Ağustos 2019 ayı sonundan bu yana Suriye’de hem siyasi hem de askeri sahayı doğrudan etkileyen önemli gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler, Suriye’de tabloyu değiştirirken dokuzuncu yılını dolduran savaşta tarafların sayısının ikiye düşmesi noktasında önemli bir ilerleme kaydedildi. Söz konusu gelişmeler; 30 Ağustos’ta Türkiye’nin ve Rusya’nın girişimleriyle İdlib’de ilan edilen ateşkes, 17 Eylül’de Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Geir O. Pedersen’in Anayasa Komitesi’nin oluşturulduğunu ilan etmesi ve 9 Ekim’de Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ile Suriye Milli Ordusu’nun (SMO), Suriye’nin kuzeydoğusunda PYD/PKK terör örgütüne yönelik başlattığı Barış Pınarı Harekatı ile bu harekatın akabinde yaşanan siyasi ve askeri gelişmelerdir.
İdlib ateşkesi, Suriye’deki askeri gerilimi kuzeydoğu bölgelerine kaydırırken, Anayasa Komitesi’nin ilan edilmesi ise yıllardır sözü edilen ancak bir türlü hayata geçirilemeyen siyasi çözüm sürecine giriş için bir anahtar rolü oynaması beklenmektedir. TSK ve SMO tarafından ortaklaşa düzenlenen Barış Pınarı Harekatı da Türkiye’nin güney sınırlarındaki terör tehdidini ortadan kaldırması noktasında önemli bir mesafe kaydetmesinin yanı sıra; Suriye’deki çok aktörlü dengenin son zamanlardaki en açık hallerinden birini ortaya çıkarmıştır. Zira taraflar, harekata karşı çıkma ya da destek olma noktasında net tavırlar ortaya koyarak çeşitli öneriler sunmuşlardır.
İdlib’de Ateşkes mi, Savaş mı Kazanacak?
Esed rejimi ve Rusya’ya bağlı kuvvetler, 26 Nisan’da İdlib, Hama, Halep ve Lazkiye kırsallarına yönelik kapsamlı bir operasyon başlatmıştı. Rus savaş uçaklarının yoğun bombardımanlarla destek verdiği operasyon sonucunda rejim yüzlerce militanını ve subayını kaybetmesine rağmen İdlib’in güneyinde stratejik M5 karayolu üzerindeki Han Şeyhun beldesi ve Hama’nın kuzey kırsalını ele geçirmişti. Rejim güçlerinin ele geçirdiği bölgelerin 17 Eylül 2018’de, Türkiye ile Rusya arasında yapılan anlaşmayla belirlenen ağır silahlardan arındırılmış tampon bölge olması, bazı anlaşmaların kağıt üzerinde kaldığını göstermektedir. Diğer taraftan, Rejim ve Rus saldırıları sonucunda bini aşkın sivil yaşamını yitirirken, bölgede büyük bir yıkım meydana geldi. İnsan hakları kuruluşlarının verdiği bilgiye göre; rejim ve Rusya, sivil yerleşim alanlarını ve özellikle hastane, okul ve sivil savunma örgütü binaları gibi kamu hizmeti veren binaları hedef almıştır. Suriye İnsan Hakları Ağı’nın (SNHR) 16 Eylül’de yayınladığı rapora göre, rejim ve Rus kuvvetleri 15 Ağustos-15 Eylül arasında, ibadet merkezlerine 109, okullara 125, sağlık noktalarına 56 ve sivil savunma merkezlerine 43 bombardıman düzenlemiştir. Bununla beraber, 700 bini aşkın sivil İdlib’in kuzey bölgeleri ile Fırat Kalkanı bölgesine göç etmek zorunda kalmıştır.
Bu gelişmelerin ardından ateşkes ilan edilse de, birçok analiste göre; Esad-Rus ittifakı, İdlib’i aşamalı olarak ele için stratejik Han Şeyhun beldesini ele geçirerek ilk aşamayı tamamlamıştır. Beşşar Esad’in 31 Ekim’de, Rus televizyonu RT’ye verdiği röportajda, “Ateşkes geçicidir. Nihai hedefimiz, İdlib’i ele geçirip buradaki terör gruplarını yok etmektir. Teröristlerin gidecek bir yeri yoktur. İki seçenekleri vardır; ya teslim olacaklar ya da Türkiye’ye gidecekler, iki taraf için de için de mantıklı olan teslim olmalarıdır” demesi de bu bakış açısını destekler niteliktedir.
Öte yandan, İdlib’in çoğunluğunu kontrol eden Heyet-i Tahriru’ş Şam (HTŞ) örgütünün, her ne kadar 3 yıl önce el-Kaide ile irtibatını kopardığını ilan etse de, uluslararası toplumun bütün kesimleri tarafından terörist olarak görülmektedir. Bu durum da, uluslararası toplumun İdlib’de rejim ve Rusya tarafından yapılan katliamlara sessiz kalmasını beraberinde getirmektedir. Rejim ve Rusya, bu durumu kullanarak İdlib için yoğun bir terör vurgusu yaparken, geçtiğimiz günlerde ABD tarafından öldürülen DEAŞ terör örgütü lideri Ebubekir el-Bağdadi’nin İdlib’de vurulduğunun ilan edilmesinin de bölgeyi terör yuvası olarak gösterip operasyonlarını meşrulaştırmak isteyen rejim-Rus ittifakının elini güçlendirdiği söylemek mümkündür. Suriye ile ilgili yapılan çeşitli anlaşmalar ve yayınlanan açıklamalarda da İdlib’e dair somut bir vurgu görülmemektedir. Aksine ABD Başkanı Donald Trump da birçok kez Rusya’nın İdlib’de terör gruplarına karşı operasyon yaptığı vurgusunu yapması dikkatleri çekmektedir.
Sahadaki gelişmeler de İdlib’e yönelik bir askeri operasyonun yaklaştığını göstermektedir. Zira, ateşkese rağmen, gelen bilgilere göre rejim ve Rusya’ya bağlı kuvvetler, İdlib’in pek çok bölgesini bombalamaya devam etmektedir. Özellikle sivil yerleşim alanlarını hedef alan saldırılar; 21 Kasım günü İdlib’in kuzeyindeki el-Kah mülteci kampının Esad rejimi ve İran’a bağlı militanların yaptığı bombardımanla zirveye çıkmıştır.
Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren Yardım Koordinatörleri Ekibi’nin verdiği bilgiye göre, Kasım ayının başından beri yaklaşık 9 bin aile İdlib’den kuzeye doğru göç etmiştir. Rejim ve Rusya’nın son İdlib saldırısı sırasında mültecilerin sınır kapısına yığılması ve Türkiye sınır muhafızlarının mültecileri engellemek için göz yaşartıcı gaz kullanmak zorunda kalmasını düşündüğümüzde, saldırıların sürmesi halinde yeni bir mülteci dalgası kriziyle daha karşı karşıya kalınacağı, değerlendirilmektedir. Bu da Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatlarıyla mültecilere güvenli alanlar açarak bu krizi çözmeye çalışan Türkiye’nin çabalarını zorlayacaktır. Türkiye’nin Rusya ile kurduğu uyumlu ilişkilerle diplomatik yollarla müdahale ederek İdlib’e yeni saldırıları engellemesi; rejimin Anayasa Komitesi çalışmalarıyla başlayan siyasi sürece razı olmasını sağlamak için de Rusya’dan rejime baskı kurmasını istemesi gerekmektedir.
Ancak bunun önündeki en büyük engelin de HTŞ’nin bölgedeki varlığı olduğu söylenebilir. Rusya, sık sık bu örgütün İdlib’deki varlığını öne sürerek terörle savaştığını iddia ederken, Türkiye’nin daha önce Soçi mutabakatıyla vadettiği HTŞ’nin tasfiyesi işinde henüz istenen sonucu elde edememiş olması da durumu çıkmaza sürüklemektedir. Bu noktada çeşitli formüller üretilmeldir. Zira, İdlib’de 4 milyonu aşkın sivil yaşamakta ve büyük saldırılar olması halinde bu sivillerin kaçabilecekleri tek yer Türkiye’dir. 3,5 milyon mülteciyi misafir eden ve mülteci yükünü azaltmak için Suriye’de terör gruplarına karşı külfetli operasyonlar yapan Türkiye’nin daha fazla mülteciye tahammülü olamayacaktır. Böyle bir durumda geçtiğimiz Ağustos-Eylül aylarında sınırda yaşanan dramatik durumların tekrarlanması olasıdır.
Anayasa Komitesi Siyasi Çözümün Başlangıcı mı, Oyalama Taktiği mi?
Pedersen’in 17 Ekim’de Anayasa Komitesi’nin kurulduğunu ilan etmesinin ardından komite ilk toplantılarını 31 Ekim-7 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirdi. Komitenin kurulması oldukça sıkıntılı bir sürecin ardından gerçekleşmişti. Komitenin hangi görevi üstleneceğinin yanı sıra, BM gözetiminde olup olmayacağı, üyelerinin kimler olacağı gibi pek çok tartışma yıllarca devam etti ve nihayetinde son İdlib saldırıları esnasında, başta Türkiye olmak üzere uluslararası toplumun baskılarıyla nihayet kurulabildi. Anayasa Komitesi, 50’si Esad rejimi, 50’si muhalefet ve 50’si de BM tarafından belirlenen STK temsilcilerinden oluşuyor. Muhalefet, Komite’nin Suriye krizinin çözümünde tek başına yeterli olamayacağını ve 2254 sayılı karar çerçevesindeki siyasi çözüm süreci için bir anahtar rolü görebileceğini ileri sürmektedir. Muhalefete göre, 2254 sayılı kararın komiteyle birlikte 4 temel sacayağı vardır. Bunlar; Tam Yetkili Geçici Yönetim Kurulu oluşturulması ve kurulun geçiş sürecinde Suriye’yi yönetmesi; ardından mültecilerin geri dönmesine uygun bir ortam oluşturulması ve BM gözetiminde şeffaf ve tarafsız seçimlerin gerçekleştirilmesidir. Muhalefet, sürecin başlaması için Esad rejiminin siyasi tutukluları serbest bırakarak süreç öncesi güven inşa etmesini talep etmektedir.
Buna karşılık Esad rejimi, Komite’nin yeni bir anayasa hazırlamasını reddetmekte ve sadece 2012’de hazırlanan mevcut anayasada kısıtlı bazı “düzeltmeler” yapmasına izin verebileceğini söylemektedir. Beşşar Esad, RT’ye verdiği röportajda; Anayasa Komitesi’ni, “Anayasayı Tartışma Komitesi” olarak nitelendirmiştir. Bununla birlikte, düzenlemelerin BM gözetiminde değil, “Suriye Parlamentosu’nun gözetiminde ve parlamentonun onayıyla” yapılabileceğini savunmaktadır.
Anayasa Komitesi hususunda yaşanan diğer bir tartışma da, üçüncü çeyrek/“el-Sulusu’l Salis” olarak nitelenen komitenin BM tarafından belirlenen üyeleri üzerinde olmuştur. Rejim, bu üyelerin Suriye halkını temsil etmeyen batılı ülkeler ve Türkiye tarafından desteklenen teröristler olduğunu savunmuş ve bunların komiteye katılımına karşı çıkmıştır. Esasında aynı itirazı rejim tarafından belirlenen üyelere karşı muhalefet de ileri sürmüştür.
Analistler, İran’ın rejimin bu tavrına destek verdiğini ve komitenin kurulmaması için çabaladığını ifade ederken, Rusya ve Türkiye’nin komitenin kurulması noktasında iki tarafa yaptığı baskılarla önemli rol oynadığını belirtmektedir. Bu durum Rusya ile İran arasında siyasi açıdan anlaşmazlıklar yaşadığını ve Suriye krizine bakışlarının farklılık gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Bütün bu zorlukların gölgesinde çalışmalarına başlayan komite, ilk oturumunda bazı kararlar alabilse de özellikle Esed rejimi, Rusya ve İran’ın İdlib’e yönelik saldırıları ve rejimin süreci baltalama çabalarının gölgesinde zorluklarla karşılaşacağı açıktır. Bu zorlukların sürecin tıkanma noktasına gelmesine yol açması olasıdır. Bununla birlikte, Anayasa Komitesi’nin işleyişinde de çeşitli zorluklar vardır. Rejim tarafı kararların ancak oybirliğiyle alınabileceğinde ısrar etse de, yüzde 75’lik bir onay kabul görmüştür. Ayrıca, ilk oturumda işleyişe dair yapılan tartışmalarda gerginlikler yaşanmış, sonuçta 45 kişilik bir küçültülmüş grubun Cenevre’de çalışarak genişletilmiş toplantılara gündem belirlenmesi noktasında zoraki bir uzlaşı sağlanmıştır. Muhalefet, rejim tarafını küçültülmüş grubun çalışmalarına ciddiyetle katılmamakla suçlamıştır.
25 Kasım’da başlaması kararlaştırılan ikinci oturum ise iki tarafın ön şartları nedeniyle başlayamamıştır. Muhalefet tarafı, son günlerde İdlib’e yönelik artan saldırıların durdurulmaması halinde komite çalışmalarına başlanamayacağını belirtirken, rejim tarafı ise komitenin, “işgalci” olarak nitelediği, Türkiye’nin Suriye’ye yönelik müdahalelerini kınamasını isteyince tartışmalar yaşanmış ve rejim heyeti toplantıyı terk etmiştir. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da, BM Suriye Özel Temsilciliğine komitenin işlerine karışmaması ve sadece gözlemcilik rolü oynaması çağrısı yaparken, dış müdahalelere karşı da uyarıda bulunmuştur.
Bu tablo karşısında bir taraftan rejim ve Rusya’nın İdlib saldırıları, diğer taraftan yine rejime bağlı kuvvetlerin Barış Pınarı Harekatı bölgesinde SMO güçleriyle giriştiği çatışmalar sürerken, rejim-Rus ittifakının bu komitenin somut kararlar almasını engelleyeceğini ve komiteyi oyalama taktiği olarak kullanacağını söylemek zor olmayacaktır.
Barış Pınarı Harekatı ve Türkiye’nin Hedefi
Türkiye, uzun süredir sinyallerini verdiği ve en üst düzey açıklamalarla ilan ettiği Fırat’ın doğusuna yönelik operasyonu 9 Ekim’de başlattı. Rakka’nın kuzeyindeki Tel Abyad ile Halep’in kuzeyindeki Rasulayn beldeleri üzerinden başlayan operasyonu SMO savaşçıları ve TSK ortaklaşa yürütürken, bir hafta içinde önemli bir ilerleyiş kaydedilerek, Tel Abyad ve Rasulayn beldeleri PKK/PYD terör örgütünden kurtarıldı. Operasyon öncesi ABD’nin bölgeden çekilmesi tartışmaları yoğunluk kazanmış ve sonuçta ABD, kuvvetlerini bölgeden çektiğini ilan etmiştir. Bu durum bölgede adeta bir “sahipsizlik” durumuna sebep olmuştur. ABD’nin bir günde kuvvetlerinin tamamını çektiği havasını oluşturması ve Trump’ın adeta ilgisiz kalması Rusya ve Esed rejiminin PKK/PYD ile anlaşarak hızlıca bölgeye intikal etmesinin önünü açmıştır.
Başta Kongre olmak üzere ABD’deki güç mihraklarının büyük bölümü ve başkan Trump açık bir şekilde operasyona karşı çıkmakla birlikte, Türkiye’yi diyaloğa davet etmiştir. Sonuçta, Türkiye hem ABD hem de Rusya ile iki farklı anlaşma imzalayarak, PYD terör örgütünün bölgeden uzaklaştırılmasını iki tarafa kabul ettirmeyi başarmıştır.
Hiç şüphesiz Türkiye’nin kağıt üstünde ve sahada hedeflerini gerçekleştirme noktasında önemli adımlar attığı söylenebilir. Ancak Türk medyasında Erdoğan-Trump ve Erdoğan-Putin görüşmelerinden sonra, “hem sahada, hem de masada istenilenin alındığı” iddiası için henüz erken olduğu düşünülmektedir. Zira, operasyon sonucunda PYD geriletilmiş olsa da normal şartlarda girmesi neredeyse imkansız olan Esad rejimine bağlı militanların Rusya gözetiminde bölgede konuşlanması, hem Suriye krizinin geleceği hem de bölgenin terör gruplarından temizlenmesi noktasında zorlukları de beraberinde getirmektedir. Bu da, Türkiye’nin hedeflediği sonucun alınmasını geciktirmektedir. Rejimin bölgeye kuvvet gönderdiği iddialarına rağmen, rejimin yakın üslerden çok az sayıda militan geldiği anlaşılmaktadır. Bu durum, PYD’nin Rusya aracılığıyla rejim ile yaptığı anlaşma da düşünüldüğünde, terör unsurlarının rejim görüntüsü altında bölgede var olmaya devam etmesi riskini beraberinde getirmektedir.
Bununla beraber ABD’nin kuvvetlerini çekmekten vazgeçmesi ve petrol kaynaklarını korumak bahanesiyle bölgede asker bulundurmayı sürdürmesi PYD’yi cesaretlendirmeye devam etmektedir. Zira, örgüt ABD’nin bu açıklamasından sonra rejim ile olan anlaşmasından çekilmiştir. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da, örgütün anlaşmadan çekildiğini duyurmuştur.
Türkiye, operasyonun hedefini terör gruplarının bölgeden uzaklaştırılarak mültecilerin geri dönmesine olanak sağlayacak güvenli bir bölge oluşturmakla da açıklamaktadır. Ancak Tel Abyad-Rasulayn bölgesi, çok fazla mülteci barındırmaya hem alan açısından hem de güvenlik açısından henüz hazır değildir. Örneğin, geçtiğimiz Cumartesi sabahı Tel Abyad’da meydana gelen bomba yüklü araç saldırısında 9 sivil hayatını kaybetmiş çok sayıda sivil de yaralanmıştır. Rasulayn’ın güneyindeki Tel Temr ve Tel Abyad’ın güneyindeki Ayn İsa civarında çatışmaların devam etmesi, operasyonun henüz bitmediğini ve terör örgütünün hala tehdit arz ettiğini ortaya koymaktadır. Nitekim Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada da operasyonun sürdüğü vurgulanmıştır.
Diğer taraftan Rusya ile Türkiye’nin ortak devriyeler başlatmasına rağmen, Tel Temr cephesindeki saldırıların devam etmesi, Rusya’nın Zeytin Dalı Operasyonu’ndan sonra Tel Rıfat’ta konuşlandırdığı PYD-Esad rejimi karışımı ortak bir milis gücüne benzer bir oluşumla karşılaşılabileceğini göstermektedir. Bu noktada, saldırıların durması ve terör gruplarının bölgeyi terk etmesi için Rusya’ya baskı kurulmasının zaruri olduğu söylenebilir.
Öte yandan Türkiye’nin sınırın tamamında güvenliği sağlaması Esed rejiminin de bölgedeki iddialarının sonlandırılması ve siyasi çözüme razı olması açısından önem arz etmektedir. Beşşar Esad, RT’ye verdiği röportajda, Türkiye’yi işgalci olarak nitelendirmiş ve İdlib’in ele geçirilmesinin ardından sıranın Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatları bölgelerine geleceğini ileri sürmüştür. Türkiye ile savaş istemediğini ve mecbur olması halinde savaşabileceğini belirtmiştir. Suriye’de gerek bürokratik, gerek ekonomik ve gerekse askeri olarak gücünün büyük kısmını yitirmiş Esad rejiminin bunu sadece Rusya’ya güvenerek söylediğinde kuşku yoktur.
Suriye’de Yeni Tablo Nedir?
Barış Pınarı Harekatı’nın Suriye’de sözde PYD devletçiği projesini çökertmiştir. DEAŞ terör örgütünün tamamen yok edilmesi, HTŞ’nin etki alanının sınırlanması ve diğer radikal örgütlerin sahadan tamamen çekilmesinin ardından, artık Suriye sahasında ağırlığı olan tarafların Esad rejimi ve muhalif gruplar olduğunun söylemek mümkündür. Siyasi açıdan, Anayasa Komitesi’nin göreve başlamasının ve uluslararası toplumdan destek görmesinin siyasi çözüm ufkunu taraflara biraz yaklaştırdığı söylenebilir.
Rejim tarafına bakıldığında ekonomik olarak tam bir çöküntü yaşamaktadır. Bürokratik yapısı da sarsıntılar geçirmektedir. Rejim kontrolündeki bölgede Suriye lirasının dolar karşısında erimesi ve bir doların 770-780 liradan alıcı bulmasının ardından ekonomik krize verilen tepkiler de artmıştır. Hama ve Şam’da çok sayıda esnaf durumu protesto etmek için kepenk kapatmıştır. Askeri açıdan baktığımızda, Suriye ordusundan söz etmek mümkün gözükmemektedir. Rejimin sahadaki gücünün Rusya ve İran etkisindeki milis gruplardan oluştuğu kesindir. Bu gruplar ise yer yer birbirleriyle çatışmaktadır. Örneğin, Rusya’ya bağlı Süheyl el-Hasan komutasındaki Kaplan Güçleri ile İran’a bağlı militanlar arasında son İdlib operasyonu esnasında Gab Ovası bölgesinde yaşanan çatışmaların ve Kaplan Güçleri’nden çok sayıda militanın alıkonulmasının Moskova’nın canını sıktığı anlaşılmaktadır. Moskova, Hmeymim ve Tartus üslerine yakın bu bölgede kendi militanlarının konuşlanmasını istemektedir.
Buna karşılık, radikal grupların gerilemesi ve SMO’nun kurulmasının ardından muhalefet saflarının eskiye nazaran oldukça müttefik görüldüğü söylenebilir. Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin (UKC) de Ekim ayında SMO’ya katılmasıyla birlikte SMO’nun mevcudunun 80 bini aştığı ifade edilmektedir. Bu durum muhalif saflarda SMO dışında ciddi bir güç olarak sadece HTŞ’nin kaldığını göstermektedir. Ancak, Rusya’nın hava gücüyle hala rejime destek vermeye devam etmesinin sahadaki dengelerin rejimden yana olmasını sağladığı da bir gerçektir.
Sonuç olarak, 9 yıldır yaşanan yıkıcı savaşa rağmen muhalefetin askeri olarak hala ayakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tabloda uluslararası toplumun siyasi çözümden yana tavır koyması Suriye’nin geleceği açısından kritik bir rol oynayacaktır. Öte yandan, İran’ın baskı altında olduğu ve Suriye’de Rusya ile anlaşmazlıklar yaşadığı bir ortamda, ABD ile Rusya’nın Suriye’ye ilişkin bakış açılarının birbirine yaklaşması, Tahran’ı geriletirken Ankara’yı daha etkin hale getirecektir. Bu da muhalefetin güç kazanmasını ve siyasi çözümün biraz daha görünür olmasını beraberinde getirmesi muhtemeldir.