Son haftalarda artan ABD-İran gerilimi, savaş noktasına vardıktan sonra nispeten sakinleşti. İki ülke arasındaki çatışmanın tarihi eski olmakla birlikte 2019 Eylül ayında Suudi Arabistan’ın petrol tesislerine yapılan saldırı sonrası askeri çatışma ihtimali net bir şekilde ortaya çıkmıştır. ARAMCO saldırılarından sonra Körfez’de ABD öncülüğünde İngiltere, Avustralya, Arnavutluk, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn’in katılımı ile bir deniz koalisyonu oluşturuldu. Koalisyon Hürmüz boğazını gözetlemek ve ticari gemilerin güvenli geçişini garanti altına almak için kurulmuş olmakla birlikte, Washington yönetimi beklediği ölçüde geniş bir katılımı sağlayamamıştır. AB ülkelerinden katılımın olmaması temelde Trump yönetiminin siyaset tarzından kaynaklanmaktadır. AB, Trump yönetimine güvenmediği gibi Ortadoğu’da önünü görememektedir.
Diğer taraftan İran devrim sonrası önemli bir jeopolitik başarı elde ederek, 2019 yılı Aralık ayında Çin ve Rusya ile birlikte Hint okyanusu ve Umman Denizini kapsayacak şekilde bir tatbikat gerçekleştirmiştir. Bu adım ABD öncülüğünde kurulan koalisyona sahada cevap niteliğinde hatta bir karşı koalisyon görünümündedir.
ABD ve İran Askeri Çatışmaya Giderken
ABD ve İran dış politikalarında kaosu ve çatışmayı idare edecek yerleşik bir düzen kurmuş gibi görünmekle birlikte iki ülkenin güncel yönetimleri iç siyasette aynı düzeni kuramamışlardır. ABD bilindiği gibi Trump’ın siyasi geleceğini tartışırken, İran ekonomik kriz ve siyasi baskıdan muzdarip toplumsal tansiyonla yüz yüzedir. Bu nedenle, 2020 yılının ilk günlerinde İran’ın 1979 sonrası içeride ve dışarıda kılıcı parlayan Kasım Süleymani’nin, Bağdat havalimanında suikasta uğraması birçok senaryoya uygun bir manzaranın ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bu konuda iki önemli gerçek ortadadır. İlk olarak ABD ve İran, doğrudan askeri bir çatışmaya evrilmektedir. İkincisi ise her iki ülke yönetimleri de farklı nedenlerle dış politik krizlere ihtiyaç duymaktadır.
Trump yönetiminin İran’la askeri çatışmadan, jeopolitik, ekonomik, askeri ve siyasi olarak ne amaçlayabileceği sorusunun net ve rasyonel bir cevabını vermek güçtür. Veya İran’ın krizlerden güç alan bölgesel rolünün ABD’nin politikalarından beslendiği gerçeği dikkate alınarak, iki ülkenin kontrollü bir gerilim içerisinde olduğu varsayılabilir.
Ancak ABD’nin iç politikada toplumsal ve kurumsal gerilimler neticesinde iç istikrarını ve İran’ın iç siyasi dengesini bozacak şekilde Ortadoğu’da uzayan kollarını feda etmemek için çıkmaz sokakta olduğu gerçeği ortadadır.
Amerikan sistemi, ekonomik olarak sağlıklı görünmekte en azından veriler ve istatistikler bunu söylemektedir. Diğer taraftan, muhafazakar siyasetin tüm toplumu kuşatma arayışı, liberal ve sol siyasal kesimlerde öfkeye neden olmaktadır. Zira Trump üzerinde yapılan tartışmaların gösterdiği gibi Calvinizm kökleri ve püriten ahlaka dayanan evangelizmin yükselişi Amerikan toplumunda çatışmaya neden olmuştur. Zira Amerikan tarihinde kilise ve din toplumsal ve kültürel olarak her zaman başat bir rol oynamıştır. Ancak şimdi siyasal ve kurumsal alanda hegemonya oluşturma arayışı, doğal olarak kendi muhalefetini de yaratmaktadır. ABD’de yapılan kamuoyu anketleri, toplumun İran’la yapılacak bir savaşı desteklemediklerini ortaya koymuştur. Ancak neo-con (yeni muhafazakarlık) siyasi figürler ve İsrail’le yakın lobiler İran’la çatışma ihtimaline yakın durmaktadırlar. Bu kesimler, İran nükleer anlaşma ile ilgili yükümlülüklerini uygulamayacağını açıkladığı için muhtemelen baskılarını arttıracaklardır.
Bu nedenlerle ABD’nin savaşa sürüklenmesinin nedenini rasyonel jeopolitik hesaplarla veya göstermelik bir gerilim oyunu ile açıklamak pek mümkün görünmemektedir. İran açısından da benzer bir politik durum göze çarpmaktadır. Siyasal ve toplumsal hiyerarşi, iktidarı daha fazla kontrole sevk ederken ironik bir şekilde güç merkezi iktidarını kaybeder. Bu durumu İran’ın bölgesel politikalarında gözlemlemek mümkündür. Uzunca bir süre Ortadoğu’da İran’ın yumuşak gücünden, bölgesel nüfuz kapasitesinden veya devlet aklından dem vurulduğu bilinmektedir.
Ancak Süleymani suikastı sonrası yapılan değerlendirmeler, İran’ın yumuşak gücünün daha ziyade askeri organizasyona dayalı olduğunu göstermiştir. Ayrıca Irak’ta faal olan ancak İran tarafından yönlendirilen Haşdi Şabi taraftarlarının 31 Aralık 2019 tarihinde ABD’nin Bağdat büyükelçiliğini işgal girişimi, Tahran yönetiminin bölgede uzayan kollarını kontrol edemediğini göstermiştir.
Bu olay 1979 yılında ABD ve İran arasında psikolojik bariyerlere neden olan ve 444 gün süren rehine krizini hatırlatırken, Trump yönetimine de aradığı fırsatı vermiştir. İlk olarak Suriye ve Irak’ta İran destekli milisler hedef alınırken, ardından Süleymani suikastı gerçekleştirilmiştir. Buna karşılık İran ölçülü bir misilleme ile karşılık vererek, doğrudan askeri çatışmadan kaçınmıştır.
ABD İran gerilimini, iki ülkenin iç siyaseti ile sahada ve askeri alanlarda olup bitenlerle birlikte okumak gerekmektedir. Zira iki ülkenin rasyonel jeopolitik hesaplarla hareket ettiğini söylemek mümkün değildir.
Üçüncü Dünya Savaşı İhtimali
Son zamanlarda artan gerilim, üçüncü dünya savaşı senaryolarını akla getirmektedir. Ancak dünya İkinci Dünya Savaşından günümüze önemli değişimlerden geçmiştir. Buna savaş stratejisi de dahildir. Amerikan siyasetinde askeri alanda yapılan yatırımlar iki ana başlıkta değerlendirilebilir. Bunlar teknoloji ve stratejidir.
İran tarafından izlenen askeri strateji ise füze sistemi ve devlet dışı aktörlerin organize edilmesini ve kullanılmasını ifade eden asimetrik güç kapasitesidir. Her iki ülke açıkça savaş halinde olmamakla birlikte, sahip oldukları askeri araçlarla birbirlerini hedef almakta ve birbirlerinin toleransını test etmektedirler.
Yaşanan gelişmelerin en önemli sonuçlarından birisi İran’ın nükleer anlaşmadan kaynaklanan bütün yükümlülüklerini uygulamaktan vazgeçtiğini açıklamış olmasıdır. Bundan sonra çatışmanın seyri, İranlı bilim insanlarının ve ülkenin teknolojik alt yapısının hedef alınması şeklinde olabilir. Ayrıca Körfez’de devriye gezen askeri unsurların agresif adımları, İsrail’in İran bağlantılı grupları hedef alması gibi olasılıklar ve İran’ın kaynaklı saldırı ihtimali bölgede sıcak iklimin devam edeceğini göstermektedir.
İsrail, Suriye’de Golan’ın ilhakını güvence altında ve Filistin’de attığı adımların kalıcı olması için gerilim merkezinin İran üzerinde yoğunlaşmasını istemektedir. Diğer taraftan, 2020 yılının sonunda ABD’de başkanlık seçimleri yapılacaktır. Amerikan başkanlık seçimleri sonuçları Tel Aviv yönetimini yakından ilgilendirmektedir. İsrail, Trump yönetiminin koşulsuz desteğini kaybetmektense, ABD-İran savaşı eşliğinde bölgedeki varlığını güvence altına alacak bir statüko inşa etmeyi tercih edecektir.
ABD, İran’ın askeri ve politik gücünü uzun zaman tartışmış ve çeşitli senaryoları her zaman masada görmüştür. İran’a yönelik savaş niteliğinde askeri bir saldırı, İsrail’in 1967 yılında uzun soluklu bir planlama ve kısa süreli bir çatışma ile gerçekleştirdiği stratejiye benzer nitelikte olması beklenebilir. Başka türlü bir saldırının Amerikan yönetiminin bölgedeki kontrolünü tamamen kaybedeceği anlamına geldiği açıktır.
Dolayısıyla Ortadoğu’da ivme üçüncü dünya savaşından yana değildir. ABD kaynaklı analizler de bu durumu doğrulamaktadır. Muhtemeldir ki ABD yönetimi Kasım Süleymani suikastını gerçekleştirmeden önce İran’ın topyekûn bir savaş ilan edebileceği ihtimalini değerlendirmiş ve İran’ın Körfez’deki gemilerini, nükleer tesislerini, hava gücünü oluşturan savaş uçakları ve füze sistemlerini ve ülkenin teknolojik altyapısını çökertmeyi hedefleyen planlamaları yapmıştır. Böylesi bir suikastın bir sonraki adımı düşünmeden gerçekleştirildiğini varsaymak mümkün değildir.
ABD-İran savaşını destekleyen ve frenleyen pek çok unsur bulunmaktadır. Bu nedenle belirsizlik ve “savaşın ağır sisi” bir arada cevaptan çok sorulara neden olmaktadır.