3 Temmuz Pazartesi günü Cenin şehrindeki mülteci kampına gece saatlerinde başlatılan İsrail saldırıları, bölgedeki siviller için hayatı bir anda kâbusa çevirdi. 2 bin İsrail askerinin katıldığı saldırılarda 4’ü çocuk olmak üzere 12 Filistinli hayatını kaybederken, en az 120 kişi de yaralandı. Bu saldırı 2002’den beri İsrail tarafından Cenin’deki kampa yapılan en büyük saldırı olarak kayıtlara geçerken, yaşananlar bu kentin tarihi ve jeopolitik önemini yeniden gündeme getirdi.
Osmanlı Asırları
Cenin şehri yerinden edilmiş ve dolayısıyla mülksüzleştirilmiş olan Filistinlilere ev sahipliği yaptığı son yetmiş yıldır sakinlerine huzurlu bir hayat sunmaktan oldukça uzak. Son derece verimli ovaların, vadilerin ve mümbit arazilerin ortasında kurulu olmasından dolayı bölgesel zirai üretimin merkezi konumundadır. Cenin ve civarı zirai önemini her ne kadar eski çağlardan beri muhafaza etmekte olsa da şehrin gelişimi ve genişlemesi Osmanlı zamanlarında gerçekleşmiştir. 16. yüzyıl başlarında Osmanlı sayımlarına göre Cenin köyünde 8 hane bulunmaktaydı. Sakinlerinin tamamı Müslüman olan köy yüzyıl sonlarında bir nahiye merkezi haline getirildiğinde nüfusu da artmaya başladı. Toplam kırk beş köyün bağlandığı bir nahiye merkezi olan Cenin’de Lala Mustafa Paşa’nın eşi Fatma Hatun tarafından büyük bir cami ve imaret inşa edildi. Fatma Hatun’a Cenin civarındaki arpa, buğday, darı ve pamuk gibi zirai üretimlerin yapıldığı bazı köylerin timar gelirleri bağlanmıştı. Bu gelirlerden hareketle kurduğu vakıf eserleri bugün dahi şehir halkının günlük hayatını desteklemektedir.
İdari açıdan Cenin şehri Osmanlı asırları boyunca tek bir merkeze bağlı kalmadı. Kimi zaman Safed, kimi zaman Leccun veya Nablus sancaklarına bağlanmış, bağlı olduğu sancaklar da dönemin şartlarına göre Şam, Trablus, Sayda, Kudüs ve Beyrut vilayetlerine bağlanmıştı. Bu şartlar toplanan vergilerin hangi eyalete gönderileceği, Hac kafilelerinin yol güvenliğinin sağlanması ve diğer idari meselelere bağlı olarak değişmekteydi.
1831-1840 yılları arasında Mehmet Ali Paşa hâkimiyetinin ardından bölgenin yeniden Osmanlı idaresine girmesiyle Cenin Sancağı kuruldu. Ancak 1850’den hemen önce sancak düzenlemesinden vazgeçilerek şehir, Nablus’a bağlı bir kaza merkezi haline getirildi. 19. yüzyılın ikinci yarısının, Tanzimat reformlarının tüm taşra idari birimlerinde uygulandığı bir dönem olması münasebetiyle, Cenin kazası da bu süreçte tamamıyla yeniden şekillendi. 16. yüzyılda 8 hanelik bir köyken nahiye merkezi haline getirilmesiyle büyümeye başlayan şehir, Osmanlı dönemindeki ikinci dönüm noktasını Tanzimat döneminde yaşadı. 20. yüzyıla girildiğinde Cenin kazası, önemli memurlarla birlikte dört seçilmiş üyenin bulunduğu bir idare meclisine sahipti. Vergileri ve kaza maliyesini kontrol eden müstakil bir dairesi vardı. Şer’î konulara bakmak üzere kadılara vekâlet eden bir naibin yanı sıra adlî reformlar kapsamında kurulan bir bidayet mahkemesi de bulunmaktaydı. Bunların yanında kaza teşkilatı kapsamında eğitim konularıyla ilgilenen maarif şubesi, telgraf ve posta dairesi ve belediye teşkilatı gibi modern idari kurumlar yer almaktaydı.
Cenin şehri ve çevresinde zirai faaliyetlerin oldukça fazla olması, tüm arazilerin kaydının tutulmasını oldukça önemli hale getirmekleydi. 19. yüzyılda Osmanlı devletinin uyguladığı en önemli reformlardan biri olan mülkiyet reformları Cenin’de tümüyle uygulanmıştı. Gerek miri ve vakıf arazilerin mutasarrıfları olsun gerekse kendi mülkünün maliki olsun herkese birer tapu senedi verilmesini ve tapudaki bilgilerin merkezdeki defterlerde kayıtlı tutulmasını esas alan bu yeni mülkiyet reformları Cenin’de 1872 yılında uygulanmaya başlandı. Bu ilk yılda beş ay içinde yaklaşık olarak 1800 adet tapu belgesi düzenlenmişken I. Dünya Savaşı’na kadar 42 yıl içinde maliklere verilen tapu senedi sayısı 60 bini bulmuştur. Alım-satım, miras ve borca karşılık rehin gibi her türlü işlemde yeni bir tapu belgesi düzenlenirken bu tapuların tüm ayrıntıları İstanbul’da Defter-i Hâkânî nezareti yetkilileri tarafından tapu defterlerine işleniyordu. Bu yolla gerek Cenin’de ziraî üretimle iştigal eden çiftçiler gerekse imparatorluğun başka yerlerindeki hak sahipleri mülkiyetlerinin tescilini yaptırıyordu. Mülkleri tescil edilen ve karşılığında devletten tapu senedi alan kişilerin vatandaşlık bilinci gelişirken üretimdeki verim de aynı oranda artıyordu.
Cenin’de modern mülkiyet prosedürlerinin uygulandığı dönemde Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının yanı sıra yabancı uyruklu kişiler de mülk sahibi olmuştu. Ancak yabancı mülk sahipliği oranı Filistin’in pek çok bölgesine göre Cenin’de çok daha azdı. Tüm dünyanın özel bir önem atfettiği Kudüs ile Yafa ve Hayfa gibi liman şehirlerinin aksine iç kesimlerde bulunan Cenin’de yabancı mülk sahipliğinin azlığı anlaşılır bir durumdur.
Yabancıların mülk sahipliği oranı düşük olsa da 19. yüzyılın sonlarında verimli arazilerin bulunduğu Cenin ve civarı Musevi göçmenler için oldukça cazip bir bölgeydi. Önemli bir amacı Filistin’deki verimli arazilerin, Musevilerin eline geçmesini engellemek olan Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in Emlak-ı Hümayun politikası, 1882 yılından itibaren burada da uygulanmaya başladı. Bu özel uygulama ile miri olan mülkler hazine-i hassa üzerinden II. Abdülhamid adına tescil ettiriliyor ve bu mülkler üzerindeki karar mercii de padişah oluyordu. Tüm Filistin genelindeki Emlak-ı Hümayun mülklerinin yarısından fazlası Cenin kazası sınırları içinde yer almaktaydı. Emlak-ı Hümayun uygulaması, hali hazırda eskiden beri tarımsal faaliyetlerin sürdürüldüğü bu arazilerdeki verimi arttırmasının ve bölgenin imarını sağlamasının yanında Musevilerin bölgeye yerleşimine de büyük oranda engel olmuştu. Ancak durum I. Dünya Savaşı’nın çıkması ve Osmanlı’nın çekilmesinden sonra Filistinliler aleyhine işledi.
İşgal Sonrası Cenin
Cenin’in İngiliz mandası yönetimine tabi olduğu ilk zamanlar bir geçiş dönemi oldu. 1935 yılından sonra özellikle Musevilerin sahil kesimlerinde hızla artan nüfusuna ve Filistin köylerine yaptıkları saldırılara karşılık, Cenin şehri Filistin direnişinin önemli merkezlerinden biri haline gelmeye başladı. 1948 yılında Filistinliler ile Yahudiler arasında topyekûn bir savaş başladığında yerli halk köylerini terk etmek zorunda kaldı. Yaklaşık 300 bin kişinin yerinden edildiği bu dönemde 400’den fazla Filistin köyü Yahudilerin eline geçti. Köylerini terk eden Filistinlilerin büyük bölümü de daha iç kesimlerde Cenin gibi şehirlere geldi. Ürdün yönetiminin idaresinde 1953 yılında kurulan Cenin mülteci kampı, kendi topraklarında mülteci durumuna düşen Filistinlilere sığınak oldu. 1967’de İsrail, Mısır, Ürdün ve Suriye arasında yaşanan Altı Gün Savaşı sonrasında Doğu Kudüs’le birlikte Cenin şehri de İsrail işgaline girdi. 1991’den itibaren Filistinli ve İsrailli yetkililer arasında yapılan bir dizi görüşme ve anlaşmalar sonunda Cenin şehri 1996 yılında Filistin idaresine bırakıldı.
Cenin şehri her ne kadar 1996 sonrasında Filistin idaresine bırakılmışsa da Osmanlı döneminde Cenin kazası dâhilinde olan ve binlerce kişiye tapusu verilerek tescili yapılan en verimli araziler günümüzde bu sınırların dışında, İsrail toprağı durumundadır. Uluslararası hukuka göre kendi egemenlik alanı dışında kalmasına rağmen İsrail, Filistin’in diğer bölgelerinde olduğu gibi Cenin’de de askeri birlikleriyle saldırılarını sürdürmektedir.
İsrail bu saldırıları “terörizm faaliyetlerini engelleme” söylemiyle meşrulaştırmaya çalışsa da çoğu zaman kendi iç politikasında karşılaştığı zorlukları aşmanın bir yolu olarak kullanmaktadır. Hülasa İsrail Cenin’de yeni bir Gazze oluşturup Filistin üzerindeki kolonyal emellerini hayata geçirmek istemektedir. Bu açıdan dünya Ortadoğu’da barış istiyorsa, Filistinlilerin haklarına 3 Temmuz’dakinden daha fazla önem göstermelidir.