İran karşısında atılan adımlarla birlikte ABD yönetiminin Ortadoğu politikasının çerçevesi, net olarak ortaya çıkmış görünmektedir. Trump yönetimi, İran karşısında ve Filistin meselesinde İsrail ve Körfez ülkeleri ile işbirliği ve ortak bir tavır geliştirme hedefine ulaşmıştır. Bu bağlamda Filistin sorununun çözümü adı altında Filistinlilerin siyasal haklarından tamamen vazgeçmesini öngören fiili plan devreye sokulmuştur
Buna göre İsrail saldırıları sonrasında yaşadıkları yerleri terk etmeleri nedeniyle mülteci durumuna düşen Filistinlilerin ülkelerine geri dönüşünün hukuki olarak engellenmesi, İsrail’in işgal altında bulundurduğu ve ilhak ettiği bölgelerde egemenliğinin tanınması ve Kudüs’ün başkent olarak kabul edilmesi temellerine dayanan bölgesel bir statükonun inşası hedeflenmektedir. Filistin halkını ve yönetimini bu düzeyde kapsamlı tavizler vermeye zorlamak kolay görünmemekle birlikte belli bir strateji çerçevesinde fiili durum yaratmak ihtimal dâhilindedir.
Bunun yanında Washington’ın İran karşısında net adımlar atmış olmasına ve 2001-2003 yılları arasında Irak işgali için var gücüyle çalışan Dick Cheney’nin tedrisatından geçmiş (veya Cheneymizmi hatırlatan) kadrolarına rağmen, Washington yönetiminin bölgesel savaş için imkânları sınırlıdır. Ancak yine de iki ülke arasında gerilim, enerji fiyatlarından siyasal belirsizliğe birçok alanda kaçınılmaz sonuçlar yaratacak gibi görünmektedir. Bu nedenlerle Tahran ve Washington hattındaki gerilimin güncel boyutlarını analiz etmek gereklidir.
Artan Gerilim
Washington yönetimi, İran’ı ekonomik, siyasi ve askeri açıdan tehdit etmek amacıyla önce nükleer anlaşmadan çekilmiş ve anlaşmaya taraf olan ülkeleri bu yönde baskı altına almıştır. Trump yönetimi Rusya’nın yükümlülüklerini yerine getirmediğini gerekçe göstererek nükleer silahların kullanımını sınırlamak amacıyla 1987 yılında SSCB ile imzaladığı Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) çekilmiş ve son olarak Devrim Muhafızları Ordusunu “terör” listesine almıştır.
Diğer taraftan İran, Devrim Muhafızları Ordusunun terör listesine alınmasına karşılık olarak ABD Merkez Komutanlığını (CENTCOM) “terörist” ilan etmiştir. İran parlamentosunda milletvekillerinin ezici çoğunluğu ile (204/2) alınan karara göre CENTCOM’a bağlı tüm kuruluşlar ve kuvvetler “terörist” olarak tanımlanmıştır. Karara göre İran güvenlik birimlerinin, gerektiğinde önleyici hareket ve önleyici savunma hakkı saklıdır. ABD güçlerine karşı caydırıcılık esasına dayalı olarak CENTCOM ile bağlantılı askeri, istihbarat ve mali unsurlar ile destek sunan siviller, terörizmin destekçisi olarak kabul edilecektir.
Irak, Suriye ve Basra Körfezinde konuşlanmış ABD ve İran güvenlik güçlerinin varlığı göz önünde bulundurulduğunda iki ülkenin doğrudan karşı karşıya gelmesi mümkündür. Bu çerçevede iki kritik nokta önem arz etmektedir. Sözü edilen kritik noktalar, İran’ı çevreleyen tehditlerin niteliği veya Tahran’ın güvenlik kaygılarını tetikleyebilecek jeopolitik çevre ile ABD’nin yeni bir askeri saldırı konusunda niyetinin ve sınırlarını tespit edilmesidir.
İran’ı Çevreleyen Tehditler
Bölgesel rekabete rağmen İran ve S. Arabistan, 1990’lı yıllarda ‘dostane bağlar” kurma arayışındaydılar. 1991 ve 1998 yıllarında yüksek düzeyli ziyaretler ile 2001’de terörizm ve uyuşturucu kaçakçılığı konusundaki güvenlik anlaşması iki ülkenin işbirliğine açık olduğunun göstergeleriydi. Ancak 2003 Irak işgali sonrası mevcut jeopolitik, İran-S.Arabistan arasında çatışmaya neden olmuştur. 2011’de Bahreyn’deki Şii-Sünni gerilimine rağmen, dönemin İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, 2012’de Riyad’ı bir kez daha ziyaret etmiştir. Buna karşın İran ve S. Arabistan yönetimleri, Yemen, Irak, Bahreyn ve Lübnan’daki gerginliklerde birbirlerini düşman olarak tanımlamaya başlamışlardır. Bu çerçevede İran, iç güvenlik sorunlarını bölgesel düzeyde değerlendirmektedir.
Şubat ayının ortalarında İran’ın Pakistan sınırında Devrim Muhafızları Ordusuna bağlı sınır güçlerini taşıyan otobüse saldırı düzenlendiğinde DMO komutanlarından Tümgeneral Muhammed Ali Caferi, S. Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni suçlamış ve intikam operasyonları için Cumhurbaşkanı Ruhani’den onay talep etmiştir. Aynı zamanda Ali Hamaney’in Askeri Danışmanı Yahya Rahim Safevi, Pakistan hükümetinin ve istihbarat servisinin saldırılarda sorumluluğu olduğunu açıklamıştır. İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif ise, sorumlu olarak Washington’u işaret etmiştir.
İran’da ve Sistan-Beluçistan eyaletinde 2005 yılından itibaren Cundullah ve bağlantılı örgütler terör eylemleri gerçekleştirmektedir. Ancak özellikle 2017 yılından günümüze Tahran, bölgesel blok kurma arayışlarını ve etnik veya mezhepsel temelli saldırıları kendisine yönelik ABD ve İsrail destekli çevreleme planlarının parçası olarak değerlendirmektedir.
ABD’nin “Sınırları”
Washington yönetiminin ekonomik ve siyasi alanda atmış olduğu adımlara rağmen, İran ile askeri çatışma konusunda belirsizlik devam etmektedir. Bu çerçevede ABD’nin yakın müttefiki İsrail’in İran’a yönelik doğrudan askeri bir saldırıyı göze alıp almayacağı önemlidir. Tahran yönetimi, Rusya’dan satın aldığı S-300 savunma sistemleri ile ülkenin hava savunma altyapısını güçlendirmiştir. Ayrıca Tahran, savaş öngörmediğini ifade etmekle birlikte savunma alanında teknolojik ve askeri kapasitesini arttırmaya yönelmiştir. Bu nedenle İranlı yetkililer, balistik ve seyir füzesi kapasitesinin arttırılması, yeni nesil silahlar ile uzun menzilli gemi ve denizaltıların temin edilmesini hedeflemektedirler.
Buna karşılık İsrail hava saldırıları aracılığıyla Suriye’de belli bir baskı oluşturabilmiştir. İsrail hava kuvvetleri, Suriye’de İran askeri unsurlarını ve silah depolarını hedef alırken aynı zamanda Rus hava savunma sisteminin gücünü de test etmiştir.
Netanyahu’nun açıklamalarına göre İsrail, Suriye’de 100’den fazla hava saldırısı düzenlemiş ve yalnızca bir askeri uçak Rus yapımı hava savunma sistemleri tarafından düşürülebilmiştir. Ancak 2018 yılında Rusya’nın Şam yönetimine verdiği S-300 hava savunma füzeleri nedeniyle İsrail, Suriye saldırılarında başarısız olmuştur. Suriye savaşının da gösterdiği gibi İran karşısında İsrail’in tek taraflı hareket etmesi oldukça zordur.
Diğer taraftan İran’a doğrudan bir askeri saldırı konusunda Amerikan yönetiminde fikir birliği mevcut değildir. ABD basınına göre Pentagon yetkilileri arasında yaygın olarak savunulan görüş, İsrail’in muhtemel hava saldırıları İran’ın nükleer programına geçici olarak zarar verebilir. Bunun yanında olası bir çatışma bölge ve ötesinde büyük sorunlara neden olur. Ortaya çıkacak kaos ortamı, Washington’un yakın müttefikleri olan Körfez monarşilerinin geleceğini de tehdit edebilir
Ayrıca Amerikan kamuoyunda da İran’a saldırı konusunda derin görüş ayrılıkları vardır. Trump yönetiminin şahin kanadını temsil eden Başkan Yardımcısı Mike Pence Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, İran ve Ortadoğu politikalarında sabit fikirli siyasiler olarak değerlendirilebilir.
Washington’ın askeri saldırıya geçebilmesi için Amerikan kamuoyunun ikna edilmesi uluslararası toplumun onayından daha fazla önem taşımaktadır. Irak işgalinin de hatırlatacağı gibi kamuoyunu ikna etmek için kullanılan resmi araç, güncellenmiş bir ulusal güvenlik doktrinidir. Saldırı veya savunma doktrinlerinin ortaya koyduğu içerik, mantık ve kamuoyunu yönlendirme kapasitesi önem taşımaktadır.
Örneğin 1974 yılında Richard Nixson, Watergate skandalı nedeniyle başkanlık koltuğunu bırakmak zorunda kaldığında yürütme organının gücü ve itibarı büyük zarar görmüştür. Yeni Başkan Gerald Ford görevi devraldığı zaman Donald Rumsfeld genelkurmay başkanı, yardımcısı Dick Cheney ise savunma bakanlığı sekreteri olarak atanmıştır. Dick Cheney, yürütme organını daha etkin hale getirmek adı altında Üniter Yönetim Teorisi (Unitary Executive Theory) aracılığıyla Amerikan Anayasasına farklı bir yorum getirmeye karar vermiş ve Anayasanın ikinci maddesini yürütmeyi güçlendirecek şekilde yeni bir bakış açısıyla ele almıştır.
Bu yoruma göre, başkan’ın göreviyle ilgili yapacağı her şey yasal sayılmalıdır. Sözü edilen teori, özellikle savaş veya ulusal güvenlik bağlamında hukuku ve bireysel hakları askıya almak ve başkanın ve yürütme organının görev süresi sona erdiğinde kararlarının hukuki olarak denetlenmesini engellemek için kullanılmıştır. Bu çerçevede teori, Irak işgali sırasında iç ve dış politikayı şekillendirmek ve savaş sonrasında süreci yöneten yetkilileri yasal güvence sağlamak için güncellenmiştir.
Trump yönetimi İran ile askeri çatışmanın bütün altyapısını oluşturmuş görünmektedir. Buna rağmen henüz bir saldırı doktrininin çerçevesi ortaya konmamıştır. Bu durumun iki nedeni olabilir. İlk ihtimal Amerikan yönetiminin İran karşısında provakatif adımları, İsrail’e Filistin konusunda alan açmaktadır. Bu bağlamda Washington, Ortadoğu’da krizler üzerinden statüko inşa etmeyi hedeflemektedir.
Diğer ihtimal ise atılan adımlara rağmen Amerikan kamuoyundaki görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracak bir lider olmadığının farkında olarak Trump, askeri çatışma konusunda da siyasi ve ekonomik meseleler de olduğu gibi oldubittilerle hareket etmek niyetindedir.
Bolton, Pompeo ve Haspel gibi diplomasinin imkânlarını reddeden, kurumların ve kuralların yerine ültimatomlarla dış politikanın şekillendirilebileceğine inanan aktörlerin kilit noktalara gelmesi Trump yönetimin güçlü ve tehditkâr görünme arzusunun bir parçası olarak değerlendirilebilir. Zira Washington’un savaş planlaması yapabilmesi için krizi yönetecek, yasal altyapıyı oluşturacak ve kamuoyunu seferber edecek aktörlere ihtiyacı vardır.
Sonuç olarak ABD ve İsrail’in İran karşısında askeri olarak tek başına ve ortak hareket etmeleri kolay görünmemektedir. Ülke içinde ve dışında siyasi görüş ayrılıklarından “nem kapan” Körfez ülkelerinin askeri hareket kapasitesi sınırlıdır. Bun nedenlerle Washington’un İran karşısında bir süre daha ekonomik yaptırımlara ve siyasi dalgalanmalara bel bağlamaya devam edeceği söylenebilir.