ABD yakın müttefiklerinin desteğine rağmen 2003 ve 2011 sonrası süreçte Ortadoğu’da siyasi, ekonomik ve askeri olarak belirleyici gücünü önemli ölçüde kaybetmiştir. Bu durum Rusya gibi Avrupa ülkelerinin de hareket kabiliyetini nispeten arttırmaktadır. Washington’un agresif ticari ve siyasi adımları (örneğin Trump’ın NATO’nun etkisini tartışması) AB’nin bölgesel politikalarını yeniden yapılandırmasına imkan vermektedir.
Diğer yandan Trump, Eylül 2018’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda yaptığı konuşmada “küreselleşme ideolojisini reddediyoruz ve yurtseverlik doktrinini kucaklıyoruz” derken on yıllardır IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nden gelen mesajların aksine refah ve siyasi istikrar arayışını ulus devletin yeniden ihyasına bağlamaktadır. Bu yeni siyasi ve ekonomik süreçle uyumlu olarak AB’nin siyasi spektrumunda entegrasyon yerine ulusçuluğun desteklenmesi gerektiğine yönelik henüz tam olarak belirleyici olmayan güçlü bir eğilim bulunmaktadır.
Kısaca Avrupa Birliği’nin İran meselesindeki siyasi ve ekonomik adımlarının çerçevesini oluşturan en önemli hususlar, Ortadoğu’da istikrarsız düzen, küresel ekonomik sistemin yeniden tanımlanması arayışı ve Birlik ülkelerindeki siyasi dengeler ve aşırı sağcı eğilimlerdir.
AB’nin İran Perspektifi
AB’nin temel endişe kaynağı, Ortadoğu’da yaşanacak yeni çatışmalar ve bunun Birliğin siyasi, ekonomik ve sosyal yapısına indirebileceği darbedir. İngiltere ile yaşanmaya devam eden sorunlu ayrılık süreci ve diğer siyasi belirsizliklerin yıprattığı AB’deki siyasi iklim, İran ve Ortadoğu politikasında yön belirleyicidir.
AB, İran ve nükleer anlaşma meselesini bölgesel boyutlarıyla birlikte değerlendirmektedir. Birlik, Filistin-İsrail sorununda iki devletli çözümü ve Suriye krizinde siyasi bir geçiş sürecini desteklediğini açıklamıştır. İlave olarak AB-İran işbirliğini genişletme eğilimi ve isteği, iki taraftan da teyit edilmektedir.
Avrupa Birliği ve İran, 26 Kasım 2018 tarihinde Brüksel’de dördüncü Yüksek Düzey Siyasi Diyalog toplantısını yapmıştır. Gündemde ticaret, enerji, ulaştırma, çevre, göç, insani yardım, uyuşturucu ile mücadele, eğitim, kültür, araştırma, terörle mücadele ve özellikle Suriye, Irak, Yemen, Lübnan ve bölgesel konular değerlendirilmiştir. AB Terörle Mücadele Koordinatörü Gilles De Kerchove bu toplantıya katılmışlardır.
Birlik, İran’la yapılan nükleer anlaşmanın devamı konusunda kararlılığını ifade etmekle birlikte Tahran’ın balistik füze denemelerine, ülkedeki insan hakları ihlallerine ve Danimarka, Fransa ve Almaya topraklarında suikast planı iddialarını gündeme getirmekten kaçınmamaktadır. Ayrıca Kerchove’ın iki taraf arasında yapılan toplantılara katılımı, söz konusu iddiaların AB ve İran arasında görüşüldüğünü göstermektedir.
AB’nin Mülteci Korkusu
AB, çok taraflı sistemin egemen olduğu bir dünyada, Ortadoğu’da İran’ın merkezi konu haline getirilmesinden rahatsızlık duymaktadır. Uzun süredir DAEŞ ve benzeri örgütler, Avrupa ülkeleri açısından yakın tehdit kabul edilmektedir. Bu nedenle özellikle Almanya, söz konusu örgütlerle bağlantılı kabul edilen ülkelerle mesafeli olma eğilimindedir. Ayrıca Almanya tarafından Ürdün ve Tunus gibi ülkelerin sınır güvenliğini doğrudan desteklenmesi DAEŞ mensuplarının ve mültecilerin Avrupa ülkelerine geçişini engelleme amacı taşımaktadır. Zira Avrupa’daki radikal sağ hareketler güvesizlik ortamında güçlenmeye devam etmektedirler.
Bu nedenle Avrupa ülkeleri, iç siyasi yapılarındaki dengesizliklerle bağlantılı olarak yeni bir bölgesel kriz istememektedirler. AB’nin iç siyasi durumunu kolaylıkla tahlil edeceğimiz en hassas konuların başında mülteci krizi gelmektedir. Birçok araştırmacı, AB’nin mülteciler konusunda akılcı bir planı olduğunu ifade etmektedir. Bununla birlikte AB, mülteci politikasını 1930’lı ve 1940’lı yılların nasyonalist mantığı ile hayata geçirmektedir. Özellikle aşırı sağcı ve milliyetçilerin iktidarda olduğu ülkelerde bu mantığı açıkça gözlemlemek mümkündür.
Örneğin Kuzey Avrupa ülkelerinden Danimarka hükümeti “istenmeyen” göçmenleri bir zamanlar bulaşıcı hastalıklar taşıyan hayvanlar üzerinde deneyler yapılan uzak ıssız bir adaya taşıma kararı almıştır. Meclis tarafından kabul edilmesi beklenen plana göre ülkenin güneydoğusundaki Lindholm Adasında bulunan tesisler göç merkezi haline getirilecektir. Danimarka Halk Partisi Milletvekili ve Göç ve Uyum Sözcüsü Martin Henriksen nu tercihin Avustralya göçmenlik modelinden ilham alınarak oluşturulduğunu ifade etmiştir. Henriksen, alınan kararın diğer ülkelere de ilham vereceğini umduğunu açıklamıştır.
Ancak bu tür uygulamalar Danimarka için yeni değildir. Danimarka hükümeti 1923-1961 yılları arasında benzer bir adımı “ahlaki açıdan kusurlu” olduğu iddia edilen genç kızlar ve kadınlar için uygulamıştır. O dönemde resmi olarak hapishane veya hastane olmayan Sprogo adasında bulanan kuruma gönderilen genç kızların adadan kaçmaları imkânsızdır. Dönemin ruhuna uygun olarak Danimarka Almanya’daki nasyonalist hareketi ve “kusursuz bir ırk” yaratma fikrini takip etmekteydi. Ancak adada bu görevi üslenen devlet görevlileri pek çok “aşırı kusurlu” eyleme imza atmışlardı.
Danimarka örneğinde 1940’lı yılları hatırlatan mülteci eylem planı, sorunun mültecilerin sayısı veya mali yükü ile ilgili olmadığını göstermektedir. Avrupa ırkçı eğilimlerini henüz ıslah etmemiştir. Bu eğilimleri tahrik edecek istikrarsızlıklar Avrupa’nın geleceğini geçmişte olduğu gibi tehdit etmeye devam etmektedir. Bu nedenle AB, nükleer anlaşmayı sadece ekonomik nedenlerle değil siyasi istikrarı ve güvenliği için elzem kabul etmektedir.
AB’nin Ekonomi Perspektifi: Bir Adım İleri İki Adım Geri
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Almanya’dan oluşan P5 + 1 ülkeleri ile İran arasındaki imzalanan nükleer anlaşmanın devamı konusunda görüş ayrılığı devam etmektedir. AB, Trump yönetiminin ekonomik ve siyasi baskısına rağmen anlaşma konusunda geri adım atmadığı gibi ABD yaptırımlarından etkilenmemek için (1996 yılında Washington’un Küba ambargosu sırasında kabul edilen ve uygulanmayan) Engelleme Mevzuatını (Blocking Statute) yeniden canlandırmıştır.
Yasanın nasıl uygulanacağı konusunda belirsizlik devam ederken İran’la (dolar dışında) finansal ilişkilerde kullanılmak üzere özel amaçlı bir kurumun (INSTEX sistemi) oluşturulması kararlaştırılmıştır. Zira ABD’nin tek taraflı yaptırımlardan 6 ay süreyle muaf olacaklarını açıkladığı ülkeler (Çin, Hindistan, Güney Kore, Türkiye, İtalya, Yunanistan, Japonya ve Tayvan) arasında İtalya ve Yunanistan haricinde AB’ye üye ülke bulunmamaktadır.
ABD, İran konusunda Körfez’deki müttefikleri dışındaki ülkeleri ikna edememiş olmakla birlikte son zamanlarda reddettiği küresel ekonomideki gücünü kullanarak azami baskı uygulama ve sonuç alma konusunda ekili olmuştur.
Bu bağlamda Trump yönetiminin tehditleri sonucunda İran’la yatırım amaçlı görüşmeler yapan ayrıca mali ve yasal konularda kolaylaştırıcı düzenlemeler talep eden pek çok firma, kısa süre içerisinde ülkeden çekilmiş, son iki yıl içinde Tahran’ın petrol ihracatı yarıya düşmüş ve İran Riyali hızla değer kaybetmiştir.
Ayrıca AB, İran’la ticari ilişkileri kolaylaştırmak için önerilen INSTEX sisteminin devreye sokulabilmesi için Tahran yönetiminin FATF (Financial Action Task Force-Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu) kurallarını kabul etmesini talep etmektedir.
Buna karşılık İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, önerilen şartı kabul etmeyeceklerini açıklamıştır. İran, böyle bir şartı kabul etmesi halinde, çeşitli gruplara mali kaynak aktarması veya dolaylı ticari ilişkileri nedeniyle orta vadede ekonomik ve siyasi yeni sorunlar yaşanabileceğinin farkındadır.
Kısaca AB ve İngiltere, ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilme kararına karşı çıkarken diğer taraftan İran’la ticareti zorlaştıracak adımlar atmaya devam etmektedir. Üç ülkenin kurmayı planladığı INSTEX mekanizması, taraflar arasında ekonomik ilişkilerin derinlik kazanabileceğini değil Almanya, İngiltere ve Fransa’nın sembolik ve politik bir adımı olarak değerlendirilebilir.
Bu sembolik adım da Washington’u rahatsız etmeye yetmiştir. Başkan Yardımcısı Mike Pence, bu mekanizmayı yaptırımları etkisiz hale getirme amacı taşıyan ve “tavsiye edilmeyen bir adım” olarak tanımlamıştır. Birlik üzerindeki siyasi baskısını önce 14 Şubat Varşova’da sonra 15-17 Şubat Tarihinde Münih’te yineleyen Washington, önceden var olmayan bir etki yaratmayı başaramamıştır. Ancak Avrupa, yeni yol inşa etmenin zorluklarıyla birlikte askeri, ekonomik ve siyasi konularda tıpkı Soğuk Savaş dönemindeki gibi ABD ile müttefiklik ilişkisinden ziyade bağımlılık ilişkisi içerisinde olduğunu bir kez daha pratik etmiştir. Ancak bu kez söz konusu bağımlılığın nedeni ABD’nin liderliği değil Birliğin kendi siyasi kırılganlıklarıdır.