Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 17 Eylül günü Rusya’nın Soçi kentinde bir araya geldi. İki lider, yaptıkları görüşmede Esed Rejimi ve İran’a bağlı mezhepçi militanların saldırı hazırlığında olduğu Suriyeli muhaliflerin kontrolünde kalan son toprak parçası olan İdlib’e dair yeni bir uzlaşıya vardı. Liderler arasında varılan uzlaşıya göre, rejim kuvvetleri ile muhalif gruplar arasında kalan temas hattında 15 kilometrelik bir ağır silahlardan arındırılmış tampon bölge oluşturulması ön görülüyordu.1

Uzlaşının hayata geçirilmesi için Türkiye’nin uluslararası toplum tarafından terör örgütü olarak nitelendirilen Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) örgütünü belirlenen tampon bölgeden çekilmeye ve bazı iddialara göre kendisini feshetmeye ikna etmesi gerekiyordu.

Türkiye, bir taraftan Soçi uzlaşısını sahaya yansıtmaya çalışırken diğer taraftan da Suriye krizinin çözümü için uzlaşının sürekli bir ateşkese dönüşmesi ve daha fazla siyasi aktörün çözüm çabalarına katılmasını sağlamaya çalışmıştır.

Türkiye’nin çabaları sonuç vermiş ve 27 Ekim 2018 günü İstanbul’da, Türkiye ve Rusya Devlet Başkanları’nın yanı sıra, Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un katılımıyla bir dörtlü zirve düzenlenmiştir. Liderlerin zirvede yaptığı yapıcı açıklamalar, uluslararası toplumun Suriye krizini çözüme kavuşturma noktasında irade göstereceği umudunu beraberinde getirmiştir.

Bu çalışmada, İstanbul zirvesinin Suriye’de siyasi çözüm sürecinin önünü açıp açamayacağını ve krizin çözüm yoluna girmesi noktasındaki engeller tartışılacaktır.

İstanbul zirvesi, siyasi çözümün önünü açıyor mu?

Soçi uzlaşısının ardından gündeme gelen en önemli soru, uzlaşının kalıcı bir ateşkese dönüşerek kapsamlı bir çözüm sürecinin önünü açıp açamayacağı sorusuydu. 27 Ekim’de düzenlenen İstanbul zirvesi bu noktada önemli bir gelişmedir. Zirvede öne çıkan vurgular, Suriye’de kalıcı bir ateşkes uygulanması, anayasa komisyonunun kurulması ve BM’nin 2254 sayılı uluslararası kararı çerçevesinde siyasi çözüm sürecinin işletilmesi olmuştur.2

İstanbul zirvesinin, Astana süreci ve Almanya, Fransa, ABD, Mısır ve Suudi Arabistan’ın içinde bulunduğu “Küçük Grup”un çalışmalarını birleştirdiği bir zirve olduğunu söyleyebiliriz. İki sürecin birleştirilmesi yönünde daha önce de girişimlerde bulunulmuş ancak Rusya’nın reddetmesi nedeniyle gerçekleştirilememişti.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Temmuz ayında Moskova’ya düzenlediği ziyarette bu teklifi Putin’e iletmiş ancak olumsuz cevap almıştı.3 Macron’un öneriyi sunma zamanlamasına bakıldığında, Esed rejimi ve Rusya’nın Suriye’nin başkenti Şam yakınlarındaki Doğu Guta bölgesine düzenlediği askeri operasyonu henüz bitirdiği ve ülkenin güneyindeki Dera ve Kuneytira’da operasyonlara başladığı görülüyor.

Bu açıdan bakıldığında, Rusya’nın öneriyi kabul etmemesinin sebebinin henüz Astana süreciyle hedeflediği saha kazanımlarına ulaşmaması olduğu söylenebilir. Zira Rusya, Astana süreci boyunca Esed rejimine askeri desteğini sürdürmüş ve “Gerginliğin Azaltılması Anlaşması” kapsamına giren İdlib hariç bütün bölgelerin Esed rejiminin kontrolüne geçmesini sağlamıştır.4 Sürecin sonunda Türkiye’nin İdlib’e yönelik askeri operasyonu engellemesi ve Soçi’de ateşkese ulaşılmasından sonra Moskova’nın da krizi siyasi yollarla çözüme kavuşturma çabalarına katıldığı söylenebilir.

Astana sürecinin bir parçası olan İran ile Küçük Grup’un içinde yer alan ABD’nin İstanbul zirvesinde yer almaması dikkat çekici. İran’ın Eylül ayı başında Tahran’da düzenlenen zirvede İdlib’e saldırı hazırlığındaki rejim güçlerinin desteklenmesi yönünde tavır takınması ve uluslararası toplumun bu ülkeye yönelik yaptırımlar uygulamasının etkili olduğu söylenebilir.

ABD’nin sürece henüz katılmaması İstanbul zirvesinde hedeflenen çözüm sürecinde somut adımlar atılmasını engelleyecek ya da en azından geciktirecektir. Çünkü ABD’nin katılmadığı bir siyasi sürecin sürdürülmesi zordur. Zira ABD, Suriye’de DEAŞ karşıtı operasyonlarla ciddi bir alan kazanmıştır. Ayrıca, Washington’un dünya siyasetindeki ağırlığı düşünüldüğünde, Suriye’de bir çözüm bulunması için masada olmasının çözüme ulaşılması açısından önemli olduğu açıktır.

Washington’un siyasi çözüm ve Suriye’den kuvvetlerini çekmek için DEAŞ terör örgütünün tamamen yok edilmesini ve İran’a bağlı milis grupların Suriye’den çekilmesini şart koştuğu biliniyor.5 Bu nedenle  siyasi süreci tamamen reddeden İran’ın İstanbul zirvesinde olmaması son zamanlarda Tahran’a yaptırım uygulayan ABD’yi Suriye’de Rusya ile ortak bir çözüm sürecine girmeye sıcak bakmaya yöneltebilir.

Öte yandan, Türkiye ve Rusya’nın inisiyatif alarak kendi süreçlerini sürdürmeleri hem Batı hem de ABD’nin sürece katılmasına etki edebilir. Moskova ve Ankara’nın Suriye krizine bir çözüm bulması, Rusya’nın Ortadoğu’daki etkisini artırmakla birlikte bölgedeki krizlerin çözümünde ABD-Batı ekseni dışında başka güçlere de başvurulabileceğini gösterecektir. Bu durum ABD açısından bölgedeki hegemonyasının sarsılması riskini ve Türkiye gibi bölgesel aktörlerin bölgede güçlenerek alternatif oluşturmasını beraberinde getirecektir.

Bu riskler ABD’yi sürece katılmaya yöneltmekle birlikte, Türkiye’nin de Washington’un Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü PYD/YPG’ye sağladığı desteği sonlandırması ve bu bölgeye muhtemel bir operasyon düzenlemesi noktasında elini güçlendirecektir.

İstanbul zirvesinde Erdoğan, “Akan kanın durdurulması öncelikli hedefimiz” derken6 Putin, “Çözüm ancak diplomasi ile mümkün” ifadesini kullandı.7 Macron ve Merkel’de siyasi çözüme destek mahiyetinde açıklamalar yaptı. Merkel, “Sürdürülebilir ateşkes için elimizden geleni yapmaya hazırız” dedi. Macron ise “Suriye halkı kendi geleceğinde söz sahibi olmalı” şeklinde konuştu.8

Zirvenin sonuç bildirgesinde yer alan, Suriye’nin toprak bütünlüğü, terör örgütleri ve milis grupların sahadan uzaklaştırılması, İdlib’deki çatışmasızlığa dikkat çekilmesi ve Suriye krizinin artık BM’nin 2254 sayılı kararı çerçevesinde bir çözülmesi gibi maddeler,9 Suriye krizi nedeniyle meydana gelen mülteci akınından etkilenen batı ülkeleri ile Rusya’nın Suriye’ye ilişkin ortak bir noktaya geldiğini göstermesi açısından önemli.

Sonuç bildirgesinde, daha önce yine Soçi’de gerçekleştirilen ulusal diyalog kongresinde alınan yeni Anayasa için ortak komite kurulması kararına10 dikkat çekilerek, bu komitenin bir an önce BM gözetiminde görevine başlaması gerektiğinin altının çizilmesi de önem taşımaktadır. Zira Esed rejiminin, BM’nin komiteye müdahale etmemesini ve komite üyelerinin çoğunluğunun kendi tarafından atanmasını istemesi söz konusu komitenin kurulmasını engelliyor. BM Suriye Özel Temsilcisi Steffan De Mistura, geçtiğimiz ay yaptığı bir açıklamada, bu durumu dile getirerek komitenin kurulamamasından Esed rejimini sorumlu tuttu.11

Çözüm sürecinin önündeki engeller

İstanbul zirvesindeki bu yaklaşımlar ve Rusya’nın tavrı, Soçi uzlaşısıyla başlayan sürecin Suriye’de çatışmaları durduracağı ve çözüm sürecini başlatacağına dair umutları artırmaktadır. Ancak Esed rejiminin İdlib’e yönelik saldırılarını sürdürmesi, HTŞ ve diğer radikal örgütlerin durumunun henüz netleşmemesi ve sonuç bildirgesindeki yoğun çözüm vurgusuna rağmen somut bir adım atılmamış olması ise Suriye krizinin çözüm yoluna girmesi için uzun bir zamana ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir.

Çözüm süreci, mültecilerin durumu, Suriye’nin yeniden imarı ve ABD’nin Suriye’deki tutumunun ne olacağının belirsiz olması gibi zorluklar barındırsa da böylesi bir sürecin başlaması Suriye’deki mevcut çatışmasızlığın sürdürülmesi ve kalıcı olması konusunda olumlu bir havayı beraberinde getirecektir.

Suriye krizinin çözüm yoluna girmesi için atılması gereken somut adımların başında anayasa komitesinin bir an önce oluşturulması, Esed rejiminin provokasyonlarının son bulması ve sahadaki radikal gruplar ile Fırat’ın doğusunda bulunan terör örgütü PYD/YPG’nin durumunun çözüme kavuşturulması gelmektedir.

Engeller nasıl aşılır?

Suriye krizinin nihayete ermesi için Suriye halkının bütün kesimleriyle kabul edeceği bir çözüm getirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bununla birlikte, Suriye sahasının PYD/YPG ve DEAŞ gibi terör örgütlerinden temizlenmesi şarttır. Bu noktada, ABD’nin sürece olumlu bir katkı sağlamaya zorlanması gerekmektedir. Zira hali hazırda, Suriye’de çok sayıda terör grubunu destekleyen İran ciddi bir baskı altındayken, ABD’nin de bir diğer terör örgütü olan PYD’yi desteklemekten vazgeçmesi krizin çözüme kavuşturulmasının önünü açacaktır.

Sonuç olarak, başından bu yana krize kayıtsız kalan uluslararası toplumun Soçi uzlaşısı ve İstanbul zirvesiyle birlikte, çözümden yana bir irade göstermeye başladığı söylenebilir. Bu noktada, Soçi öncesi tamamen askeri seçenekten yana tavır koyan ve Esed rejimine önemli bir askeri destek sağlayan Rusya’nın Soçi ve ardından İstanbul’da siyasi çözüm çabalarına dahil olması üstelik bu çabalarını rejimin sahadaki sabotajlarına rağmen hala sürdürmesi çözümün geleceği açısından oldukça önemli

Buna karşın masada konuşulanların henüz sahaya yansıtılmaması ve ABD’nin sürece katılma noktasındaki çekimser tavrı nedeniyle bu sürecin uzun bir vadeye yayılması ön görülmektedir. Öte yandan, Esed rejiminin provakatif tavrı ve sahadaki radikal grupların savaşı sürdürme konusunda hevesli olması Suriye’de yeniden bir çatışma ortamına girilmesine sebep olabilir.

Bütün bu değerlendirmelerin ışığında, Türkiye’nin HTŞ ile ilgili çalışmalarının olumlu sonuçlanması, ABD’nin masaya oturmaya ikna edilmesi ve yıllardır Esed rejimine askeri destek sağlayan Rusya’nın rejimi çözüme katılmaya yönlendirecek baskılar yapması hayati önem taşımaktadır.