Filistin’de kapsam ve derinliği hızla büyüyerek devam eden İsrail işgalinin merkezinde yer alan Kudüs şehri, 14 Mayıs 2018 tarihinde ABD Büyükelçiliğinin resmen Kudüs’e taşınması sonucu işgalin bayraktarlığını yüklenmiş ve böylece bir asırlık süreci geride bırakan İsrail işgalinde geri dönüşü çok zor görünen yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu tarihi adım Doğu Kudüs’ün ilhak edilmesi anlamına gelmektedir ki İsrail işgalinin en stratejik hedefi gerçekleştirilmiştir. Böylelikle, aslında zaman içinde zaten işgal tarafından uygulanamaz hale dönüştürülen iki devletli çözüm projesinin önü kesilmiştir.

İslam dünyasının gözdesi olan Kudüs şehrinin kurtuluşu konusunda İslam toplumları tepkilerini, ABD Başkanı Trump’ın 6 Aralık 2017’de ABD Büyükelçiliğini Telaviv’den Kudüs’e taşıyacağı kararını ilan etmesinin ardından İslam İşbirliği Teşkilatı Örgütü (İİT) üyesi ülkelerin İstanbul’da toplanması ile ortaya koymuştu, Bu tepki Kudüs’ün İslam dünyası için taşıdığı önem ve hassasiyeti göstermektedir. 14 Mayıs’ta kararın gerçekleştirilmesinin akabinde, kararı protesto eden Filistinli sivil göstericiler üzerinde İsrail’in gerçekleştirdiği katliam ve bunun yine Ramazan ayında vuku bulmuş olması, İslam dünyasında olduğu kadar küresel ölçekte de infiale sebep olmuş ve olağanüstü İİT toplantısının İstanbul’da çok kısa süre içinde ikinci kez toplanması ile sonuçlanmıştır. Bu toplantıda ana vurgu Kudüs meselesi ve İsrail zulmüne yapılmıştır. Her iki mesele de Filistin’de ki İsrail işgalinin en yakıcı sonuçlarıdır.

Kudüs meselesinde benimsenmesi gereken yaklaşım aslında Kudüs’ün kurtuluşunun Filistin’in kurtuluşunda yatmakta olduğudur. İsrail işgali durdurulmadıkça Kudüs için rasyonel ve kalıcı bir çözüm inşası için gerekli bir temel tesis edilemeyecektir. Bu sebeple Kudüs’ün kurtuluşunun Kudüs meselesine indirgenerek ele alınması Kudüs meselesini çıkmazda bırakmaktan öteye geçmeyecektir. Kudüs’ün ilhakı, İsrail devletinin Filistin topraklarında 14 Mayıs 1948’de kurulması ve Arapların yenilgisi ile sonuçlanan Nakba felaketinin 70. Yılının idrak edildiği günde yapılmış olması Kudüs’ün İsrail işgalinde ne derecede merkezi ve sembolik bir öneme sahip olduğunu ortaya koymaktadır. ABD’nin Kudüs’ü İsrail başkenti olarak tanımış olması, diğer devletler tarafından takip edilerek, durumun teamül haline gelmesinin yolunda atılmış İsrail açısından çok önemli ve tarihi bir adımdır.

Kudüs meselesi Filistin’in işgalinden bağımsız olarak değerlendirilemez. Filistin’deki İsrail işgalinin tarihi 1897’de Basel’de Theodor Herzl başkanlığında yapılan ve Filistin’de legal olarak kurulup tanınacak olan Yahudi devletinin kurulması hedefinin ilan edildiği I. Siyonist Kongresine kadar gitmektedir. Bu kongrede Siyonizm’in bugün gerçekleştirilen yerleşimci İsrail kolonizasyonu projesi ortaya konmuştur. Kurulacak Yahudi devletinin yurdu olarak belirlenen Filistin, Yahudi ulusunun ikameti için hazır bekleyen boş topraklar değildi. Bilakis, tarihsel ve kültürel anlamda Filistinlilerin yurdu ve toprakları idi. Dolayısıyla bu hedefin gerçekleştirilmesi için Filistin halkının tahliyesi gerekiyordu. Kongrenin akabinde birkaç yıl içinde Filistin’e Yahudi göçleri başlatılmış ve her bir göç dalgası ile kitleler halinde Filistin nüfusu yerinden ve yurdundan edilmiştir.

1917’de İngiliz Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour yayınladığı deklarasyon ile Filistin’in bir Yahudi yurdu olması konusundaki İngiliz desteğini, -hukuki bir geçerlilik taşımasa da- siyasi olarak ilan etmiştir. Burada Filistin’in Yahudi ulusunun devleti yapılması konusunda gerekenin yapılacağı vaadi verilirken, bölgedeki Yahudi olmayan toplulukların -Filistinliler ifadesi kullanılmaksızın- “sivil ve dini” haklarının korunmasına işaret ediliyordu. Yani bu deklarasyonla Filistin’in bir Yahudi devletine dönüştürüleceği ve Filistin’in asıl sahibi olan Filistin halkının ise Yahudi devletinin azınlık unsurları olarak kalacağı şeklinde dizayn edilen İsrail kolonileşme projesi büyük emperyalist güç İngiltere tarafından resmi olarak ilan edilmiş oldu. Görüldüğü gibi bugün uygulanmakta olan bu proje başlangıç aşamasında aslında tek devletli bir proje olarak planlanmıştır ve içinde ne Filistin devleti ne de Filistin ulusu unsurlarını barındırmamaktadır. 1947’de İngiliz mandasının sona ermesinin ardından, 1948’de Filistin’de İsrail devleti kurulmuş ve hemen akabinde başlayan Arap-İsrail savaşının sonucunda İsrail, Doğu Kudüs ve Batı Şeria’nın idaresini üzerine alan Ürdün ile anlaşmak zorunda kalmıştır. İsrail, Arapların yenilgisi ile sonuçlanan 1967 Arap-İsrail savaşında fırsatı değerlendirerek Filistin topraklarını işgal etmiş ve İsrail’in başkenti olarak ilan ettiği Kudüs’ü birleştirerek, Doğu Kudüs’ü idaresi altına almıştır. 1980’de İsrail Doğu Kudüs’ün birleştirilmesi Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğu yasasını çıkarmıştır. 1993 Barış Anlaşmasından sonra Filistin görünürde özerklik kazanmış olsa da, barış süreci İsrail işgaline hız kazandırmıştır. Kudüs’ün İsrail başkenti yapılması hedefi konusunda Amerikan hükümeti üzerinde oluşturulan ve bugün gelinen noktanın altyapısını hazırlayan baskı ve çalışmalar bu dönemde yapılmıştır. Yani özetle, İsrail kolonizasyonunun tarihsel gelişiminde Filistin topraklarının tamamının İsrail’e dahli ve Kudüs’ün İsrail başkenti olması vazgeçilmez bir hedeftir.

Bu hedef doğrultusunda bugün İsrail, ABD Ortadoğu politikalarını İsrail güvenliği ve çıkarları ekseninde şekillendirdiği gibi kendi siyasi gücünün ve bekasının güvenliğini de İsrail güvenliği paralelinde yapılandırmış olan Trump’ın ABD’si ile olan ittifakı sayesinde tarihi bir fırsat yakalamıştır. İsrail işgalinin başta yerleşimler olmak üzere çok boyutlu uygulamaları neticesinde hızla İsrailleştirilen Doğu Kudüs, Amerika’nın Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması sonucu resmen ilhak edilmiş durumdadır. ABD’nin bu uygulamasının önünde şimdilik uluslararası arenada hukuki ya da siyasi bir engel teşkil edecek bir tehdit görünmemektedir. Bazı Avrupa devletlerinin ABD’nin bu uygulamasına olan tepkileri “benimsememe” düzeyinde sınırlı kalmıştır. Dolayısıyla, İsrail Doğu Kudüs’ü ilhakından geri adım atmayacaktır ve iki devletli çözüm geçersizliğe mahkûm olacaktır.

İslam dünyasında İsrail işgal güçleri tarafından katledilen Filistinli sayısında ki yükselişle orantılı olarak ortaya konan kınama ve lanetleme mahiyetindeki tepkiler, ortak bir platformda somut siyasi, hukuki ve ekonomik adımlarla sonuçlanmayıp, bir sonraki katliama kadar konu gündemde tutulmadığı sürece sorunun çözümüne olan mesafe hızla açılmaya devam edecektir. Hâlbuki Filistin’de katliam, Filistinlilerin günlük hayatlarının bir parçası olmuştur. İsrail işgal güçleri tarafından Filistin halkının işgale olan direncini kırmak üzere özellikle sayısızca savunmasız çocuk, kadın ve genç insan katledilmektedir. Diğer taraftan Doğu Kudüs’ün ilhakı Batı Şeria’da ki Filistin otoritesinin gittikçe yetkisiz ve etkisiz hale getirilerek sembolik düzeyde küçülmesi ile sonuçlanacak ve Filistin’in potansiyel siyasi varlığı sona erecektir. Özgür Filistin mevcudiyeti olmadan İslam dünyasının vazgeçilmezi olan özgür Kudüs ve Mescidi Aksa’dan bahsetmek gerçekçi olmayacaktır. İslam toplumları Kudüs şehri konusunda ki büyük dini bağlar temelinde ki hassasiyetlerini, İsrail işgali çerçevesinde değerlendirmek durumundadır. Bu noktada İslam dünyasının aktörleri, 1973’te Suudi Arabistan liderliğinde gerçekleştirilen petrol ambargosunun yakaladığı etki düzeyinde bir etki yaratacak, tepkiden öteye geçen ve yaptırım mahiyetinde girişimlerde bulunmak zorundadır.