Suriye’de 8 yıldır devam eden savaşa siyasi bir çözüm bulunması için Türkiye ve Rusya garantörlüğünde düzenlenen Astana görüşmelerinin son oturumu 25-26 Nisan tarihlerinde yapıldı. İlk günden beri görüşmelerde ön görülen gerginliğin azaltılması ve ateşkese rağmen, görüşmeler devam ederken Esed rejimi ve Rusya’ya bağlı militanlar, Suriyeli muhalif grupların kontrolündeki son bölge olan İdlib ve Hama’nın kuzey kırsalına yönelik yoğun hava ve kara saldırıları başlattı.

Esed rejiminin ateşkese uyacağına dair garantör olan Rusya’nın Devlet Başkanı Vladimir Putin, Astana’daki toplantı sonrası gittiği Çin’in başkenti Pekin’de, gazetecilerin, İdlib’e yönelik muhtemel askeri bir operasyona dair sorularına; “Ben bunu göz ardı etmiyorum. Fakat Suriyeli dostlarımızla birlikte, insani durumu göz önüne alarak bunun bugün uygun olmadığını düşünüyoruz”1 şeklinde cevap verdi. Bu açıklama aslında, Rusya’nın Astana görüşmelerini bir oyalama taktiği olarak kullandığını gösteriyor.

Son Astana oturumu devam ederken; rejim ve Rusya tarafından başlatılan askeri operasyonlar, İdlib’in güney kırsalındaki M4 otobanı çevresindeki kasaba ve beldeleri hedef aldı. Rusya’ya ait savaş uçaklarının da katıldığı saldırılar sonucunda, 500’ü aşkın sivil yaşamını yitirdi. Özellikle 2018 sonundan beri aralıklarla düzenlenen 3 büyük askeri harekat yüzünden bugüne kadar bölgeden İdlib’in kuzeyine ve Türkiye sınırına doğru 350 bini aşkın sivilin göç ettiği görüldü.

Bu gelişmeler, 17 Eylül 2018 günü Rusya’nın Soçi kentinde, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında varılan Soçi Uzlaşısının uygulanmadığının bir göstergesidir. Soçi’de varılan uzlaşı, Hama’nın kuzey kırsalında rejim güçleri ile muhalifler arasındaki temas hattında, 15 kilometrelik bir alanda ağır silahlardan arındırılmış bir tampon bölge oluşturulması ve Türkiye ile Rusya’nın bu tampon bölgenin iki tarafında devriye faaliyeti göstermesini öngörüyordu. Ancak, Rusya destekli rejim güçlerinin söz konusu tampon bölgeyi hedef alması ve Rusya’nın devriyelere başlamaması, rejim-Rus ittifakının bu uzlaşıyı zaman kazanmak için kullandığı iddiasını güçlendirmektedir.

İdlib’te Ne Oluyor?

Suriye devriminin başlamasından sonra ülkenin büyük kısmını rejim kontrolünden koparmayı başaran muhaliflerin 2013 ve 2014 sonrası hızla kontrol alanlarını yitirdiler. Fırat Kalkanı ile Zeytin Dalı harekatları bölgelerini dikkate almadığımızda bugün sadece İdlib’e hapsoldular. Bunun sebeplerinin; uluslararası toplumun sessizliği, Rusya’nın rejime yoğun askeri desteği, İran’ın Suriye’ye militan yığması ve ayrıca DEAŞ terör örgütünün ortaya çıkması olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ötesinde muhalif grupların bir türlü yeknesak bir şekilde hareket edememelerinin ve kendi aralarında çatışmalarının da etkisinin çok büyük olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Rejim ve Rusya’nın son saldırılarında ortaya çıkan görüntüde, bu sebeplerin bir kısmının ortadan kalktığını söylemek mümkündür. ABD’nin DEAŞ sonrası İran’a yönelik baskılarını artırması ve Basra Körfezi’ne uçak gemileri göndererek, adeta bir savaş rüzgarı estirmesinin Tahran’ı zor durumda bıraktığı görülüyor. Bununla birlikte, özellikle Soçi Uzlaşısının ardından İdlib’deki irili ufaklı birçok grubun Ulusal Kurtuluş Cephesi (UKC) bünyesinde toplanması, HTŞ’nin ise Ocak ayında İdlib’de kapsamlı saldırılar gerçekleştirerek Nureddin Zengi ve Ahrar el-Şam gibi grupları bölgenin dışına itmesi, İdlib’deki muhalif gücün UKC ve HTŞ içinde birleşmesinin önünü açtı. Her iki örgütün rejim karşısında ortak hareket etmesi ise İdlib’de yeni bir direniş ortaya çıkardı.

ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinden sonra İran’dan petrol ithalinin sıfırlanması ve Suriye’deki petrol bölgelerinin büyük kısmını içeren Deyr-i Zor, Rakka ve Haseke kırsallarını PYD terör örgütü öncülüğündeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile birlikte kontrol edilmesinden sonra rejim büyük bir yakıt sıkıntısıyla boğuşmaya başladı.

Rejim kontrolündeki bölgelerde yaşanan petrol sıkıntısından dolayı bir litre petrolün 600 Suriye lirasına kadar çıkması içeride tepkilere sebep olurken2; İran’a bağlı mezhepçi militanlar da hem maaşlarını alamadıklarından ve hem de Rusya ile yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden İdlib’de görülmemektedirler. İdlib’deki çatışmaları rejim adına Rusya’ya yakın Süheyl el-Hasan liderliğindeki Kaplan Güçleri sürdürmektedir. El-Hasan komutasındaki Kaplan Güçleri ise Arap medyasında “Rusya’ya bağlı militanlar” olarak nitelendirilmektedir.

Öte yandan, HTŞ’nin İdlib’deki irili ufaklı grupları tasfiye etmesi Rusya’nın “İdlib’i terör grupları kontrol ediyor” tezini güçlendirse de, UKC ve HTŞ’nin birlikte hareket etmesi de bölgede ciddi bir direniş oluşturuyor. HTŞ tarafından yayınlanan bültenlere göre, geçtiğimiz haftadan beri 2 kez el değiştiren Kefr Nebude beldesine yönelik saldırılarda en az 250 rejim militanın öldürüldüğü ve çok sayıda zırhlı araç ve silahın ele geçirildiği ileri sürülüyor.

Buna rağmen, İdlib’e yönelik saldırılar öncesi Rusya’nın rejime gemilerle tonlarca petrol sevk etmesi ve sağladığı yoğun hava desteği nedeniyle muhaliflerin karadaki başarıları kalıcı olmaktan oldukça uzak kalıyor. Ancak, rejimin İran’a yönelik ambargolarla yaşadığı güç kaybı; gerek iç kamuoyundaki tepkiler ve gerekse İdlib’deki çatışmalarda uğradığı ağır kayıplar rejimi zor durumda bırakmaktadır. Bu sebepler, Rusya’nın desteğini aynı seviyede sürdürmemesi halinde bölgede tutunması zorlaştıracak etkenler arasındadır. Diğer taraftan Moskova’nın bu desteği sürdürmesi ise rejimin kesin başarı kazanamaması halinde sadece katliam ve savaş suçlarına yarayacaktır.

İdlib’de gelinen aşamada, M4 otobanının rejimin kontrolüne geçmesi, Hmeymim üssünün korunmasını sağlanmayı hedeflediği söylenebilir. Zira, ağır kayıpların yaşanmasına rağmen sadece kısıtlı mesafede ilerleyiş sağlanan böylesi bir çatışmanın sürdürülmesi ilerleyen dönemde, İran’a yönelik baskıların da artmasıyla birlikte Rusya açısından da ekonomik ve siyasi zorlukları beraberinde getirebilir. Moskova’nın Tartus limanını kiralama yoluyla güvenceye aldığını düşündüğümüzde, askeri ve uluslararası destek açısından oldukça gerileyen ve işlediği savaş suçları nedeniyle yalnızlaşan Esed rejimine alternatif bulma arayışına girmesine sebep olabilir.

Soçi Uzlaşısı Neden Yürümedi?

Esed rejiminin Rusya’nın tam desteğiyle Astana’da belirlenen gerginliği azaltma bölgelerinden dörtte üçünü (Dera, Doğu Guta ve Humus kırsalı) ele geçirmesinden sonra Eylül ayının başında İdlib’e yönelmesinin ve İdlib çevresine askeri yığınak yapmasının ardından çeşitli senaryolar konuşulmaya başlandı. Rejimin İdlib’i de ele geçireceği ya da bölgeye kısmi bir operasyon düzenleyerek, aşamalı olarak M5 ve M4 otobanlarını kontrol altına alacağı konuşulan en olası ihtimallerdi. Ancak, Erdoğan ve Putin’in Soçi’deki uzlaşısından sonra bu ihtimaller devre dışı kalmış gözüküyordu. Buna rağmen Soçi Uzlaşısının başarısının ihtimallere bağlanması, uzlaşıyı açık uçlu ve güçsüz hale getirdi.

Uzlaşının başarısı için öne sürülen en önemli iki ihtimal, Türkiye’nin başta HTŞ olmak üzere İdlib’de bulunan ve uluslararası toplum tarafından “terör örgütü” ya da “radikal örgütler” olarak tanımlanan grupları tasfiye etmesi ve Rusya’nın bu süre içinde Esed rejimini dizginlemesiydi.

Rusya’nın bu yükümlülüğü yerine getirmek bir yana Esed rejimi ile birlikte saldırılar gerçekleştirmesi ve bu saldırıların büyük çoğunluğunda sivilleri hedef alması rejim-Rus ittifakının Soçi Uzlaşısı’nı önemsemediğinin önemli bir kanıtı olmuştur. Uzlaşının ardından operasyonların bir süre durması ve tampon bölgeden ağır silahların çekilmesinden kısa bir süre sonra özellikle Hama’nın kuzeyindeki Tel Osman beldesi ve Halep’in batı kırsalında konuşlu rejim unsurları, İdlib’in güney kırsalındaki Han Şeyhun, Kefr Nebude ve Kalatu’l Mudik gibi beldeleri top ateşi ve füze saldırılarıyla yerle bir etmiştir. Sonuçta, binlerce sivil buralardan kuzeye doğru göç etmeye başlamıştır.

Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren “Yardım Koordinatörleri Ekibi”, 13 Mayıs günü yayınladığı raporda, Esed rejimi ve Rusya’nın 2 Şubat’tan beri düzenlediği saldırılar sonucunda çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 492 sivilin yaşamını yitirdiğini belirtti.3 Bu sayının geçtiğimiz 3 hafta içinde Cisr el-Şuğur, Han Şeyhun ve Maarret el-Numan beldelerinde Pazar yerlerini hedef Rus saldırılarından sonra 500’ü geçtiğini rahatlıkla söylemek mümkündür.

Bunun yanı sıra, Hama Yerel Meclisi’nin açıkladığı verilere göre, son dönemdeki rejim ve Rus saldırıları sonucunda aralarında okul, hastane ve aşı merkezi gibi binaların bulunduğu 90 yaşam merkezi kısmen ya da tamamen tahrip oldu. Bununla birlikte, Esed rejimine bağlı kuvvetler bölgeye yönelik biri Aralık ayında, biri Şubat ayında ve sonuncusu Nisan ayının sonundan beri hala sürdürdükleri  3 kapsamlı askeri operasyon gerçekleştirdi. Bu durum aslında Soçi Uzlaşısının kağıt üstünde kaldığını gösteriyor. Zaten gerek uzlaşı öncesi, gerekse uzlaşı sonrası rejim ve Rus yetkililerden gelen açıklamalara bakıldığında her iki tarafın da hedefinin İdlib’i ele geçirmek ve Suriye krizini askeri yollarla çözmek olduğu söylenebilir.

Rejim, terörist olarak nitelendirdiği bütün muhalif grupları yok etmekten bahsederken, Rusya ise Hmeymim ve Tartus üslerini güvene almak için İdlib meselesinin çözülmesini zaruri görüyor. Bu noktada başta Putin ve Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov olmak üzere birçok Rus yetkili, İdlib’deki muhalif grupların Hmeymim üssüne dron saldırıları gerçekleştirdiğini öne sürerek bu saldırıların sonlanması için İdlib’in “temizlenmesi” gerektiğini dillendiriyorlar. Rusya’nın geçtiğimiz ay rejimle imzaladığı anlaşmayla, Tartus limanını 49 yıllığına kiralaması da Moskova yönetiminin savaş sonrasına yaptığı hazırlık ya da rejimden aldığı bir savaş tazminatı olarak gösteriliyor. Dolayısıyla bu gelişme Moskova’nın İdlib’i de diğer bölgeler gibi rejim kontrolüne geçirmeyi hedeflediğine dair bir gösterge olduğunu söylemek yanlış değildir.

Rusya’nın bu adımlarına karşılık; Türkiye’nin HTŞ’yi tasfiye etmek için Rusya’dan zaman vermesini istemekten başka bir adım attığına dair şimdilik önemli bir işaret yoktur. Her ne kadar muhaliflerin İdlib’in güneyindeki sert direnişinin, Türkiye destekli olduğu iddia edilse de, rejim güçlerinin Morek ve Kalatu’l Mudik bölgesinde bulunan Türkiye’ye ait iki gözlem noktası ve yakınlarına defalarca füze saldırısı yapmasına karşılık, Ankara sabırla beklemeyi sürdürmektedir. Ankara’nın dikkati tabii olarak Fırat’ın doğu bölgesindeki PKK/PYD/YPG tehlikesine yoğunlaşmış durumdadır. Dolayısıyla, Ankara’nın bu gündemi karşısında Rusya ve rejimin daha rahat hareket ettiğini söylemek mümkündür. Yerel kaynakların verdiği bilgiye göre, Türkiye’nin bölgedeki hareketliliğine karşılık, Rusya da Tel Rıfat ve Azez arasındaki bölgede 3 yeni kontrol noktası kurup PYD ve rejim militanlarını burada toplamaya başladı.4 Bu durum belki kısa vadede Afrin ve Azez için ciddi bir sorun yaşatmasa da özellikle İdlib’in düşmesi halinde oluşacak yeni durumda söz konusu bölgelerin tehdit altına girmesi açısından ciddi bir sorun teşkil edecektir.

Türkiye’nin İdlib’i ihmal etmesi ve aşamalı olarak da olsa rejim kontrolüne geçmesine göz yummasının Türkiye açısından mülteci sorununun yanı sıra, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatı bölgelerinin de tehlikeye girmesine ve yıllardır Ortadoğu halkları nezdinde kurduğu güvenilirlik imajına zarar vermesine de yol açabilir. Zira, rejim güçlerinin saldırılara başlamasından kısa süre sonra gözlem noktalarının da vurmasının ardından İdlib’deki yerel halkın Türkiye’ye yönelik tepki gösterdiği medyaya yansımıştır.

Bununla birlikte, Şam-Moskova ittifakı, uluslararası toplumdan, rejim ve Rusya’nın bölgede işlediği savaş suçlarına gelen cılız tepkilerden cesaretle ve ayrıca Ankara’nın mecburi pasifliğinden de yararlanıp -en azından- M4 otobanını kontrol altına almak için fırsat yakalamasına sebep olacağı değerlendirmesi yapılabilir. Rejime İdlib’te ilerleme sağlayacak bu fırsatın önündeki tek engelin, özellikle Kefr Nebude’de ciddi bir direniş ortaya koyup rejime ağır kayıplar verdiren muhalif grupların olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Sonuç olarak; Soçi Uzlaşısıyla, hedeflenen ateşkes ve ardından siyasi çözüm sürecinin başlaması gibi meselelerde anayasa komitesinde sağlanan ilerleyiş dışında ciddi bir kazanım sağlanamadığı ve uzlaşının şimdilik sonuçsuz kaldığı söylenebilir. Üstelik bu belirsizlik, 350 bin sivilin İdlib’in kuzeyi ve Türkiye sınırına yığılması sonucunu doğurarak, Türkiye’nin en büyük endişelerinden biri olan mülteciler konusunu bir kere daha gündeme getirmiştir. Suriye rejiminin bir dahaki muhtemel kapsamlı saldırıları sonucunda Türkiye’nin yeni bir mülteci akınıyla karşı karşıya kalacağı anlaşılmaktadır. Diğer taraftan bu durum karşısında çözüm olarak önerilen mültecilerin direkt Avrupa’ya yönlendirilme ihtimali de şimdilik kimseyi harekete geçirememektedir