1995’te Amerikan Kongresi’nden çıkarılan ve ‘Kudüs Büyükelçilik Yasası’ olarak bilinen düzenlemeye göre, ABD birleşik bir Kudüs’ün İsrail egemenliğinde olduğunu kabul etmekte, bu birleşik Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu tanıyarak ABD Büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmasını öngörmekteydi. Yasa aynı zamanda Amerikan Başkanı’na bu kararın Amerikan ulusal güvenlik çıkarları söz konusu olduğunda altı aylık ve yenilebilir olmak üzere erteleme hakkı vermekteydi. Clinton döneminde çıkarılan bu yasanın uygulanması 20 yılı aşkın süredir ertelenmekteydi. Trump ise, bu ertelemeyi daha fazla devam ettirmeyeceğini belirterek, bu yasanın çoktan vadesini doldurduğunu ve bir karar alınarak nihayete erdirilmesi gerektiğini ifade edip harekete geçti ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olduğunu ilan ederek, elçiliğin Kudüs’e taşınacağını açıkladı. Günün sonunda 6 aylık ertelemeyi tekrar imzalasa da büyükelçiliğin taşınması yönünde hazırlıklara başlanacağını açıkça ilan etti.
Bu açıklamayı yaparken aynı zamanda iki devletli çözüme bağlı olduğunu da ifade ederek paradoksal bir duruma işaret etti. Bunu iki açıdan değerlendirmek mümkündür. İlk olarak ve bu yazının konusu olmayan kısmı İsrail-Filistin çatışmasında Amerika’nın açık bir taraf tutmadığını bölgedeki Arap mevkidaşlarına göstermektir. Önümüzdeki haftalarda bölgeyi ziyaret etmesi beklenen Amerikalı heyetin Arap liderlere, Amerika’nın Mahmut Abbas’ın söylediği gibi arabulucu rolünü kaybetmediğine ikna etmek için iki devletli çözüme hala bağlı olduklarını ve Kudüs’ün sınırları üzerine herhangi bir nihai karar almadıklarını tekrar dile getirecekleri aşikârdır. Ancak 1995 yasası açık bir biçimde birleşik Kudüs’e referans vermektedir ve Trump’ın üstü kapalı bir şekilde büyükelçiliği Batı Kudüs’e taşıyoruz yönündeki ifadesi bir anlam ifade etmemektedir.
İkinci olarak Trump’ın tarihi konuşmasında “bölgenin genç ve ılımlı seslerinin kendileri için parlak ve güzel bir gelecek ilan etmelerinin vaktidir” şeklindeki ifadesi sürecin içerisinde yalnız olmadığını, bölgede işbirlikçilerinin olduğunun izlenimini güçlendirmektedir. Suudi veliaht Prens Muhammed Bin Salman’ın Mahmud Abbas ile yaptığı görüşmede Trump’ın barış planına göre yerleşimcilerin aynen kalacağını, Filistin Devleti’nin ise Kudüs’e çok yakın ama güvenlik duvarıyla ayrılmış Abu Nis bölgesi başkent olmak üzere kurulabileceği konusunda Mahmud Abbas’ı zorladığı iddia edilmişti. Bu açıdan Kudüs’ün sembolik bir şekilde (Eski Şehri içermeyen) tekrar bölünerek Filistin tarafını ikna emek mümkün olabilirdi. Her ne kadar bu durum hem Beyaz Saray hem de Suudiler tarafından yalanlansa da Trump’ın açıklamaları bu iz üzerinden gitmeyi sınırlı olarak da olsa olanaklı kılıyor. Ancak liderler arasındaki gizli olduğu iddia edilen görüşme ve pazarlıklardan sızanlardan ziyade, Trump’ın bu paradoksal açıklamasının İsrail iç politikasında nasıl tutarlılık kazandığına bakmak İsrail’in devlet kimliği ve gündelik siyasal auranın izleri için şu aşamada daha net tablolar sunabilir.
İki Devletli Çözüm Fikri ve İsrail
Öncelikle şunu vurgulayarak başlamak gerekir. Kudüs’ün İsrail ve Filistin arasında bölünmesini öngörmeyen iki devletli çözüm fikrine (somut öneriler ortaya çıkmamış olsa da) ana akım İsrail politik ikliminde rastlamak mümkündür. Prensip olarak bu fikrin kabulü idealize edilerek formülleştirilen devlet kimliğinin iki bileşenine dayanmaktadır: ‘Yahudi’ ‘Demokratik’ İsrail Devleti. Bu ideanın maddi koşulunu ise güvenlik oluşturmaktadır. Kısaca, devlet güvenliği garantiye alındığı sürece İsrail’in demokratik bir Yahudi ulus devleti olarak var olabilmesi için Filistin Devleti kurulmalıdır. Bu noktada Filistin Devleti kurulması arzusu, Filistinlilerin ulusal özleminden ziyade İsrail’in ulusal özlemleriyle örtüşmekte ve demokratik Yahudi devletinin gereklerini yansıtmaktadır. Buna rağmen bu prensip fikre Sağ iktidar bloğunu oluşturan partiler (ve elbette Likud) tarafından destek gördüğüne ya da yerleşimler aracılığıyla “Eretz Israel”in kolonizasyonu üzerinden ideolojik bir katılığa erişmiş Yahudi Evi gibi ultra-milliyetçi partilerin sahip olduğuna yönelik bir emare bulunmamaktadır. Tam aksine merkez, liberal veya sol partilerden bu yönde öneriler öteden beri gelmektedir ve temel olarak İsrail için demokrasi ve Yahudi ulusal kimliğinin güvence altına alınmasıyla refere edilmektedir (Burada Arap partiler ve bazı sol oluşumları ayrı tutmak gerekir).
Yine de iki devletli çözüm fikrinin maddi koşulu olan güvenlik ihtiyacının, fikirsel referanslardan önce geldiğini belirtmek gerekiyor. Bu belli bir noktaya kadar anlaşılabilir. Elbette burada referans nesnemiz İsrail politikası ve İsrailli aktörler olduğu için İsrail’in güvenliğinin Batı Şeria ya da Gazze’de yaşayan Filistinlilere önceliği ve bazı durumlarda onlar pahasına bir anlama sahip olduğunun altını çizmek gerekir. Buna göre İsrail güvenliğini sağlayacak garantiler almadan Filistin Devleti’nin kurulmasına izin veremez. 2005 yılında Gazze’den tek yönlü çekilme ile Hamas’ın yükselişi ve Gazze’de tek başına kontrolü ele alışı arasında bir ilişki kurulması bu argümanın ağırlık merkezini oluşturuyor.
Ancak mevcut durumun sürdürülmesi ile de mutlak güvenlik arasında pozitif bir ilişki yok. Tam aksine, yapılan çalışmalar gösteriyor ki güvenliğin sağlanması konusunda her geçen yıl daha az sayıda İsrailli Filistinlilerle bir arada yaşamanın güvenliklerini artırdığına inanmaktadır. Ayrılık kavramı tam da bu noktada güç kazanıyor. Yine de bu ayrılık 1967 sınırlarını esas almıyor, yerleşimcilerin statüsünü ve Kudüs’ü görmezden geliyor. Buna göre Filistin Yönetimi sınırlı bir otoriteyle sınırlı bir alanda egemenliği sağlayacaktır. Böylece iki toplum arasında tek devletli bir çözümde sağlanabilecek bir arada yaşama zorunluluğu ortadan kaldırılacaktı. Buna göre ayrı toplumlar ayrı coğrafyalarda birbirleriyle zorunlu bir ilişki kurmadan yaşayabilecektir. Kudüs’te ise bu kısa vadede İsrail absorbe edilebilir bir nüfusu içermek durumunda kalacaktır. (Kudüs’te 300.000 Filistinli yaşamaktadır).
İki devlet fikrinin ikinci ayağını ise İsrail devletinin kendini kimliksel olarak inşa ettiği Yahudi demokratik ideasının korunması oluşturmaktadır. Buna göre, tek devletli bir çözümde İsrail’in milyonlarca Filistinliyi vatandaşı yaparak hukuki bir ilişki kurmasının devletin Yahudi karakterine zarar vereceği öngörülmektedir. Vatandaşlık bağı sosyal güvenlik ve diğer hizmetleri götürme sorumluluğu ve en önemlisi oy kullanma hakkını tanımayı gerektirir. Bu açıdan İsrail’in Yahudi karakterinin korunması için daha fazla Filistinliyi içine alacak bir genişlemeden kaçındığı ileri sürülebilir. Bu İsrail Devleti’nin kuruluşundan önce başlayan ve halen devam eden toprak-nüfus dengesinin önemi dikkate alındığında daha net anlaşılmaktadır. Dünyanın çeşitli bölgelerinden Yahudi kökenlilerin İsrail’e göç etmeye davet edilmesi, 80’lerde Etiyopya, 90’ların başında Sovyet Coğrafyasından yaşanan göçler ve bu göçlerin belli oranda teşvik edilmesi Yahudi nüfusunun güvenlikleştirildiğini göstermektedir. Bu yüzden nüfusun kimliği koruyamayacağı bir toprağın varlığının uzun vadede devletin Yahudi kimliğine zarar vereceği öngörülerek toprak elde etmenin sınırlarını ortaya koymaktadır. Bu sınırlılık ile güvenliğin birleşmesiyle oluşturulan İsrail’in güvenlik duvarının bir ölçüde kendini sınırlama pratiği içermesinin sebeplerinden bir tanesi de budur.
İdealize edilen devlet kimliğinin ikinci unsuru ise demokratik yönetimdir. Bu yüzden İsrail’in işgal topraklarındaki otoritesinin İsrail’in demokratik yönetim anlayışına meydan okuduğu ve altını oyduğu zaman zaman dile getirilmektedir. Bu fikre göre İsrail demokratik karakterini korumak istiyorsa milyonlarca Filistin üzerindeki askeri yönetimini bir şekilde sona erdirilmelidir. Her ne kadar mevcut işgal rejimi demokratik kriterlerin bağlayıcılığında olmadığı için sürdürülmesi en kolay yol olarak gözükse de İsrailli politikacılar bunun ilelebet sürmeyeceğinin farkındalar. İsrail’in uluslararası hukukun tanıdığı sınırlar içerisindeki rejimi ile Batı Şeria’daki askeri rejimi birlikte ele alındığında demokrasiden ziyade etnik demokrasi, yada etnokrasi olarak tarif edilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir, ve bu yöndeki tanımlamalara da sıkça rastlanmaktadır.
Trump’ın Kararının İsrail’deki Yansımaları
Belirtilen maddi ve fikirsel bağlam dikkate alındığında, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan ederek büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağını ilan etmesinin ardından İsrail’de bu adımın ‘barış masasına oturmayan Filistin Yönetimini’ zorlayacağı gerekçesiyle barışa yönelik pozitif bir adım olarak görülmektedir. Ayrıca bu adım hem Trump’ın anladığı biçimiyle hem de İsrail politikasında kendine yer bulan paylaşmaya değil ayrışmaya dayalı iki devletli ‘çözüm’ tahayyülünün önünü açmaktadır. İsrail’de çeşitli siyasi kademelerden ve diğer kamusal figürlerden gelen Trump’ın kararı lehine yorumlar aslında Trump’ın konuşması boyunca kararını gerekçelendirdiği başlıca 3 noktada toplanmaktadır. Bunlardan ilki Yahudilerin Kudüs ile 3000 yıllık bağlarını vurgulayan tarihsel meşrulaştırmadır. Bunun ulus-devlet milliyetçiliği açısından İsrail’de ana akım siyasi partilerde çok net bir karşılığı vardır. Kendini liberal olarak tanımlayan politikacıların dahi bu ideolojik duruşa mesafeli olmadığı görülüyor.
İkinci olarak Kudüs (1948 Savaşı sonrasında ele geçirdiği Kudüs’ün bir bölümü -Eski Şehrin içinde olmadığı Batı Kudüs-) 1949’dan beri İsrail’in başkentidir. Ve bu tarihten sonra pek çok ülke Kudüs’te büyükelçilik açmıştır. Ancak bu büyükelçiliklerin büyük kısmı İsrail’in 1967 sonrası tamamını ele geçirdiği şehri 1980 yılında ilhak ederek ebedi başkent ilan etmesinin ardından gelen 428 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı ile (diplomatik misyonları Kudüs’te olan devletlerin bu misyonları kutsal şehirden çekme) geri çekilmiştir. İsrail iç politikasına hâkim olan en büyük argümanlardan bir tanesi yaklaşık 70 yıllık devletin 50 yılında birleşik bir Kudüs’e hükmetmiş olması ve Aralık 1949’da Ben Gurion’un devlet kurumlarını Kudüs’e taşıma kararının ardından, en temel devlet kurumlarının Kudüs’te bulunuyor olmasının getirdiği normalleşmedir. Bu durum egemenlik ilkesi ile savunulmakta ve Trump’ın dediği gibi egemen devletlerin başkentini belirleme hakkı bulunduğuna dikkat çekerek uluslararası hukuk açısından işgal toprakları olarak gözüken Doğu Kudüs’ün yarattığı çelişki görmezden gelinerek, başkent konusu bir iç mesele bir egemenlik meselesi olarak lanse edilmektedir.
Tarihsel aidiyet ve egemenlik kavramlarına ek olarak İsrail’in bölgedeki tek başarılı demokrasi olarak görülmesi, Kudüs’te üç büyük dinin kutsallarının en adil bir şekilde İsrail hakimiyetinde korunabileceği argümanını pompalıyor. Öznel bir bakışın ürünü olan bu ifade, İsrail’de ulus devletin milliyetçi politik aurasında ana akım bir düşünce haline gelebiliyor. Trump da aynı şekilde Kudüs’te İsrail egemenliğinde her üç dinin de ibadetlerini özgürce yerine getirebildiğine bundan sonra da getireceğine dikkati çekmişti konuşmasında. Ancak UNESCO’nun İsrail’deki kutsal mekanlarda yaptığı kazı ve tünel çalışmalarının şehre verdiği zararı vurgulayan kararları dikkate alındığında Trump’ın kutsal mekanlardaki statükonun korunacağına dair inancı ise içi doldurulmamış bir temenniden öte geçmiyor.
Kısaca, İsrail’de faaliyet gösteren Arap partiler ve bazı sol partiler dışında genel olarak karar egemenlik, tarihsel bağlar ve demokratik ilkeler bağlamında savunulmaktadır. Buna ek olarak birleşik bir Kudüs’ün İsrail’e bağlanmasıyla; güvenliğin sağlanması koşuluyla İsrail’in Yahudi ve demokratik karakterini koruyacak bir iki devletli çözüm fikrinin önünü açmaktadır Trump. Ancak bu iki konuda çok ciddi meydan okumaya maruz kalıyor. Bunlardan ilki başkenti Kudüs olmayan (Doğu Kudüs, fazlası değil, ancak azı da değil) bir Filistin Devleti’nin Filistinlilere kabul ettirmenin içerdiği zorluktur. Mahmud Abbas da Trump’ın kararının ardından yaptığı konuşmada aynı konuya değinerek bu durumun imkansız olduğunu ifade etmişti. Ancak tam da bu noktada yazımızın başında belirttiğimiz üzere hangi aktörlerin sürecin içerisinde olduğunu ve ne rollere talip olduğunu henüz bilemediğimiz için ikna sürecine şerh düşerek ilerlemek zorundayız. İkinci meydan okuma ise BM ve AB başta olmak üzere uluslararası kurumlar ve aktörlerin karara muhalefet etmesidir. En sonuncusu geçen yıl Aralık ayında çıkmış olan BM Güvenlik Konseyi Kararı olmak üzere pek çok uluslararası belge İsrail’in Doğu Kudüs’teki statüsünü işgalci olarak tanımlamaktadır. Bu ise ABD’nin uluslararası hukuka aykırı bir yol üzerinde diğer devletleri peşinden sürükleme becerisi ve meşruiyetinin sorgulanmasının önünü açıyor.