ABD Başkanı Donald Trump, 8 Mayıs 2018’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi 5 +1 (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya) ile İran arasında imzalanan nükleer anlaşmadan çekildiklerini ve İran’a yönelik yaptırımların yürürlüğe konacağı şeklindeki açıklamasının yankıları sürerken, Birleşik Devletler’in İsrail’deki büyükelçiliğini Telaviv’den Küdüs’e resmen taşıması ve ardından Filistinlilerin düzenledikleri protesto gösterilerine İsrail’in müdahalesi sonucu 60’a yakın sivil göstericinin öldürülmesi, bölgedeki tansiyonu yeniden yükseltti. Anlaşmayı imzalayan diğer ülkelerin ABD ile farklı bir söyleme sahip olması, ayrıca İsrail’in Kudüs’ü başkent ilanının uluslararası alanda tanınmaması, ABD’nin söz konusu siyasi tutumunda, hem yalnızlaşmasına, hem de gerek anlaşma bağlamında, gerekse Kudüs konusunda diğer Avrupa ülkelerinden farklı bir politik duruş sergilemesine yol açtı. Bu duruma yol açan gelişmelere bakıldığında, Ortadoğu’da son zamanlarda İsrail aleyhine meydana gelen gelişmelerin önemli rol oynadığı görülür.
İran-İsrail Çekişmesi
ABD’nin İran ile 5+1 ülkeleri arasında Viyana’da 14 Temmuz 2015’te imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmesi, imzacı diğer ülkelerden farklı bir değişikliğe işaret ettiğini ve bunun da son zamanlar da İran ile İsrail arasında artan gerilime endeksli olduğunu belirtmek gerekir. Oysa İsrail, başından beri anlaşmanın İran’dan mali sınırlamaları kaldırarak, ona başta Ortadoğu olmak üzere uluslararası güvenliği tehdit edecek projelere harcama yapma yolunu açtığını söylüyordu. Bugüne kadar ABD’nin bu denli keskin bir siyasi tavır almamasının özellikle Suriye iç savaşıyla yakından ilgili olduğu görülüyor. Bu savaşın öncesiyle sonrasının birbirinden farklı olması, ABD’nin siyasi tutumunun değişmesinde etkili olduğu çok açık. Örneğin İran DAEŞ’in ortaya çıkması ve Suriye iç savaşından önce bölgede bu denli geniş bir manevra alanına sahip değildi. İsrail ve ABD muhtemelen Suriye’nin, dolayısıyla Hizbullah’ın bu savaştan büyük bir güç kaybıyla çıkacağını tahmin ediyordu. Ancak gelinen noktada bunun böyle olmadığı çok net anlaşıldı. Aksine İran, Lübnan Hizbullah’ı örneğinde olduğu gibi, bu kez de Irak ve Suriye de iç savaş ile ortaya çıkan boşluğu, kendi sınırları dışında ve İranlı olmayan unsurları kullanarak, İslam devrimi ideolojisine inanan güçlerle doldurdu. Böylece yalnız Irak, Yemen ve Lübnan’da değil Suriye’de de vekillerini sahaya sürme konusunda son derece profesyonelleşmiş bir görüntü sergiledi. ABD Başkanının, ABD, İran, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya tarafından imzalanan anlaşmanın, İran’ın başta Hizbullah olmak üzere bölgedeki militan gruplara desteğini durdurmak konusunda hiçbir işe yaramadığını söylemesi bundan olsa gerektir. Bu nedenle İran’la yapılacak herhangi bir anlaşmanın İran’ın nükleer faaliyetlerinin yanı sıra onun Ortadoğu’daki nüfuzu konusunu da içermesi gerekliliği vurgulandı.
İran’ın bu süreçte en büyük başarısı ise kuşkusuz İran Devrim Muhafızları’nın İran dışındaki operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye ait. İran’ın Suriye’de askeri üsler inşa etmesi ve Suriye’ye yerleşmesi Lübnan’dan sonra İsrail’e karşı yeni bir cephenin açılması anlamına geliyor. Bu da İsrail’in tedirginliğin yersiz olmadığını gösteriyor. İsrail 2006’da Lübnan’a saldırdığında ona karşı tüm dünyayı şaşkına çeviren bir direniş gösteren Hizbullah, gelinen aşamada Orta Doğu’nun sadece askeri değil son Lübnan seçimlerinde siyasi açıdan da etkin bir gücü olduğunu gösterdi. Bu nedenle İsrail, Lübnan’ın yanı sıra Suriye ve Filistin ile kuşatılıp çok cepheli bir savaşa sürüklenmek istemiyor. Nitekim İsrail’in BM Daimi Temsilcisi Danny Danon, bundan bir süre önce Genel Kurul’da yaptığı bir açıklamada, ‘’Tayfur Hava Üssü’’nü kast ederek, İran’ın Şam’dan yaklaşık 8 km. uzaklıkta bir eğitim üssü kurduğunu ve burada 80 binden fazla şii savaşçıyı silah altına aldığını belirtti. İsrailli yetkililer bu hava üssünde devrim muhafızlarına bağlı birlikler ile İran’a ait İHA yönetim biriminin konuşlandığını iddia ediyor.
Suriye’de İsrail ve İran arasında gittikçe artan bu gerginlik, iki tarafı doğrudan karşı karşıya getirmiş görünüyor. Şu ana kadar taraflar arasındaki tansiyonu düşürecek ne ciddi bir girişim gerçekleşti ne de arabuluculuk yapacak üçüncü bir taraf. Nitekim 10 Şubat 2018’de Suriye’deki ‘’Tayfur Havva Üssü’’nden havalanan bir insansız hava aracı, İsrail tarafından düşürülmüş, ardından İsrail’in hava üssüne düzenlediği hava saldırısında bir F 16 uçağı Suriye’deki güçler tarafından düşürülmüştü. Bundan bir ay sonra İsrail tarafından hava üssüne yapılan saldırıda ise 7 İranlı asker öldürüldü ki, bunlardan biri de İHA yönetim birimi başkanı Mehdi Dehkan idi. Bu saldırı İran hedeflerine yönelik hem tesisleri hem de insanları hedef alan ilk saldırı özelliğini taşıyordu.
Her şey İsrail’in Güvenliği İçin
Bu aşamada ABD’nin anlaşmadan çekilme kararının İran’ın Ortadoğu’da artan etkinliğine karşı ciddi bir diplomatik tedbir olduğu ve bunun da İsrail’in güvenliği ile ilgili olduğunu bilmekte fayda var. Trump’ın, Lübnan seçimlerinin Hizbullah lehine sonuçlarının tartışıldığı 7 Mayıs 2018 gününün ertesinde anlaşmadan çekildiğini açıklaması tesadüfi olmasa gerektir. Oysa açıklamanın 12 Mayıs tarihinde gerçekleşmesi bekleniyordu. ABD bir anlamda İsrail aleyhine gelişen bu süreçte İsrail’in yalnız olmadığını göstermek istiyordu. Ve bu süreçte tüm planlarının da İsrail’in güvenliği üzerine kurulu olduğu bir kere daha ortaya çıktı.
ABD, ekonomik baskı ve ambargo ile İran’ın mevcut durumunu tersine çevirmeyi düşünüyor. Bunun ilk adımını Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte önce İran Devrim Muhafızları Ordusuna, ardından Suud ve Körfez ülkeleriyle birlikte Hizbullah yöneticilerine yönelik yaptırım kararı alarak gösterdi. Gerek devrim muhafızlarıyla gerekse Hizbullah ile ilişkisi olduğu saptanan bazı kişi ve kurumları kara listeye aldı. ABD’nin bu kararının öncelikli hedeflerinin Devrim Muhafızları ve Hizbullah’’ın gücünü kırmak olduğu çok açık. ABD’nin bu girişimi İran’ın Irak ve Suriye’deki güçlerini birleştirmesine karşı “Suriye Demokratik Gücü’’ adı altında oluşturdukları sözde sınır savunma birliklerinden sonra alınan yeni bir önlem olarak görülebilir.
Bütün bu göstergeler, ABD’nin yakın zamanda Suriye’den ayrılacağını düşünmenin doğru olmadığına işaret ediyor. Zira böyle bir adımın sahayı Suriye Devlet Başkanı Esad’a dolayısıyla İran’a bırakılacağını biliyor. Oysa İsrail’in kırmızı çizgilerinden biri İran’ın Suriye’deki askeri güçlerini, özellikle Devrim Muhafızları ve komutanı Kasım Süleymani’yi Suriye’den çekmesidir. Nitekim İsrail Savunma Bakanı, son olarak İsrail’in Golan Tepeleri’nde işgal ettiği bölgeye gerçekleştirdiği ziyaret sırasında, İsrail ordusunun ancak İran’ın çekilmesi şartıyla; Tahran’ın Suriye’deki askeri bölge ve havalimanlarına yönelik saldırılarına son vereceğini belirtti. İsrail tarafından yapılan saldırıların en kapsamlısı ise İsrailli yetkililere göre, 9 Nisan gecesi İran yanlısı milislerin İsrail’e attıkları 20 füzeye yanıt olarak, Suriye’deki İran mevzilerini bombalamak şeklinde gerçekleşti. İsrail tarafından arka arkaya yapılan bu saldırılar, İran’ın Suriye’deki varlığına müsaade etmeyeceğinin bir işaretidir.
Diğer taraftan İran’ın Suriye’yi terk edeceğini düşünmek te zordur. Anlaşma yeniden ele alınsa bile en azından Suriye’den çekilmeyi İsrail’in Golan Tepeleri’ni terk etmesi şartına bağlayacaktır. Arabistan-Yemen gerginliğinde olduğu gibi İsrail karşısında Suriye kartını mümkün olduğu ölçüde devreye sokacaktır.