Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin rakamlarına göre İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya en büyük sığınmacı krizi ile karşı karşıya. Dünya tarihinde ölümcül boyuta varmakta olan sığınmacı krizi karşısında dünya ülkelerinin benimsemiş oldukları ahlakilikten ve makuliyetten uzak politikalar, toplumsal sorunları daha da derinleştirmektedir.

Sığınmacıların ağır insan hakları ihlalleri, etnik soykırım gibi nedenlerle terk etmek durumunda kaldıkları kurumsallaşmış iç savaş şiddeti daha iyi yaşam ve ekonomik koşullar beklentisi ile vardıkları yerlerde kurumsallaşmış bir gündelik şiddete dönüşmüş durumda.

Sığınmacılara yönelik artan öfkenin ve şiddete varan ırkçılık söylemlerinin daha yüksek sesle telaffuz edilmesinde şüphesiz Avrupa’da aşırı sağın yükselişe geçmesinin rolü yadsınamaz. Popülist politikalar izleyen Avrupalı liderler mevcut sorunlar karşısında müşterek sorumluluk almak yerine hem krizin nedenlerini hem mevcut krizi çözme konusundaki başarısızlıklarını sürekli olarak dışsallaştırmaktadır. Bu nedenle popülist liderler için sığınmacılar ülke sınırlarından gelerek ülkeyi tehdit eden asıl düşman ya da temel sorun oluşturan yabancı konumundadırlar.

Ruanda Sığınmacılara Güvenli Bir Alan Sağlıyor mu?

Arap Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme hareketlerinin 2011 yılında Suriye’ye sıçramasıyla yükselen sığınmacı krizi karşısında uzun bir süre bu krizle yüzleşmeyen Avrupalı liderler ilerleyen dönemde çözümü sığınmacıların Avrupa’dan uzak tutulması çerçevesinde sınırlarına tel örgüler çekerek dışsallaştırma siyaseti izlemekte aradı. Sınır güvenliği ekseninde geliştirilen çözüm önerilerinden etkin bir sonuç alınamaması üzerine Avrupalı liderler bu kez temel insan haklarına aykırı şekilde yeni yasa ve düzenlemeleri gündeme getirmektedir.

Sığınmacı krizinin tüm dünya ülkelerinin iç kamuoyunda ciddi tartışmalara neden olduğu bir süreçte Suriye, İran, Irak, Yemen ve Afganistan gibi sığınmacıların kendi ülkelerindeki askeri varlığı ile binlerce insanın yerinden edilmesine neden olan iç çatışmaların çözümsüzlük ile sonuçlanmasında aktif rol oynayan İngiltere, Ruanda ile yeni bir sığınmacı politikasında anlaştıklarını açıkladı.  İngiltere İçişleri Bakanı Priti Patel ve Ruanda Dışişleri Bakanı Vincet Biruta, İngiltere’nin karasularına veya topraklarına doğru yönelen ya da yasa dışı yollarla giren sığınmacıların İngiltere sınırlarından uzaklaştırılmasını ve bu sığınmacıların Ruanda’ya yerleştirilmesini öngören bir anlaşma imzalandı. Sığınmacı krizi karşısındaki uluslararası sorumluluklarını eski sömürge ülkelerine yükleme anlamına gelen anlaşma Göç ve Ekonomik Kalkınma Ortaklık Anlaşması adını taşıyor.

Küresel Kuzey’in küresel Güneyle zenginliklerini hiçbir şekilde paylaşmak istememelerinin bir sonucu olarak şekillen anlaşma kapsamı itibariyle dünyada bir ilk olma özelliğine sahip. Yasadışı göç ile mücadele kapsamında hayata geçirilmesi planlanan anlaşmaya göre sadece erkek sığınmacılar Ruanda’da kurulacak kamplara yerleştirilecek ve İngiltere, insani güvenlikleri kalmadığı gerekçesiyle ülkelerini terk etmek durumunda kalan ve Ruanda’ya yerleştirilmeleri hedeflenen sığınmacılara 5 yıla kadar eğitim, konaklama ve sağlık hizmetlerini kapsayan destek verecek. Başvurusu kabul edilen sığınmacıların, yerleştirilme işlemleri sonrasında ilk etapta İngiltere’nin Ruanda’ya 120 milyon pound ödemesi, sığınmacıların transferi ve tüm işlemleri için masrafları karşılaması bekleniyor.

İngiltere’nin 2016 yılında Avrupa Birliği (AB)’nden ayrılmasını öngören Brexit süreci aynı zamanda İngiltere’de sığınmacı karşıtı söylemlerin araçsallaştırılmasında da önemli bir işlev görmüştür. AB yükümlülüklerinden bağımsız karar alınabilmesi bağlamında somut bir çıktı yaratan Brexit sonrası İngiltere, güvenli bir üçüncü ülkeden kendi sınırlarına gelen ya da üçüncü bir ülke ile bağlantısı olduğu kabul edilen sığınmacıların başvurusunun kabul edilemez olduğunu belirten yeni bir uygulama başlatmıştır. Dolayısıyla Göç ve Ekonomik Kalkınma Anlaşması’na giden yol Brexit ile başlatılmış oldu. Diğer yandan İngiltere sınırlarına dayanmış olan sığınmacı baskısı karşısında çözümü önceki yıllarda da eski sömürgeleri olan Man Adası ve Cebelitarık’a yerleştirmede aramışsa da bahsi geçen yönetimler İngiltere’nin teklifine sıcak bakmamıştır.

İngiltere’ye yasa dışı yollarla gelmiş olan sığınmacıların Ruanda’ya yerleştirilmesini öngören anlaşma ise Ruanda ve İngiltere arasındaki ilişkilerin son yıllarda artan ivmesiyle yakından ilişkilidir. 2009 yılında eski bir İngiliz sömürgesi olmamasına rağmen İngiliz Milletler Topluluğu’nun 54. üyesi olan Ruanda, 2020 yılında gerçekleştirilen Davos Zirvesi’nde duyurulan Sürdürülebilir Pazarlar Girişimi ile de yakın temas halindedir. Ruanda’yı “Afrika’nın Singapur’u yapmak istediğini belirten devlet başkanı Paul Kagame, büyük ölçüde tarıma dayalı olan ülke ekonomisinin kalkınmasında İngiltere ile önemli işbirlikleri gerçekleştirmektedir. Ruanda’nın önemli ihracat ürünlerinden olan çay sektörünün önde gelen yatırımcılarından olan İngiltere, ülke tarımının şirketleşmesi için de kaynak sağlamaktadır. Dünyanın en büyük serbest ticaret bölgesini oluşturacak Afrika Kıtası Serbest Ticaret Anlaşması’nın Ruanda’nın başkenti Kigali’de imzalanmış olması Kagame’nin yabancı yatırıma vermiş olduğu önemi göstermektedir.

Anlaşmanın Yankıları

İngiltere kamuoyu tarafından yüksek sesle tartışılan anlaşmayı yasallık, uygulanabilirlik ve etkinlik temelinde desteklemediğini belirten eski Başbakan Theresa May, sadece erkek sığınmacıları kapsayan söz konusu anlaşmanın aileleri böleceğine, kadın ve çocuk kaçakçılığının artmasına neden olacağına dikkat çekti. Londra İçişleri Bakanlığı önünde toplanan binlerce protestocu  İngiltere’nin söz konusu anlaşma ile daha fazla sayıda çocuğun ölümüne neden olacağı yönünde slogan atarak sığınmacılar lehine gösteri düzenledi. İktidar partisindeki bazı isimler tarafından yürürlüğe girmesi halinde İngiltere’nin kendi “Guantanamo Körfezi’ni” yaratacağına dikkat çekilen anlaşma ana muhalefet partisi İşçi Partisi tarafından da sığınmacı krizine herhangi bir çözüm getirmeyeceği yönünde eleştirildi. Ruanda ile imzalanan anlaşma toplumun belli kesimleri tarafından protesto edilse de İngiltere kamuoyunun gittikçe zorlaşan ekonomik koşullar karşısında artan öfkesi ve yaklaşan seçimler düşünüldüğünde anlaşmanın, özellikle yoksul ve orta gelirli toplumların desteğinin kazanılması noktasında hükümet tarafından popülist bir politika aracı olarak kullanıldığı da dile getirilmektedir.

Ruanda hükümeti tarafından ise insancıl muamele ve onurlu bir yaşam elde etmek için ülkesini terk etmek durumunda kalan herkese hoşgörüyle davranılacağı belirtilerek İngiltere ile varılan anlaşmadan duyulan memnuniyet belirtilirken anlaşma Ruanda muhalefetinin ciddi eleştirilerle maruz kaldı. Ruanda mualefeti söz konusu anlaşma ile diğer ülkelerden gelecek sığınmacıları kabul etmek yerine Ruandalıların farklı ülkelere sığınmalarına neden olan siyasi ve iktisadi sorunların çözümüne odaklanılması gerektiğine dikkat çekti. Afrika’nın nüfus yoğunluklu ülkeleri arasında yer alan Ruanda’da doğal kaynakların paylaşımı konusunda rekabet yaşandığı bilinmektedir. Dolayısıyla Ruanda’nın, İngiltere’nin sığınmacı yükünü üstlenmesi mevcut sınırlı doğal kaynaklar üzerindeki rekabeti daha da şiddetlendirecektir. Avrupalı ülkelerin önemli rol oynadığı iç savaş ve soykırım olaylarının mirasına sahip olan Ruanda kendi içinde ekonomik ve siyasi sorunlar yaşayan, insan hakları ihlalleriyle gündeme gelen ve kendisi de göç veren ülke konumundadır. İngiltere’nin daha iyi yaşam koşulları sağlayacağı gerekçesiyle sınırlarına gelen sığınmacıları Ruanda’ya yerleştirme politikası gerçeklikten ve ahlakilikten uzaktır.

Ruanda ve İngiltere arasında uluslararası hukuka aykırı şekilde varılan anlaşma, Afrika ülkelerinin tepksini çekti. Afrika ülkeleri ve Afrika Birliği, Avrupa ülkelerinin karşı karşıya kaldıkları sığınmacı baskısını dışsallaştırma siyasi izleyerek çözmeye çalışmalarını reddetme konusunda nispeten birleşmiş durumdadır. Afrika Birliği, Avrupa’ya göçü durdurmaya yönelik bu tür teşebbüslerin yabancı düşmanlığını artırdığına dikkat çekerek kabul edilemez olduğunu belirtmektedir. Gana ise, İngiltere’den sınır dışı edilen veya geri gönderilen sığınmacıları kendi topraklarına yerleştireceği yönündeki iddiaları sert bir reddetmektedir. Ruanda’nın sığınmacıların ülkesine yerleştirilmesini öngören İngiltere ile yaptığı anlaşmaya ilişkin en sert tepkiyi Eritre gösterdi. Eritre, anlaşmanın insan kaçakçılığı ticaretinin altında yatan nedenlerin gizlenmesine hizmet ederek mali teşvikler aracılığıyla Afrika ülkelerinin bu suça ortak edileceğine dikkat çekerken Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü’nün İngiltere temsilcisi de anlaşmayı sorumsuzluğun doruğu olarak değerlendirdi. Anlaşmaya yönelik tepkiler devam ederken Danimarka’nın da sınırlarına yaklaşmakta olan sığınmacıların Ruanda’ya yerleştirilmesi için görüşmelere başladığını duyurması Avrupa ülkelerinin sığınmacı krizine korkuyla yaklaştıklarını göstermekte.

İngiltere, Afrika tarihinde acımasız sömürgeleştirme politikaları ile “Afrika Talanı” uygulamalarının mimarı olmuştur. Afrika ülkelerinin günümüzde yaşadıkları istikrarsızlık, iç çatışma ve bazı bölgelerdeki karışıklıklarının sorumlusuyken ve Afrika’nın önemli tarihi eserleri İngiltere müzelerinde sergilenmeye devam ederken Ruanda hükümetinin kalkınma yardımı adıyla, küresel sistemin önlenemez göç dalgasının merkezi olması diğer bir ifadeyle Avrupa’nın refahının bekçisi rolüne bürünmesi daha da yoksullaşması risklerini beraberinde getirecektir.

Ruanda medyasının yoğun bir şekilde kontrol edildiği ve mülteci kamplarına girişin çoğu zaman hükümet tarafından engellendiği de bilinmektedir. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün Ruanda hükümetini, siyasi muhaliflere işkence ettiği, suikastler düzenlediği iddialarına dayandırdığı raporlar karşısında İngiltere’nin Ruanda ile anlaşmaya vardığı neo-kolonyal planın güvenli hiçbir yanı bulunmamaktadır. Sığınmacıların “para” karşılığında halihazırda topraklarındaki altı mülteci kampında 140 bin mülteciye ev sahipliği yapmakta olan Ruanda’ya yerleştirilmesi, sığınmacıların ev sahibi ülkelerden uzaklaşmalarına neden olan eşitsizlikleri gidereceği yönündeki iddialar inandırıcı değildir.

Ruanda daha öncesinde İsrail ile de benzer şartları taşıyan anlaşma imzalamış ancak anlaşma kapsamında Ruanda’ya yerleştirilen sığınmacıların neredeyse tamamı kısa bir süre sonra insan kaçakçıları aracılığıyla Ruanda’yı terk etmiştir. İsrail tarafından iptal edilen anlaşma göstermektedir ki Ruanda’nın sığınmacılara güvenli yaşam koşulları sağlayabileceği tartışmalı olmakla birlikte sığınmacıların üçüncü bir ülkeye yerleştirilmelerini hedefleyen anlaşmalar herhangi bir sorunu çözmekten uzaktır. Keza Avustralya’nın 2012 yılından bu yana yasadışı yollarla gelenler olarak tanımladığı sığınmacıları Nauru ve Papua Yeni Gine gibi ülkelere yerleştirme politikası insan kaçakçılığını durdurmak hedefine ulaşamamanın yanı sıra Avustralya ekonomisi için çok daha yüksek maliyetlere neden olmuştur. Sonuç olarak dışsallaştırma politikaları kapsamında uygulanan kısıtlamalar, sığınmacı durumundaki insanları daha iyi bir gelecek arayışında savaştan veya zulümden kaçmaktan alıkoymamakta ve insanları yasadışı yollara yönlendirmektedir.

***

İngiltere’nin ve Avrupalı ülkelerin sorumluluktan kaçındıkları husus sadece kendi ülkelerine sığınmacı kabul etmemeleri ile sınırlı değildir. İngiltere, sığınmacı krizi karşısında insan hakları ilkelerini yok sayarak sığınmacıları dışsallaştırma politikası izlerken sığınmacıların Ruanda gibi üçüncü ülkelere transferini bizzat Afrikalı kaptanların görev yaptığı Afrika şirketlerine ait gemiler aracılığıyla gerçekleştirmektedir. Sonuç olarak İngiltere operasyonlar sırasında herhangi bir yabancıya ya da yasa dışı sığınmacıya bir zarar gelmesi halinde dahi sorumluluktan kaçarak operasyonu bizzat gerçekleştiren Afrika menşeli gemilere yükleyebilmektedir.

İngiltere özelinde Avrupalı ülkelerin sığınmacılara karşı “dışsallaştırma” politikalarının mevcut krizi çözmek yerine derinleştirdiği sürecin başından beri tüm çıplaklığıyla ortadadır. Sınırların ortadan kalktığı küresel bir dünyada, İngiltere sığınmacıları insan kaçakçılarının tehdidinden korumak konusundaki ciddiyetini, milyonlarca poundu binlerce mil ötedeki sığınmacıları üçüncü ülkelere transfer etmek için harcamak yerine ev sahibi ülkelere insani ve kalkınma yardımında bulunarak göstermelidir.

Afrika ülkelerinin birçoğunun topraklarının 2030 yılında sular altında kalacağı tehdidiyle karşı karşıya olduğu gerçeği göz önüne alındığında göç eden ya da yasa dışı yollarla başka ülkelere sığınmaya çalışan insan sayısı artacaktır. Dolayısıyla önemli paradigma değişimlerinin yaşandığı küresel sistemin geleceğinde, önlenemez göç dalgası sistemin yapısal sorunları çerçevesinde ele alınmalıdır. Sığınmacı yükünün yalnızca birkaç ülke tarafından kaldırılamayacağı gerçeğinden hareketle uluslararası güç paylaşımı anlayışıyla insan hayatı üzerinden siyaset yapmanın ötesinde sığınmacıları belirli sayılarda ülkeler arasında dağıtmak insan dramına son vermek ve kalıcı bir çözüm üretmek noktasında izlenecek en makul politikadır. Daha da önemlisi adil, insancıl ve düzenli bir sığınmacı politikası oluşturmanın ilk koşulu dünya genelinde sığınmacıların ev sahibi ülkelerdeki çatışmaların sonlandırılması ve yaşam standartlarının iyileştirilmesidir.

İngiltere’ye gelen sığınmacıların önemli bir kısmını Afrika ülkelerinden gelenler oluşturmakta. Anlaşma kapsamında İngiltere’nin hangi ülke vatandaşlarını Ruanda’ya göndermeyi planlayıp planlamadığı henüz net değildir. Dolayısıyla Ukrayna Savaşı sonrasında bazı ülkelerin diğer milletlere kıyasla Ukraynalıları ülkelerine kabul edeceklerine yönelik açıklamaların yarattığı tartışmalar güncelliğini korurken İngiltere’nin yalnızca Afrikalıları Ruanda’ya yerleştirmesi halinde yeni bir dizi etik soru da gündeme gelecektir.

Küresel eşitsizliği daha da derinleştirmekte olan sığınmacı krizinde birer “günah keçisi” haline getirilen sığınmacılar önümüzdeki on yılların ciddi gündem meselesi olmaya devam edecektir. Ruanda lideri Kagame’nin İngiltere’nin talebini ülkesinin karmaşık sorunlara sofistike çözümler üretebilme kapasitesini göstermek için kabul ettiği iddia edilse de sığınmacıların serbest dolaşımını engelleyen kısıtlayıcı önlemler Afrika ülkelerinin önceliklerine aykırıdır. Dolayısıyla Kagame’nin diplomatik ilişkileri ve bu anlaşmanın uzun vadeli etkilerini göz önünde bulundurması gerekmektedir.