Afrika kıtası geniş coğrafyası, yer altı zenginliği ve insan gücünden ötürü her zaman dış aktörlerin politikalarında önemli yer tutmuştur. Asırlarca süren köle ticaretinin ardından sömürgecilik ve 1960’lı yıllardaki bağımsızlık hareketlerine rağmen hala yeni sömürgeciliği (neo-colonialism) yaşayan Afrika’nın, adeta gelişmesi ve kalkınması engellenmeye çalışılmaktadır. Sahip olduğu medeniyet, doğal kaynaklar, insan kaynağı ve büyük pazarına rağmen dünya siyaseti ve ekonomisindeki yeri hala sorgulanmaktadır. Günümüzde Afrika kıtasından söz edildiğinde çatışma, yoksulluk ve hastalıklar akla gelmektedir. Bu geri kalmışlığın sebebi bir yandan hala devam eden sömürgeciliğe bağlı olmakla beraber modern dünyaya ayak uyduramayan Afrikalıların durumuyla da alakalıdır. Aslında Afrika’nın Batı medeniyetiyle temas etmesi, geçmişi ve geleceğinin birbirinden kopmasına neden olmuştur. Bu temas sonucu bugün Afrika ülkeleri gerçek milliyetçilik ve vatanseverlik duygularından yoksun bir topluluklar bütününe dönüşmüştür. Bunun yanı sıra Afrika halkı da modernizm, batıcılık, Afrika gelenekleri ve medeniyeti, kalkınma, azgelişmişlik ve fakirlik gibi toplumun yol almasında yer tutan esas unsurları birbirlerinden ayırt etmekte zorlanmaktadırlar. Tüm bunlar kıtanın kalkınması önündeki temel engellerdir.

Batılı Afrika ile Muhafazakâr Afrika’nın Çıkmazları

Avrupalılar, Afrika kıyılarında dört asır boyunca yaptıkları köle ticareti akabinde on dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren kıtanın medeniyeti, kültürü ve varlığını yok sayarak kıta hinterlandını sömürmeye başlamışlardı. Yaklaşık bir asır süren bu sömürgecilik sırasında kendi dinleri ve kültürlerini miras olarak bırakmak üzere kıtaya yerleştirdiler. 1960’lı yıllarda sömürdükleri bölgelerden ayrılırken halkların etnik grupları, kültür uyumu ve dinlerine dikkat etmeksizin kıtayı Berlin Konferansı’ndan sonra işgal ettikleri gibi çıkarları doğrultusunda sınırlandırarak Avrupa modeline göre yeni devletler kurdular. Bu devletlerin kurulurken belli bir süreçten geçmemeleri, bağımsızlık sonrasında kıtada sınır meseleleri, dini çatışmalar, iç ve etnik savaşlar gibi sıkıntıların patlak vermesine neden olmuştur.

Bağımsızlıktan yarım asır sonra bu ülkelerin kendi içlerinde halkların bütünleşmediğini ve ulus devletler haline gelmediklerini gözlemlemek mümkündür. Feodalizmden modern cumhuriyet sistemine geçişte halkların yeterli birikim ve tecrübelerinin olmaması hatta bu sürecin kendiliğinden gelişmemiş olması başarısızlığı beraberinde getirmiştir. Çok etnik guruplu bu ülkelerde bağımsızlık sonrası bazı etkin kabile grupları Batılı devletlerin destekleriyle devleti ele geçirerek sahiplenmişlerdir. Böyle bir yönetişimin uygulandığı söz konusu ülkelerde, iktidar ve milli servetinin tek bir grubun elinde kalmasıyla ülkenin ekonomik durumu ve altyapıları gelişmediği gibi halkların içinde de ulusal bir kimlik oluşamamıştır.

Böyle olunca da bugün görülebileceği gibi bazı Afrika ülkelerinde halk siyasete ve devlet işlerine karşı çok ilgisizdir. Vatanseverlik ve milliyetçilik, okullarda öğretilse de uygulamada devletlerin gerçekten umursamamaları dolayısıyla o duygular hala insanlara aşılanamamıştır. Son zamanlarda sivil toplum bazlı başlatılan ve ilgi odağı olan Pan-Afrikacı hareketler, sınır ötesinden Afrikalıları birlik içerisinde toplamaya başlamıştır. Ancak sadece yeni sömürgeciliğe ve Batılılara karşı çıkan bu hareket aynı zamanda ihmal edilen Afrika kültürü ve değerlerini yeniden değerlendirerek halkın birliği ve bütünleşmesi için Afrika ülkelerine özgün devlet yönetişimini düşünmelidir. Zira günümüzde küreselleşme ve teknoloji gelişimi ile beraber sosyal medya ve televizyonlardan etkilenen birçok Afrikalı, modernizm adına hatta doğru tanımını bilmeden kendi kültürü ve değerlerini bırakıp batı kültürüne meyletmektedir.

Avrupalılar, Afrika kıtasını siyaseten şekillendirerek yeni cumhuriyetler içerisinde kimi halkları birleştirip kimisini ayırdığı gibi Afrika kültürünü de derinden etkilemişlerdir. Bağımsızlıktan sonra ister istemez miras kalan Avrupa modeli devlet yapısı, yaşam tarzı ve kültürü, toplumun modernleşmesi ve devletin kalkınması için adeta tek yol olarak görülmüştür. Afrika insanı bu modernleşme sürecinde kendi kültürünü tamamen kaybetmemiş olsa da Batı kültürünü muhakeme etmeden benimsemesi ve Batılılara benzemeye çalışmasıyla kendisine has olan Afrika kimliğini yitirmektedir. Hele yirmi birinci yüzyılda küreselleşme ile birlikte bilgi, iletişim, teknoloji ve insanlar arası etkileşimin daha önceki dönemlerde hiç görülmemiş bir şekilde hız kazanması, Afrika insanını iyice şaşırtmıştır.

Böylece modernizmin kâh kalkınma kâh Batılılaşma ile karıştırılmak suretiyle yanlış algılanmasından dolayı modernizm adına birçok Afrika gelenekleri terk edilmiştir. Oysa modernizm dediğimiz güncel yahut yakın döneme ait değerler onun tümüyle bir toplumun geleneği pahasına benimsenmesi gereken bir değer zemini değildir. Aynı şekilde kendi geleneğine bağlı kalıp modernizmi tamamen reddetmek de akla sığmaz. Zira geleneklerde hem muhafaza edilmesi gereken değerler hem de geride kalması gereken uygulamalar olduğu gibi bunlar modernizm için de geçerlidir.

Afrika’nın Fakirliğini Nasıl Okumak Lazım?

Aslında modernizm, batıcılık, kalkınma ve gelişim gibi terimler sadece Afrika’da değil, birçok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde de birbirlerine karıştırılarak yanlış tanımlanmaktadır. Aynı şekilde Afrika ülkelerinin azgelişmiş olmaları hasebiyle nitelendirildiği “fakirlik” de kıtada ve bilhassa gelişmiş ülkelerde yanlış algılanmaktadır. Modern Afrika insanı, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki imkânlardan yoksun kaldığı için onlara nazaran kendini hep fakir olarak görür. Diğer ülkelerdeki insanların yaşadığı lüks hayatın Afrika’da olmamasından ötürü Afrika insanı kendini hep sefalet içinde düşünür. Üstelik yardım kampanyaları ve gelişen iletişim teknolojileri yoluyla Afrika hakkında farkındalık yayılmakla birlikte çoğu zaman insanların sefalet ve açlıktan öldüğü bir kıta olarak gösterilmektedir.

Dolayısıyla bu tablonun Afrikalı olmayan insanların negatif algılamalarına sebep olduğunu ve bu algının tamamen yanlış olmasa da abartılı olduğunu belirtmek gerekir. Afrika’nın az gelişmişliği sadece fakirlik demek olmadığı gibi fakirlik de açlıktan ölmek anlamına gelmemektedir. Zaten durumun farkında olan insan, sahip olduğu imkana göre yaşamaktadır. Modernizmden ve Batı yaşam tarzından haberdar olmayan Afrikalı köylü veya çiftçiye baktığımızda (tabii onun hayatını yüceltmekten uzak) ne akıllı telefon, ne bilgisayar ne lüks daire ne de hızlı treni hayal edeceğinden geleneksel tekniklerle çiftçilik ve hayvancılık ile sade ve mutlu hayatını sürdürdüğü gözlemlenmektedir. Ancak onun olumsuz tarafı genellikle rutin bir hayat sürdürmesi ve gelişme fikrine sahip olmamasıdır. Doğal olarak kendi hayatıyla kıyaslayan ve Afrikalı köylünün gelirlerini euro ya da dolarla hesaplayan gelişmiş ülkelerden bir kimse yadırgayarak onun fakir olduğunu ve açlıktan öldüğünü düşünür.

Asıl fakir, maddi durumundan memnun olmayan ve Batı tarzı hayatı hayal eden ve buna rağmen durumun değişmesi için gerekli çaba göstermeyen insandır. Bu tip Afrikalının durumunun en kötüsü ise çoğu zaman hem objektif hem de sübjektif fakirliğin içinde olduğunun farkında olmamasıdır. Bu fakirlik, onun hareket etmesini engelleyerek onu hayal alemine hapsetmektedir. Böylece birçok genç, devlet sistemi yahut ortam müsaade etmiyor diye bulunduğu durumu kabullenir ve hiçbir şeye girişmek istemez. Siyasi olarak insanlar devlet işleriyle ilgilenmeyerek hatta seçimlerde oyların çalındığını gerekçe göstererek seçime bile gitmemektedirler. Genellikle zamanlarını sistemi eleştirmekle geçirip sistemin değişmesi için ne fikir ve strateji geliştirir ne de harekete geçerler.

Kısacası, Afrika’nın sorunu aslında başta söylediğimiz gibi Batı ile temasında geçmişiyle geleceği arasında yaşanan kırılmanın ardından ortaya çıkan ve şu anki siyasi ve ekonomik tablodan daha öte, kültürel bir sorun olarak medeniyet meselesidir. Afrikalı, kendi tarihini, kültürünü ve geleneğini iyice bilmediğinden tam olarak nereye gittiğini bilmemektedir. Modernleşmeye ve Batılılaşmaya çalışırken kendi kimliği ve kişiliğini kaybetmektedir. Afrika ülkelerinin yeraltı kaynakları bakımından zengin, altyapı ve gelişim bakımından ise fakir olarak nitelendirilmeleri, çelişkili olmaktan ziyade anlaşılması hayli güç bir durumdur.

Buradan yola çıkarak Afrika kıtasının ihtiyacı aslında maddi yahut insani yardım değil de kendi tarihi, medeniyeti ve kültürünü anlama ihtiyacıyla alakalı olduğu söylenebilir. Afrika tarihini, sömürgecilik öncesi ve sonrası dönemleri birbirlerine bağlayacak şekilde bir bütün olarak anlamak gerekir. Böylece Afrika insanı, tarihini iyice araştırıp öğrenmesiyle kimliğini bulmasının yanı sıra nereden geldiğini ve nereye gideceğini öğrenecektir.