıllar boyunca bölgenin hakimiyetinde rol üstlenmiş olan Dürziler, Filistin davasının da bölgesel arenada en büyük destekçisi sıfatıyla siyasi aktiviteler yürütmeye başladılar. 1949 yılında kurduğu İlerici Sosyalist Parti’yle Lübnan siyasetinde Dürzi ağırlığını yeniden göstermek isteyen Kemal Canbolat, ülkedeki Filistinlilerin toplumun bir parçası olduklarından hareketle, Filistin davasının arkasında durarak bir anlamda hem ülkedeki dini-ideolojik birliği savunduğunu, hem de Maruni ayrıcalıklarının baskın olduğu siyasal sisteme karşı durduğunu ortaya koydu. Lübnan’ın bağımsızlığından sonra ülkenin mezhep temelli bir sistemle yönetilmeye başlanmasıyla cumhurbaşkanının Maruni, başbakanın Sünni, meclis başkanının ise Şii olma şartı getirilmesi, Dürzilerin siyasi arenadan dışlanmasına ve Lübnan’da geri planda seyreden aktörler olarak yer almalarına sebep olmuştur. Dolayısıyla Filistinlilerin haklarını savunmak, kendi haklarının da ön plana çıkması açısından önemliydi ve bu kimlik mücadelesinde yer almak ülkedeki güç dengesinin yeniden kurulmasını sağlayabilirdi.
Bu noktada 1960’larda Lübnan’da Filistinli mücadele örgütleriyle Lübnanlılar arasında tırmanmaya başlayan gerilimde, siyaseten arabuluculuk görevi sağlamaya çalışan Dürzi kanat, iç savaş öncesi Maruni ittifakına karşı Filistin devrimini destekleyen örgütsel birliğin de liderliğini yaptı. İç savaşın başlarında Filistinli silahlı örgütler ile Lübnan askerleri arasındaki çatışmalarda Filistin mücadelesinin yanında olduğunu diplomatik yollarla dile getiren Kemal Canbolat, Lübnan’daki siyasi düzenin değişmesi için yaptığı girişimlerin sonuçsuz kalması üzerine, çatışmalara askeri güçle katılarak siyasi reformların yapılması için gücünü somut bir şekilde göstereceğini ortaya koydu. Bu bağlamda Dürzi cephesinde Filistin davasına olan askeri desteğin siyasi arka planı daha belirgin hale gelmeye başladı. Dürziler için Filistinlilerin davalarına sahip çıkmak esasen kendi siyasal haklarını kabul ettirmek için de bir yöntem olarak benimsendi.
İç savaş boyunca Filistinli örgütlerle Hristiyan milisler arasındaki çatışmalarda sağladıkları askeri ve lojistik desteklerle siyasi gücünü artıran Dürziler, 1990’da biten savaş sonunda imzalanan Taif anlaşmasıyla kısmen de olsa isteklerini yerine getirtebildiler. Lübnan’da siyasal temsiliyet taleplerini tam olarak elde edememiş olsalar da cumhurbaşkanının yetkilerinin daraltılmasıyla mezhep dengelerinin iç savaş boyunca etkin bir siyaset yürüten Dürziler lehine değişmesini sağladılar. Bu durum Dürzi cephesi için bir bakıma Filistin meselesinden doğan kazanımlar olarak yer almış, Dürzi lider Kemal Canbolat’ın “Lübnan’da mezhepler üstü bir siyasal sistem” fikri çerçevesinde; Yahudilerin İsrail devleti adı altında izolasyonist bir Yahudi devleti kurmaları gibi, Maruni elitlerin de Lübnan’da bir Maruni devleti kurma çabalarının karşısında olduğunu, Filistin’e ve Filistinlilere sahip çıkarak gösterdiğinin kanıtı olmuştur.
Dürziler İçin Filistin Kimliği ve Yüzyılın Anlaşması
Bu aşamada Trump ekibinin öncülüğünde hayata geçirilmesi planlanan Yüzyılın Anlaşması, Lübnanlı Dürziler için önemi, yalnızca Lübnan’ın ekonomik ve siyasi durumu ile ilgili olmayıp daha da fazlasına işaret ediyor. Dürzi lider Velid Canbolat, Yüzyılın Anlaşması’nın Balfour deklarasyonunun 100 yıl sonraki tekrarı olduğunu ifade ederken, bu anlaşmanın siyasi konjonktürde İsrail’de yaşayan Dürzileri de içerdiğini ileri sürerek birlik çağrısı yapıyor. Diğer taraftan Canbolat, anlaşmanın İsrail’in Batı Şeria için çizdiği yerleşim yerlerinin Yahudilere verilmesini öngördüğünden yeni bir göç dalgasının başlayacağını ancak Lübnan’ın Filistinli mültecilerin vatandaşlığını üstlenemeyeceğinin altını çiziyor. Bu nedenle de Filistinlilerin Amerika ve İsrail’in planları doğrultusunda yerlerinden yeniden edilmelerini ön gören bu anlaşmanın başarılı olamayacağını savunuyor.
Filistin kimliğiyle ilgili bir diğer sorun ise anlaşmaya göre Filistinlilerin vatanlarına dönme haklarının kaldırılacak olmasıdır. Lübnan hükümetinin Filistinlilere vatandaşlık vermek istemediği siyasi bir realite olarak biliniyor. Her ne kadar Dürzi siyasiler Filistinlilerin arkasında olsalar da Lübnan vatandaşlığı almalarına karşı çıkarak her Filistinlinin kendi vatanlarında kendi kimliklerine sahip olmaları gerektiğini savunuyorlar. Dürziler için esasen Filistin sorununun en büyük açmazlarından biri de Filistinlilerin topraklarını terk etmiş olmalarıdır. Bu noktada Dürzi halkının 1948’de başlayan Arap-İsrail savaşlarında yerlerini terk etmeyerek İsrail’le anlaşmış olmalarını Filistin meselesinde önemli bir adım olarak gören Dürziler, eğer o dönem Müslüman ve Hristiyanlar, Dürziler gibi topraklarında kalmak için ısrarcı olsalardı bugün İsrail nüfuzu bu kadar yayılamazdı görüşündedirler. Aynı nedenle anlaşma çerçevesinde Filistin halkı için belirlenen sınırların kabul edilemez olduğunun daarkasında duruyorlar.
Sonuç olarak, Yüzyılın Anlaşması, hayata geçirilmesi halinde yeni bir Balfour olup olmadığı henüz netleşmemiş olsa da bölge ülkelerini derinden sarsacağı bugünden görülebiliyor. Anlaşmanın Dürziler için kritik boyutu ise yalnızca Filistin halkının geleceğine dair endişelerden oluşmuyor. Nitekim Filistin için yapılan her plan Lübnan, Suriye ve özellikle de İsrail’deki Dürzileri yakından ilgilendiriyor. Bu sebeple de anlaşmanın kısa vadedeki sonuçları önümüzdeki dönemde Dürzi siyasetçilerinin Filistin meselesinde nasıl bir zeminde yer alacaklarına dair soruları da gündeme getiriyor.