Irak ve Suriye’deki kaos ortamından yararlanmaya çalışan devletlerin başında İran’ın geldiği inkâr edilemez bir gerçektir. Gerek Irak’ta ve gerekse de Suriye’deki vekalet savaşında İran’ın Şiilik üzerinden pozisyon aldığı görülmektedir. Hatta Musul’a giren Haşdi Şabi birliklerinin Hüseyin’in intikamını almaya geldiklerini söylemeleri Şiiliğin ne derece siyasete alet edildiğini göstermektedir. 680 yılında Kerbela’da şehit edilen Hz. Hüseyin’in intikamının 2000’li yıllarda Musul’da alınacağını düşünmenin dini bir tarafının olduğunu var saymak, en başta İslam dininin kendisi ile çelişeceği muhakkaktır. Aslında en azından Safevilerden itibaren Fars yayılmacılığında Şiiliğin bir araç olarak kullanıldığı son derece açık bir gerçektir.

Günümüzdeki her olayda olduğu gibi Irak ve Suriye üzerindeki İran politikaları da tarihten bağımsız düşünülemez. Bu yüzden Osmanlı Devleti’nin Irak ve Suriye’yi idare ettiği dönemde İran’ın bu bölgeler için izlediği politikaları ve buna karşı Osmanlı Devleti’nin aldığı birtakım önlemleri bilmek, günümüz sosyal bilimcileri ve siyaset yapıcıları için fikir vermesi bakımından önemlidir.

Tahran’dan Bağdat’a Uzanan El

Bu yazımızda İran’ın Bağdat civarında takip ettiği mezhep politikasının 100 sene önceki serüvenini Osmanlı Devleti’nin Tahran Sefiri Ali Galip Paşa üzerinden anlamaya çalışacağız. Yazımızın dayandığı belge Ali Galip Paşa’nın 1894 tarihinde II. Abdülhamid’in yaverlerinden Mehmet Arif Bey’e yolladığı rapordur. Raporun içeriği oldukça ilgi çekicidir.

Öncelikle konunun hikâyesine bakalım: Ali Galip Paşa 1892 yılında Tahran’a büyükelçi olarak atandıktan sonra İstanbul’dan aldığı talimat ve görevi gereği İran hakkında bilgi toplamaya başlar. En başta içeriden birilerini bulur. Büyükelçilikteki çalışanların yönlendirmesi ile Osmanlı Devleti’ne yakın görünen Müçtehid (Şii alim) Aka Seyyid’le irtibat kurar ve kendisini sefarete davet eder. Davete icabet eden Aka Seyyid’i oldukça samimi karşılar. Karşılamadan memnun kalan Aka Seyyid, Emir-ül-mü’minin olan II. Abdülhamid hakkında hayır duada bulunarak, padişahın hem ittihad-ı İslam’ın en büyük vesilesi hem de Müslümanların en büyük hamisi olduğunu ifade eder. Padişahın Şiiler için kutsal olan Irak coğrafyasındaki Atebat bölgesinde yaptığı hizmetleri de ekleyerek Nur-i çeşm-i İslam zat-ı hilafet-penâh-ı sultaniyeye dua etmek her İslam için farz-ı ayındır. İslam beynine tefrika düşürmek isteyenler ind-Allah mesul ve muâteb olurlar diyerek, kendisi gibi düşünmeyen müçtehidlerin mesleklerini kirlettiklerini belirtir. Tabi bu sözler büyükelçinin ikram ettiği İran usulü yemek, alaturka kuzu dolması ve helva sofrasında edilir. Müçtehid bu ziyafetten de fazlasıyla hoşnut olarak halife için övgüden dua faslına geçer ve padişah için temâdî-i ömr-i afiyet ve düşman-ı dine karşı izdiyâd-ı şân ve şevket ve satvet ve kudret için iki elini semaya açar.

Bu yemek faslı ve merasimden sonra Ali Galip Paşa’ya ihtiyacı olan bilgileri aktarır.

Ali Galip Paşa Aka Seyyid’den aldığı bilgilere kendi gözlem ve tecrübelerini de ekleyerek Bağdat civarında Şiiliğin yayılması sebeplerini ve çözüm yollarını, yazımızın kaynağı olan raporuna yazar. Ali Galip Paşa’ya göre Bağdat’ta Şiiliğin yayılmasının başlıca iki sebebi vardır. Birincisi İranlıların özellikle ahundların (şii vaizler) Bağdat’taki köy, nahiye ve aşiret içlerine yayılarak Osmanlı Devleti aleyhinde propaganda yapmaları. İkincisi de İran konsoloslarının buralarda çok fazla nüfuz sahibi olmalarıdır.

Ali Galip Paşa, İran’ın Bağdat civarında nüfuzunun yayılmasını önlemeye yönelik çözüm önerilerini de sıralar. Ona göre, bahsi geçen birinci maddenin çözüm yolu şunlardır: İlk başta Atebat’a (Şiilerin kutsal ziyaret yerleri) giden İranlıların Necef ve Kerbala dışındaki yerlere uğramaları yasaklanmalı ve ziyaret süreleri kısıtlanmalıdır. İkinci olarak ticaret veya geçerli bir sebebi olmayan İranlıların kasaba dışındaki köy, nahiye ve aşiretlere gitmeleri engellenmelidir. Üçüncü olarak Ahundların ve İranlı öğrencilerin eğitim için Atebat’ta ikametlerinin tedricen önü alınarak, buralarda İranlıların değil, Osmanlı vatandaşı olan hocaların ders vermeleri sağlanmalıdır. Dördüncü olarak bölge halkı arasında padişah ve hilafete olan bağlılığı artırmak için bölgeye Ehlisünnet hocalar gönderilmelidir. Beşinci olarak İranlıların fıtratlarına uygun olarak onlara karşı yumuşak ve mülayim davranılmalı. Çünkü İranlılar kavgaya meyyal bir yaratılıştadır. Samarra olayında (1891 yılında İngilizlere verilen tütün imtiyazı üzerine Samarra’da başlayıp tüm İran’a yayılan protesto gösterileri) Necef’te bulunan müçtehid Mirza Habibullah’ın kışkırtmasıyla bütün esnaf dükkanlarını kapatmıştır. Hatta Mirza Habibullah kaymakamı dahi tahkir edecek kadar ileri gitmiştir. Bu yüzden Mirza Habibullah Necef’ten uzaklaştırılmalıdır. Ayrıca benzer konumda olanlar da ilk fırsatta sınır dışı edilmelidir. Altıncı olarak Osmanlı Devleti’ne sadakatle hizmet eden Şii ileri gelenleri mümkün mertebe ödüllendirilmelidir.

Ali Galip Paşa’nın ikinci madde için sıraladığı çözüm önerileri şunlardır: İran’ın mevcut durumu oldukça zayıftır. Memurların ve ileri gelenlerin zulüm ve baskıları ahaliyi canından bezdirmiştir. Bununla beraber Şah İsmail’in tesis ettiği siyaset hala devam etmektedir. Bu siyasette Şiiliği kuvvetlendirmek için Ehlisünnet aleyhine propagandalar yapılmaktadır. Sürekli ateşli nutuklar atılarak Bağdat ve Basra’da İran nüfuzu artırılmıştır. Bunun sonucunda Samarra olayı sırasında Şii bazı aşiretler Samarra müçtehidlerine yardım etmeye gitmişlerdir. Bu durumun tekrar yaşanmaması için İran’ın önü alınmalıdır. Bunun için şu yol takip edilmelidir:

Birincisi Tahran sefaretinde görev yapmış ve İran hakkında bilgi sahibi olan kişilerin mutlaka Bağdat valiliğinde bir görevde istihdam edilmeleri.

İkinci olarak, Bağdat’ta bulunan İran konsoloslarının resmi görevlerinin dışında faaliyette bulunmalarının önlenmesi.

Üçüncü olarak İran’ın Osmanlı sınırlarında yürüttüğü faaliyetlere dikkat edilmelidir. İran’a gelip giden ve orada yaşayan Osmanlı vatandaşlarının işleri değişik bahanelerle İran makamlarınca sürekli olarak yavaşlatılma ve İran vatandaşlığına geçmeye zorlanmaktadırlar. Sınırda yaşayan ve konar-göçer olan aşiret mensupları ise pasaportsuz ve belgesiz bir taraftan öbür tarafa gitmektedirler. Bunların Osmanlı vatandaşlığı reddedilmeli ve hatta bunun için gerekirse uygun şahitler bulunarak İran vatandaşı olduğu ispat edilmelidir. Böylece Osmanlı vatandaşlık hukukundan yararlanmaları ve Şiilik propagandası yapmaları engellenmiş olacaktır.

Ali Galip Paşa’nın önerileri bunlarla sınırlı değildir. Ona göre; İran, Bağdat ve Basra’da Şiiliğin yayılması ve Osmanlı nüfuzunun azalması için her türlü oyunu çevirmektedir. Bu engellenmelidir. Fakat bunun için İran’ın takip ettiği yoldan gitmek hilafete ve padişahlığa yakışan bir tutum olmayacaktır. Ancak başka ahlaki tedbirler alınmalıdır. Örneğin İran vatandaşlarının Osmanlı makamlarıyla olan işlerinde kolaylık sağlanmalıdır. Fakat İran konsolosları vasıtasıyla gelen talepler mümkün olduğunca geciktirilmelidir. Bu sayede Bağdat ve Basra’daki İran konsoloslarının popülaritesi en başta kendi vatandaşları arasında düşmüş olacaktır. Bununla iki mesaj verilecektir: Birincisi Osmanlı Devleti’nin Şii vatandaşlara karşı gösterdiği ilginin İran’ın etkisiyle olmadığı mesajı verilmiş olacaktır. İkincisi ve en önemlisi Şiiliğin bu topraklarda bekasının garantörü de İran değil, hilafet-i Osmaniye olduğu fikri kuvvet bulacaktır. Sadece bununla yetinilmeyip Şii uleması ile yakınlık kurularak hilafete bağlılıkları sağlanmalıdır. Osmanlı Devleti’nin varlığının hem Şii ulema hem de Şii halk için İran’ın varlığından daha faydalı olacağı hissettirilmelidir.

Bölgeyi Bilmeyen Büyükelçiler

Ali Galip Paşa’nın bu kısa raporu önemli dersler vermektedir. Bu rapordaki önerilerin ne kadarı hayata geçtiği ayrı bir araştırma konusudur. Ancak II. Abdülhamid’in o tarihlerdeki Necef-Kerbela siyasetine baktığımızda etkili olduğu anlaşılmaktadır.

Ancak İran büyükelçisinin bazı önerileri bugüne bile mesaj verir niteliktedir. Mesela Osmanlı dönemindeki Bağdat valiliğinde İran’da görev yapmış kişilerin istihdam edilmesi tavsiyesi çok önemlidir. Aslında bu bize Dışişlerinde hala yapamadığımız uzmanlaşmayı da önermektedir.

Bugün eski Osmanlı topraklarında valilikler yerine; temsilci sıfatıyla Türkiye Büyükelçiliklerini koyduğumuzda aynı zorunluluk devam etmektedir. Fakat ne yazık ki bugün Türkiye’nin Tahran Büyükelçisi Abudabi, Roma, Los Angeles ve Sofya’da görev yaptıktan sonra Tahran’a atanmıştır. Bağdat büyükelçisi Fatih Yıldız ise Los Angeles ve Ankara merkez görevlerinden sonra Bağdat’a atanmıştır. Önceki büyükelçilerden Murat Özçelik Şangay’dan, Yunus Demirer Strazburg’tan ve Faruk Kaymakçı ise Trablus’tan Bağdat’a atanmışlardır. Kuşkusuz bu büyükelçilerimiz görevlerini canla başla yapmaktadır. Ancak ilk bir kaç yılını sadece bölgeyi öğrenmeye harcayan bir büyükelçinin daha sonra buradan hiç bilmediği bir yere atanmasının ne kadar verimli olduğu tartışma konusudur.

Ali Galip Paşa’nın yaklaşık yüz sene önce söylediği bölgenin havasını, suyunu, iklimini bilen devlet adamlarının atanması tavsiyesi, bugün artık küçük kıvılcımların büyük yangınlara sebep olduğu dünyamız için düşünüldüğünde daha zaruri görünmektedir. Zira takip edilecek yanlış bir politikanın nelere mâl olabileceği gün gibi ortadadır. Burada bir başka hususu hatırlatarak yazıya hitam verelim. Ali Galip Paşa hala yapamadığımız bu talepleri sıralarken İngiltere eserlerini gönderdiğimiz elçilere bölgenin bilgi kaynağı olarak sunduğumuz Rawlinson, Mails, Lorimer gibi isimleri buralarda konsolos veya siyasi memur olarak tutmaktaydı.